Kitap D etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap D etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2011 Pazar

Doğu Ekspresinde Cinayet

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN ADI

Doğu Ekspresinde Cinayet

KİTABIN YAZARI

Agatha Christie / Gönül Suveren

YAYINEVİ VE ADRESİ

Altın Kitaplar Yayınevi Cağaloğlu / İSTANBUL

BASIM TARİHİ

Ocak 1986

KİTABIN YAYIM MAKSADI

Trende Yaşanan Cