SATÜRN (Saturn) Güneşe uzaklığı: 1343 1425.5 1509 Mio km
Yörüngesel dışmerkezlilik: 0.056
Yörüngesel eğiklik: 2.50
Eksensel eğiklik: 26.40
Çap: 120.500 km
Kurtulma hızı: 35.4 km/sn
Kütle: 95 (Yer = 1)
Hacim: 744 (Yer = 1)
Yoğunluk: 0.7 (su =1)
En yüksek kadir: 0.3
Dolanım süresi: 29.5 yıl
Eksensel dönme: 10 s 14 dk
Kavuşum dönemi: 378.1 gün
Uyduları: 17 tane Pan, Atlas, Prometheus, Pandora, Janus,
Epimetheus, Mimas, Encaladus, Tetyhs, Telesto, Calypso, Dione, Rhea,
Titan, Hyperion, Iapetus, Phoebe
Gözlem koşulları:Güneşe Jüpiter’den daha uzak ve biraz daha
küçük olduğu için Saturn daha sönük görülür. Yaklaşık12.5 ay olan
kavuşum dönemi nedeniyle yılın büyük bir bölümünde gökyüzündedir.
Yörüngesinde çok yavaş ilerlediği için aynı takım yıldız içinde 2 yıldan
daha uzun süre kalır. Satürn’ün halkaları orta boy teleskoplar ile
ayırt edilebilir. Her 15 17 yılda bir Dünya Satürn’ün halkalarını
düzleminden geçer bu durumda halkalar görülemez. Satürn’ün uydularından
sadece Titan ve Rhea orta boy teleskoplar ile görülebilir.
Eski zamanlarda bilinen en dış gezegene, Jüpiter’in babası
Satürn’ün ismi verilmişti. Jüpiter kadar parlak olmayan bu gezegenin
renginin sarımtıraklığı ona sanki kurşundanmış gibi bir hava verir.
Ayrıca yıldızlara göre çok yavaş hareket etmektedir; bu yüzden ona hain
sıfatını yakıştıranlar çıkmıştır. Ancak bir teleskopla bakıldığında, hiç
tartışmasız gökyüzündeki en güzel cisim odur.
Onu benzersiz yapan halkalarıdır. Bugün bütün devrelerin halka
sistemleri olduğunu biliyoruz; ancak hiçbiri Satürn’le yarışamaz. Bu
halkalar, ilginin gezegenin kendisinden sapmasına neden olur. Zaten,
yüzey şekillerinin etkileyici bir tarafı olmadığı da bir gerçek. Satürn
temelde Jüpiter’e benzer; onun da bulut kuşakları ve lekeleri vardır,
ancak gözlemlenebilecek etkinlik çok daha azdır.
Geçtiğimiz yüzyılda bile, Jüpiter ile Satürn’ün birer minyatür
yıldız olduğu fikri hakimdi. R.A Proctor’un 1882 yılında yazdığı, Satürn
ve Sistemi adlı kitabından alınan şu bölüme bir bakalım:
“Gezegenin yüz binlerce kilometre kare genişliğindeki yüzeyi
içsel güçler tarafından yarılmış olmalıdır. Aşağıdan çıkan kuvvetli su
buharı çok yükseklere kadar fışkırarak ya gezegenin yüzeyini örten bulut
katmanıyla birleşiyor ya da kendi bir bulut kümesi oluşturuyordur. Bu
küme, aşırı büyüklüğü veya kendini oluşturan maddelerin etrafını çeviren
diğer bulutlarınkinden farklı oluşuyla ayırt edilebilir. Böyle bir
oluşum Jüpiter üzerinde, Fransa kadar büyük bir kaplayabilirken; iş
Satürn’e gelince alan, Rusya kadar olabilir ki bu da bizim en güçlü
teleskopumuzla fark edebileceğimiz bir büyüklüktür. Bu durumda, iki
gezegen de görünürde sakin bir tavır sergilerken, aşağıda yani
yüzeylerinde kargaşanın en büyüğü yaşanıyor olabilir. Hepsi Yorkshire
büyüklüğünde binden fazla farklı bölge olsa, tüm yüzey o sakin halini
bırakıp kaynayan metale benzer bir görüntü alabilir; ancak bu tür
bölgelerin üzerinde oluşacak büyük bulut kütleleri, alttaki yüzeyin
hareketliliğini kapatıyor olabilir. Bu durumda en güçlü
teleskoplarımızla bile en ufak bir değişim belirtisi göremeyiz. Ve
Satürn bu arada biz görmeden daha da çalkantılı bir hal alıyor
olabilir.”
Hiçbir şey gerçeğe bundan daha uzak olamaz; ancak Proctor’un,
içinde bulunduğu koşullarda böyle bir tablo çizmesi de son derece
normal. Satürn, Jüpiter’den oldukça küçüktür; çapı ekvatorda 120.500,
kutuplarda ise 108.750 km kadardır. Güneş ile arasındaki mesafe de
bayağı uzaktır. Güneş’ten ortalama uzaklığı 1.425.500.000 kilometredir;
bu da Dünya’ya hiçbir zaman 1.200.000.000 kilometreden fazla
yaklaşamayacağı anlamına gelmektedir. Dolanım hızı saniyede 9,6
kilometre; dolanım süresi ise 291/2 yıldır. Bu Satürn’ün neden
gökyüzünde yavaş hareket ediyor gibi göründüğünü açıklıyor. Kendi ekseni
etrafında dönüş hızı yüksektir (101/4 saat); dolayısıyla bir Satürn
yılında, 25.000 Satürn günü vardır. Ayrıca dönüş hızı, gezegenin her
yerinde eşit değildir; Jüpiter’de olduğu gibi, ekvatorda hızlı; kutup
bölgelerinde ise daha yavaştır.
Satürn, Jüpiter dışındaki diğer gezegenlerin hepsinden çok daha
büyüktür. Satürn’ün hacmi Dünyanınkinin 700 katıdır; oysa yoğunluğu çok
düşük olduğundan kütlesi sadece 95 kat daha fazladır. Aslında gezegenin
tümünün yoğunluğu, sudan azdır. Demek istediğim, uygun bir okyanus bulup
Satürn’ü içine bırakacak olsanız, yüzecektir. Kurtulma hızı yüksekken
(35,4 km), yüzeyde kütle çekim kuvveti düşüktür. Kütle çekimi, sadece
cismin kütlesine bağlı değildir; cismin büyüklüğü de önemli bir
faktördür. Eşit kütleli iki cisim düşünelim; küçük ve dolayısıyla daha
yoğun olanın yüzey çekimi daha güçlü olacaktır. Bunun nedeni, onun
üzerinde duracak bir gözlemcinin, kürenin merkezine daha yakın olacak
olmasıdır. Gazlı yüzeyinde birinin dikelebileceği düşünülemez ama böyle
birşey mümkün olsaydı Dünya üzerinde 90 kilo gelen bir kişinin ağırlığı
Satürn’de 100 kilo kadar olacaktır. Güneş sisteminde bir Dünyalının
kendini, rahatsız edecek kadar ağır hissedeceği tek gezegen Jüpiter’dir.
Satürn yapısal olarak Jüpiter’den pek de farklı değildir. Ancak
çekirdeğindeki sıcaklık biraz daha düşüktür; bu değerin 15.000*C
(27.000.000*F) kadar tahmin edilmektedir. Yapılan son teorik çalışmalar,
çekirdeğin katı kısmının Dünya’dan daha büyük olduğunu göstermektedir.
Çekirdeğin üzerinde sıvı metalik hidrojenden oluşan bir katman; onun
üzerindeyse sıvı moleküller hidrojenden oluşan bir katman vardır. Sonra
da sıra üst bulutlarını bizim de gördüğümüz atmosfere gelir.
Bulutlardaki helyum oranı sadece yüzde 6 kadardır; gerisi sizin de
tahmin edebileceğiniz gibi esas olarak hidrojendir. Satürn, Güneş’e
Jüpiter’den çok daha uzak olduğundan, üst bulutlarının
Jüpiter’inkilerden daha soğuk olması beklenir; nitekim öyledir de.
Buradaki sıcaklığın -180*C yani -240*F kadar olduğu sanılmaktadır. Üst
atmosferdeki amonyağın büyük bir kısmı donmuş haldedir. Ayrıca yapılan
spektroskobik gözlemlerde donmuş metana da rastlanmıştır ki, metan kolay
donan bir gaz değildir.
Gezegenin üzerinde bir şeyler görmek istiyorsak, iyi
sayılabilecek bir teleskop kullanmamız gerekir. Satürn’ün, Jüpiter’in
sakin zamanlarını hatırlatan bir görüntüsü vardır; ancak sonuç
itibarıyla Satürn daha iyi huyludur. Kuşaklar yuvarlak hatlıdır; ekvator
bölgesi genellikle parlak krem renklidir; Jüpiter’in Kızıl Benek’iyle
karşılaştırılabilecek herhangi bir oluşum da yoktur. Kutuplar genellikle
loştur ve hiçbir yerinde canlı renklere rastlanmaz.
Satürn de Jüpiter gibi etrafa Güneş’ten almış olabileceğinden
çok daha enerji yayar. Ancak Jüpiter’e göre küçük olan Satürn’ün
oluşumundan bugüne soğumak için yeterli zamanı olmuştur; dolayısıyla bu,
Jüpiter’inkinden farklı bir nedene dayanıyor olabilir. En çok kabul
gören görüş, sıcaklığın sıvı helyum damlacıklarının daha az yoğun
hidrojenin içinden geçerek aşağıya, çekirdeğe doğru hareket etmeleri
sonucu, çekimsel olarak oluştuğudur. Bu açıklama tatminkâr değil; ancak
bugüne kadar daha iyisini yapan da çıkmadı.
Büyük patlamalar nadiren görülür; ancak ekvator bölgesi
civarında ara sıra beyaz beneklere rastlandığı olur. Bunlardan ilk kayda
geçeni 1876 yılındakilerdir; 1903’te bir tane daha görülmüştür. Bir
sonraki olan 1933’teki öncekilerden çok daha etkileyiciydi. Bu beneği, o
yılın Ağustos ayında keşfeden kişi amatör bir gözlemci olan W.T.
Hay’di; bu İngiliz, bugün sahne ve sinema komedyeni olarak hatırlanan
ünlü Will Hay’den başkası değildir. Bu olay şöyle gelişti: Beyaz benek
yavaş yavaş uzadı; üzerinde bulunduğu alanın rengi ise koyulaştı. Baş
tarafı belirsizleşirken, arka tarafı keskin hatlı bir şekil aldı.
Kraliyet Gök BilimcisiSir Harold Spencer Jones, bu durumu “gördüğümüz
yüzeyin altında meydan gelen bir volkanik patlama sonucu püsküren bir
miktar madde, kendinden daha hızlı hareket eden bir hava akımıyla
karşılaştı; onlar akım ile ileri taşınırlarken, sonradan püskürmeye
devam eden maddeler de arka ucu oluşturdular.” diye açıklamıştı. Leke
zamanla soluklaştı; birkaç ay sonra da gezegenin çevresinde uzanan
parlak bir alandan başka bir şey değildi; sonra da tamamen kayboldu.
1960’ta görülen beyaz benek önceki kadar çarpıcı değildi; ancak
gezegeni gözlemleyenler 1990 yılında çok zevkli anlar geçirdiler. Eylül
ayının 25’inde, Amerikalı bir amatör olan Stuart Wilber, eskileriyle
hemen hemen aynı boylamda yeni bir beneğin parladığını gördü. Daha sonra
varlığı doğrulandı; zaten görülmemesi gibi bir şey söz konusu değildi.
Daha sonra yaşananlar, alışıldık sırayı izledi. Benek, güçlü ekvator
rüzgârlarının etkisiyle birkaç gün içinde yayıldı ve 14.500 km
uzunluğunda bir bulut görünümünü aldı. Ekim’in ortalarına gelindiğinde,
tüm ekvator boyunca uzanan parlak bir bölge olarak görünüyordu.
Parlaklığı gün be gün soldu; birkaç ay içinde yine her şey normale
dönmüştü.
Burada ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. Elimizde beyaz beneklerin
1876, 1903, 1933, 1960, 1990 yıllarında görüldüklerine dair kayıtlar
var. Görünüşlerin arasında geçen süre, sırayla 27 yıl, 30 yıl, 27 yıl ve
yine 30 yıl. Bu Satürn’ün dolanım süresi olan 291/2 yıla çok yakın.
Rastlantı peşinde koşmaktan hep sakınmış biri olduğum halde, bana sanki
ikisi arasında Bir bağıntı varmış gibi geliyor. Bu durumda gözlemciler,
2020 yılı civarında bir beklenti içine girecekler. Benekler, Satürn’ün
gördüğümüz yüzeyinin altında hüküm süren koşullar hakkında bilgi verici
oldukları için önemliler. Ayrıca dönüş süresinin ölçülmesine de yardımcı
oluyorlar.
Dolayısıyla yapılacak en akıllıca iş, göz alıcı halkalara fazla
takılmamak ve kürenin kendisini sürekli gözetim altında tutmaktır. İyi
aletlere sahip bir amatör de bu işi oldukça rahat bir şekilde
kıvırabilir.
Ancak, Satürn’ü bu kadar görkemli yapan da halkalarıdır tabii ki.
Küçük teleskop ile bile görülebilen halkalar, on yedinci yüzyıldan beri
bilinmektedir. Ne olduklarını tam olarak anlayabilecek kadar net bir
şekilde olmasa da, onları ilk gören Galileo’dur. Satürn’ü üçlü gezegen
zanneden Galileo, birkaç yıl sonra gezegenin normal görünmesine ve
yalnız oluşuna bir anlam verememiştir. Galileo hiç öğrenmemiş olsa da,
biz bugün bu sorunun cevabını bulmuş durumdayız.
Galileo gözlemeye başladıktan kısa bir süre sonra halka sistemi
Dünya’ya göre yan durmaya başladı. Bu konumda Galileo’nun ilkel
teleskobuyla onu görmek imkânsızdı.
1659 yılında, büyük bir ihtimalle zamanının en iyi gözlemcisi
olan Christiaan Huygens, ünlü anagramını (o zamanın astronomlarının
kullandığı Latince şifreli bir yazı) yayınladı. Bu anagramda, Staürn’ün
çevresinde tutulum dairesi boyunca uzanan ve hiçbir yeri gezegenin
kendisine değmeyen yassı bir halka bulunduğu söyleniyordu. O ana kadar
söyledikleri doğruydu; ancak kuramına, inanılmayacak kadar çok kişi
karşı çıktı. Söz gelimi cizvit olan Fransız matematikçi Honoré Fabri,
Satürn’ün garip görüntüsünün nedeninin, dört uydu olduğunu iddia
ediyordu. Bu uydulardan ikisi, karanlık ve gezegene yakınken, diğer
ikisi parlak ve gezegene uzaktı.
Huygens’in halkalarının bütün gökbilimcilere kabulü yıllar aldı.
Bu dönemde yapılan çizimlerden bazıları oldukça gariptir; ancak
kullanılan teleskopların kalitesi düşünülürse, bu pek de anormal değil.
İkisi parlak bir loş olmak üzere üç ana halka vardır. En dıştaki
parlak halka 14.500 km genişliğindedir. İçeri doğru gidildiğinde, G.D.
Cassani tarafından 1675 yılında keşfedilen ve bu nedenle Cassini Bölümü
olarak anılan bir aralık gelir. Genişliği 4000 km kadar olan bu aralık, A
halkasının genişliği yaklaşık 25.700 km olan parlak B halkasından
ayırır. Huygens’in tarif ettiği halka, A ve B halkalarının bir
birleşimidir.
A ve B halkaları birbirlerine benzemezler. B daha parlaktır ve
geçirgenliği daha azdır. Aradaki farklı kaliteli küçük bir teleskopla
bile görebilirsiniz. Halka sistemi biraz olsun eğik olduğunda 8
santimlik mercekli teleskopla bile Cassini Bölümü’nü görmekte
zorlanılmaz. A halkasının içinde de dar bir aralık vardır; J.F. Encke
tarafından keşfedildiği için onun adı verilen bu aralığı görmek çok daha
zordur. Özellikle halkaları yandan gördüğümüz zamanlarda onu fark etmek
zorlaşır.
B halkası ile gezegen arasında üçüncü bir halka vardır. C halkası
Crêpee Halkası ve Karanlık Halka adlarıyla da bilinir. Onu ilk olarak
1850 yılında birbirinden bağımsız iki gözlemci, Amerika’da W. Bond ve
İngiltere’de W.R. Dawes, görmüştür. Rahat bir şekilde görülemeyen bu
halka yarı geçirgendir. Genişliği ise 19.300 km kadardır.
Uzay Çağı’ndan çok önce, öncekiler kadar net görülemeyen başka
halkalar görenler de çıkmıştı. Bunlardan CrépeHlkası’ndan daha içeride
olduğu iddia edilen halkaya D Halkası adı verilmiştir. Fransız gök
bilimci G. Fournier’in 1907 yılında gördüğü ve ana sistemin dışında olan
bir başkasına da, kafa karıştıracak biçimde yine D Halkası denmiştir.
Bu konu çok sonra, Pioneer ve Voyager uzay araçlarının uçuşlarından
sonra açıklığa kavuştu.
Satürn’de büyüleyici gölge etkileri görülür. Küreden yansıyan
ışık, halkaları aydınlatarak onları kırıkmış gibi gösterir. Ayrıca
halkaların Satürn’ün üzerine düşen gölgeleri çok rahat bir şekilde
görülür, dikkatsiz gözlemciler yanılarak genellikle bu gölgeleri kuşak
zannederler.
Halka sistemi daireseldir; ancak biz ona tepeden
bakamadığımızdan elipsmiş gibi görürüz. Sistemin toplam çapı 272.000 km
kadardır ama halkaların kalınlığı çok incedir. Bu durum, 1966, 1980 ve
1995 yıllarında olduğu gibi yan durduklarında görmek neredeyse
imkânsızdır. Daha açık bir şekilde söyleyecek olursak, Dünya halka
sistemiyle aynı düzleme girdiğinde, Güneş de aynı şeyi yaparsa halkaları
görmek mümkün olmaz; çünkü bu durumda sadece halkalardan en dışta
kalanının kenarı güneş ışığı alabilmektedir. Halkaların tamamen
kaybolduğunu iddia edenler de çıkmıştır; ancak gerçek böyle değildir.
Halkalar, sırayla 13 yıl 9 ayda ve 15 yıl 9 ayda bir yan konuma
geliyorlar. Bu eşitsizliğe Satürn’ün yörüngesinin dışmerkezliliği neden
oluyor. Kısa olan aralık boyunca Satürn’ün güney kutbu Güneş’e doğru
eğik oluyor; bu durumda kuzey yarım küre halkaların ardında kalıyor.
Satürn, günberi noktası civarındayken göreceli olarak en hızlı hareket
ettiği zamanları yaşıyor. Daha uzun olan aralık boyunca ise kuzey kutbu
Güneş’e dönük oluyor; bu sefer de güney yarım küre görülemiyor. Bu devre
içinde Satürn, günöte noktasından en yavaş hızıyla geçiyor. Halkalar,
Satürn’ün ekvator düzleminde bulunuyorlar; ancak ekvator düzlemi,
yörünge düzlemine göre 261/2*kadar eğik.
Ana halkalardan A ve B’nin yekpare ve katı bir görüntüsü vardır;
dolayısıyla teleskop ile bakan ilk gözlemcilerin onları sert levhalar
zannetmeleri son derece doğaldır. Tabii herkes aynı fikirde değildi; söz
gelimi J. Cassini1705’te, halkaların, Satürn çevresinde dönmekte olan
küçük parçacıklar olduğunu iddia etmişti. Ancak bu oturaklı tahmin, on
dokuzuncu yüzyıla kadar doğrulanmadı.
Fransız Edouard Roche 1848 yılında, kütle çekimi yok denebilecek
kadar az olan bir cismin, bir gezegene (veya başka bir cisme) çok
yaklaşması durumunda parçalanacağını kanıtladı. Bu tehlikeli alanın
kenarı Roche sınırı olarak bilinir. Sınırı, ilgili gezegenin büyüklüğü
ve kütlesi beliler. Halkalar, Satürn’ün Roche sınırı içindedirler; bu da
katı veya sıvı olmaları halinde parçalanacakları anlamına gelir. Bu
iddia, 1875 yılında James Clerk Maxwell tarafından matematiksel olarak
kanıtlanmıştır. Ondan yirmi yıl sonra J.E Keeler, spektroskop kullanarak
yaptığı gözlemlerden, halkaların iç kısımlarının Satürn’ün çevresinde
dıştakilere göre daha hızlı dönüyor olduğu sonucu çıkardı. Tabii bu da
Kepler Yasası’na uygun bir durumdu. Yani her bir parçacık kendi başına
birer aycıkmış gibi davranıyordu.
1979’dan önce, halkaların az çok yassı ve düzgün olduğu
varsayılıyordu. Uzay araştırmaları sonucunda gerçekte öyle olmadığı
anlaşıldı. İlk baskını Pioneer 11 yaptı. Daha önce de bahsettiğimiz
gibi, bu sonda 1973’te Jüpiter’i incelemek üzere fırlatılmıştı. Satürn,
önceden planlanmış bir hedef değildi; ancak bu karşılaşma çok yararlı
oldu; çünkü o zamanlar hiç kimse sondaların, Satürn’ün çevresindeki
enkaz ile çarpışmanın yol açabileceği tehlikenin büyüklüğü konusunda bir
fikre sahip değildi. Pioneer’ın bulutların 21.000 km kadar üzerinden
geçmesi planlanmıştı; öyle de oldu. Böylece hayatta kalma şansı yüzde
99’dan yüzde 1’e düşmüş oldu. Neyse ki hiç yara almadan kurtuldu.
1980 ve 1981 yıllarında, 1979’daki Jüpiter ziyaretlerini bitiren
ilk Voyager, Satürn’e geldi. Bu iki Voyager bibirinin eşiydi ancak
Jüpiter’den ayrıldıktan sonra farklı roller üstleniyorlardı. Voyager 1
sadece Satürn’ü değil, gezegenin en büyük uydusu Titan’ı incelemek üzere
programlanmıştı. Titan’ın bir atmosfere sahip olduğu biliniordu; bu
bakımdan özel ilgiyi hakeden bir uyduydu. Sonda, Titan’ı incelemek için
tutulum dairesi düzleminden ayrılacaktı; bu durumda da ileride başka bir
gezegenle karşılaşma olasılığı kalmıyacaktı. Plan işlerse Voyager 2,
Titan’la ilgilenmeyecek ve önce Neptün’le sonra da Uranüs’le buluşmak
üzere yoluna devam edecekti. Ancak Voyager 1’in başarısız olması
durumunda, Voyager 2’nin Titan’ı incelemesi gerekecekti. Bu durumda da
iki uzak devi göremeyecekti. Voyager 1, üzerine düşeni kusursuz bir
şekilde yerine getirdiğinde Görev Kontrol Merkezi’ndeki rahatlamayı
tahmin edebilirsiniz.
Satürn’ün kendisinin çok güzel fotoğrafları elde edildi. Gezegenin
üzerinde kırmızımsı ve kahverengimsi benekler bile vardı. Ekvatora
simetrik olarak esen rüzgârın hızı saatte 1500 km’yi bulur ki, bu
Jüpiter rüzgârlarından bile daha hızlı olduğunu gösterir. Manyetik alanı
Jüpiterinkinden yirmi kat daha zayıftır; ancak bu haliyle bile
Dünya’nınkinden bin kat güçlüdür. Manyetik ekseninin, dönme ekseniyle
çakıştığı belirlenmiştir. Yani bu durumda, gezegende pusulaya bakılacak
olursa, ibre tam kuzeyi gösterecektir. Kutup ışıklarına da
rastlanmaktadır; ama tahmin edebileceğimiz gibi Jüpiter’dekilere çok
daha zayıf olacaktır.
Voyager 1 Satürn’e doğru yaklaştığında halkaların kimsenin
ummadığı kadar karmaşık oldukları anlaşıldı. Binlerce ufak halkadan ve
küçük boşluklardan oluşuyorlardı. Bir bütün olarak ise daha önce
görülmüş hiçbirşeye benzemiyorlardı. Rahat görünen ayrımların ortaya
çıkış nedeninin, uyduların, özellikle de Voyager’lardan önce en içteki
olarak bilinen Mimas’ın, çekim gücü olduğu zannediliyordu. Bu belirgin
birkaç boşluk için geçerli olabilirdi; ancak sistemin karmaşıklığı, tek
nedenin, uyduların tedirgisi olmayacağını gösteriyordu. Satürn’ün
halkalarının hareketleribugün bile tam olarak açıklanabilmiş değildir.
Cassini Bölümü boş değildir. Orada da halkacıklar
veuzaydagörülen türden parçacıklar vardır. B Halkası’nda, merkezden
çevreye doğru yayılan, yaklaşık 15.000 km uzunluğunda garip çubuklar
görünür. Bu çubuklar, halka, gezegenin gölgesinden çıktıktan birkaç saat
sonra kaybolurlar. Aslında böyle bir büçüm oluşturamamaları gerekir.
Hatılarsanız Kepler Yasası şöyle der: İç kısımdaki parçacık, kendine
göre dışarıda olan parçacıktan daha hızlı hareket eder. Dolayısıyla
merkezden dışarıya doğru çubuk şeklinde bir oluşumun bulunmaması
gerekir. Ancak oradalar ve net bir şekilde görülebiliyorlar. Benim
bugünkü fikrimi soracak olursanız, bu çubukları, manyetik güçler
tarafından halka sisteminin düzleminden çıkartılan parçacıklar
oluşturuyor ve yükselen bu parçacıklar daha sonra manyetik alan hatları
tarafından süpürülüyor. Şu anda en mantıklı açıklama bu gibi görünüyor.
Dünya’dan gözlem yapan kişilerin yaptığı, eski çizimlere baktığımızda,
bazılarıda bu çubukların çizili olduğunu görüyoruz.
Yeni halkalar da bulundu. Daha önce D Halkası adı verilen ve
bulutların hemen üstüne kadar uzandığı söylenen halka, gerçek bir halka
sayılamazdı; dağınık parçacıkların bir alandı. Ancak A Halkası’nın hemen
dışında yeni bir halka bulunduğu görüldü. Büyük olasılıkla Fournier’in
gördüğü halka olan bu halkaya resmen F Halkası adı verildi. F
Halkası’nın örülmüş ipliklere benzeyen garip ve karmaşık bir yapısı
vardı. Seyrek yapılı G Halkası ise büyük uyduların en içte olanı
Mimas’la aynı yolu kullanan iki küçük ayın yani Janus ve Epimethus’un
yörüngesine kadar olan bölgenin needeyse tamamını kaplıyordu. Son olarak
bir de E Halkası vardı. G Halkası’ndan bile daha seyrek olan bu
halkanın en parlak olduğu yer, ikinci büyük uydu olan Enceladus’un
yörüngesinin hemen içinde kalan bölümdü.
Halka parçacıklarını Voyager bile net olarak gösteremedi. Ancak
büyüklükleri, çakıl taşıyla birkaç metre çaplı buzblokları arasında
değişiyor gibi görünüyordu. Ayrıca halkaların bulunduğu düzlemin 65.000
km aşağısına ve yukarısına kadar uzanan, seyrek yapılı bir hidrojen
bulutuna da rastlanmıştı. Halka parçacıklarının bileşimine gelince,
görünüşe göre parçacıklar basit su buzundan oluşuyorlardı.
Uzay Çağı’ndan önce Satürn’ün dokuz uydusu olduğu zannediliyordu.
Satürn ailesi, Jüpiter’inkinden hayli farklıydı. Satürn’de dört büyük ve
bir düzine küçük yerine, bir büyük (Titan) ve birçok ortaboy uydu
vardı. Uydularından Rhea ve İapetus’un çapı 1500 km; Dioni ve
Tethys’inki ise 1100 km kadardır. Mimas, Enceladus ve Hyperion’un
çapları ise 270 km ile 480 km arasında değişir. Önceden bilinen son uydu
olan Phobe’nin çapı ise topu topu 225 kilometredir. Satürn’den ortalama
13.000.000 km uzakta olan bu uydu, ters yönde hareket etmektedir; bu
durum onun eski bir asteroit olduğu konusunda şüpheye yer bırakmaz.
Ondan sonra 9 yeni uydu daha bulunmuştur. Bunlardan Pan, Atlas,
Prometheus, Pandora, Epinetheus ve Janus, Satürn’e Mimas’tan daha
yakındır. Telesto ve Calypso, Tethys ile aynı yörünge üzerinde hareket
etmektedirler. Dione’nin ise Helene adlı bir Troya’lısı vardır.
Bunlardan başka birkaç küçük uydu daha olduğu ve toplam uydu sayısının
yirminin üzerine çıkacağı düşünülmektedir. Yeni keşfedilen uydulaın
hepsi çok küçüktür; aralarında çapı 150 kilometreden büyük olan tek uydu
Epimetheus’tur.
Saptanan son uydu olan Pan, A Halkası’nın ortasındaki Encke
Bölümü’nün içinde hareket etmektedir. Prometheus ile Pandora’ya çoban
uyduları denmektedir, çünkü F Halkası’nın iki kenarında durarak onu
sabit bir şekilde tutarlar. Prometheus’un yörüngesi halkanın biraz
dışından geçer; dolayısıyla halkayı oluşturan parçacıklardan daha yavaş
hareket etmektedir. Bir parçacık diğerlerinden ayrılacak olursa,
Prometheus onu yavaşlatarak daha içte bir yörüngeye oturmasını sağlar.
Aynı şekilde içeri,Satürn’e doğru yol alan parçacıklar da Pandora
tarafından hızlandırılır ve ana halkaya geri gönderilir. Janus ile
Epimetheus’un eskiden aynı büyük cisim parçaları olduğu kolayca
anlaşılmaktadır. Birçok bakımdan benzerlik gösterirler. Ayrıca dört
yılda bir birbirlerine yaklaşırlar; bu sırada yaşanan ikili etkileşimler
sonucu yörüngelerini değiştirirler. Uzayda sandalye kapma oyunu oynayan
iki ay gibidirler!Küçük uyduların çoğunun şekli biçimsizdir.
Satürn’ün uydularının en büyüğü olan Titan, Ganymede’den sonra
Güneş Sistemi’ndeki ikinci büyük uydudur. Küçük bir teleskopla
görülebilecek kadar parlaktır. Dürbünle bile gördüğünü söyleyenler
olmuştur. 1944’te, bir atmosferi olduğu belirlendei; Voyager’dan önce
atmosferin esas olarak metandan oluştuğu düşünülüyordu.
8 santimlik bir mercekli teleskopla Rhea rahatça, Dione ile
Tethys ise biraz daha zor görülür. İapetus’un durumu biraz gariptir;
uydu Satürn’ün batısındayken, doğusundayken olduğundan çok daha
parlaktır. En çok, Rhea kadar parlak görünür; ancak soluk olduğu
zamanlarda 8 santimlik teleskobun menzili dışında kalır. Bu garip durum,
uydunun G.D. Cassini tarafından 1671 yılında keşfedilişinden beri
bilinmektedir. Bu farkın mantıklı tek açıklaması vardır. Gezegenlerin en
büyük uydularının çoğu gibi, İapetheus da eşzamanlı dönmektedir. Yani,
çevresinde dönmekte olduğu gezegene hep aynı yüzünü göstermektedir.
Bunun nedeni gezegenin çevresindeki dolanım süresinin, kendi ekseni
etrafında dönüş süresine eşit olmasıdır. Bu süre İapetheus için 79
gündür. Yani batı uzanımında her zaman, yansıtma oranı daha yüksek olan
yüzü bize dönüktür.
Voyager 1’in ana hedefi olan Titan, şok yarattı denebilir.
Yüzeyinin görülmesini tamamen engelleyen kalın atmosferinin, bol
miktarda nitrojenden ve hatırı sayılır miktarda metandan oluştuğu
belirlendi. Yüzey basıncı, Dünya’da deniz seviyesindeki basıncın
birbuçuk katından daha fazlaydı. Voyager 1, uydunun 6500 kilometre kadar
yakınından geçtiği halde tek görebildiğimiz, portakal renkli sis olarak
adlandırılabilecek oluşumun üsy katmanıydı. Yüzey sıcaklığı -180*C
(-290*F) olarak ölçülmüştü. Bu oldukça önemliydi çünkü metan gazının,
Titan üzerinde katı, sıvı veya gaz halinde bulunabileceği anlamına
geliyordu. Bu durum, tıpkı H2O’nun Dünya’dan, buz, sıvı su veya su
buharı şeklinde bulunabilmesine benziyordu. Bizim denizlerimize pek
benzemese de, Titan’da bir çeşit kimyasal maddeden oluşan denizler
olabilirdi. Büyük bir olasılıkla da etan ve metanın oluşturudğu bir
karışım.
Titan, haytın ortaya çıkmasına olanak vermeyecek kadar soğuk gibi
görünüyor olsa da üzerinde, söz gelimi portakal renkli siste, birçok
organik maddeye rastlanmıştır. Uyduda hayat için gerekli tüm koşullar
varmış gibi durmaktadır. Bu konunun 2004 yılında aydınlığa kavuşması
bekleniyor; çünkü uydu üzerine yumuşak iniş yapması planlanan yeni
sonda, uyduya o yıl ulaşacak.
Bir konuyu daha belirtmekte yarar görüyorum. Titan’ın kurtulma
hızı, bizim Ay’ımıznkiyle aynı gibidir. Ancak Titan, Ay2dan çok daha
soğuk olduğundan bir atmosfer tutmayı başarabilmektedir. Çünkü sıcaklık
düştüğünde, atomlar ve moleküller daha yavaş hareket ederler bu da kaçma
şanslarının azalacağı anlamına gelir. Milyarlarca yıl sonra Güneş daha
parlak hale geldiğinde Titan’ın, üzerinde hayatın ortaya çıkmasına
olanak verecek kadar ısınacağı düşünülmektedir. Ancak o zaman da, artan
sıcaklık spnucu atmosferin kısa süre içinde kaybedecektir.
Bu arada Voyager’ların, o sırada son derece ters bir konumda
olan Phobe dışında, bütün büyük uyduların çok güzel fotoğraflarını
çktiğini de belirteyim. M,mas’ın buzlu ve kraterli yapısı vardır.
Herschel adı verilmiş büyük kraterin genişliği, uydunun çapının üçte
biri kadardır. Encaladus, buzlu ve küçük kraterli düz sayılabilecek bi
yüzeye sahiptir. Tethys ise neredeyse saf buzdan oluşmaktadır. Üzerinde
yer alan bir hendek, uydunun yarısından çoğu boyunca uzanmaktadır.
Dione, Teehys’ten azıcıkdaha büyük ama çok daha ağırdır. Yarı
kürelerinin parlaklıkları birbirinden farklıdır. Yüzeyinde, birkaç
parlak şekil ile iki üç büyük krater vardır. Rhea’nın yüzeyine
bakıldığında, uydunun son derece yaşlı olduğu görülür. Neredeyse Jüpiter
sistemindeki Callistokadar kraterli bir yapıya sahiptir. Hyperion’un
durumu istisnaîdir. Şekli biçimsizdir; büyüklüğü 360 x 280 x225
kilometre kadardır; bir hamburgere benzediği söylenebilir. Satürn
çevresinde bir tam dönüş yapması 21,3 gün sürer; ancak bu, kendi ekseni
etrafında dönme süresine eşit değildir, yani dönüşü tutulmuş değildir.
Yörüngesinde taklalar atarak ilerliyor gibi görünen Hyperion’un,
dönüşünün de düzensiz olduğu söylenebilir. Bu uydunun eskiden daha büyük
bir gökcisminin parçası olduğu düşünülmektedir; ancak henüz diğer
yarının izine rastlanmıştır.
İapetus’un yarı kürelerinden birisi parlak ve kar kadar
yansıtıcı, daha çok görünen diğeri ise karatahta kadar koyu renklidir.
Kuramcılar burada, benim Zebra problemi olarak adlandırdığım bir sorun
ile karşı karşıyadırlar: Zebra siyah çizgili beyaz bir hayvan mı, yoksa
beyaz çizgili siyah bir hayvan mıdır? Söz konusu olan İapetus ise bu
soruyu cevaplandırabiliriz. Hareketleri ve diğer uyduları
üzerindekietkileri incelendiğinde, yoğunluğunun suyunkinden çok da fazla
sonucuna varılmıştır. Yani uydunun büyük bölümü buzdan oluşmaktadır.
Karanlık bölge ise hâlâ bir bilmecedir. Nedeninin, en dıştaki uydu olan
ve elimizdeki tek ve pek de tatmin edici olmayan fotoğrafında koyu
renkli ve diğer buzlu uydulara pek benzemiyor gibi görünen Phoebe’den
İapetus’a gelen toz olduğu yönünde iddialar vardır. Ancak Phobe ile
İapetus birbirlerine 9,5 milyon kilometreden fazla yaklaşmamaktadır.;
ayrıca İapetus’un üzerindeki lekenin rengi Phoebe’nin tozlarınınkinden
farklıdır. Bu durumda ya geçmişte uyduya bir kuyruklu yıldız çarpmıştır
ya da bu koyu renkli madde buzlu kabuğun altından yukarı çıkmıştır.
Jüpiter’in Galilei uydularını gözlemlemeye göre çok daha zor
olsa da bu uyduların da tutulmaları, geçişleri ve parçalı tutulmaları
gözlemlenebilmektedir. Ancak bu olaylar küçük bir teleskop ile uydular
içinde bir tek Titan izlenebilir. Bu pek de hoş bir durum değildir;
çünkü küçük uyduların yörüngeleri tam olarak bilinmemektedir. Bu
durumda, tutulmaların ve geçişlerin zamanları konuya biraz olsun açıklık
getirebilirdi. İkili olaylara da rastlanmaktadır. Söz gelimi A.E. Levin
ve L.J. Comrie, 8 Nisan 1921’de Titan’ın gölgesinin Rhea’nın üzerine
düşmesi sonucu yaşanan tutulmayı gözlemlemişlerdir.
Pickering, Phoebe’yi, Harvard College Gözlemevi’nin güney istasyonu
olan Peru’daki Arequipa Gözlemevi’nin 60 santimlik teleskobuyla
keşfetmiştir. Altı yıl sonra yörüngesi Rhea ile Titan’ın yörüngeleri
arasında yer alan yeni bir uydu bulunduğunu açıklayan Pickering, bu
uyduya Themis adını vermiştir. Ancak bulunduğu açıklandığı andan
itibaren varlığından kuşku duyulmayan bu uyduyu bir daha gören
çıkmamıştır. Bu durumda hiç var olmadığı da söylenebilir.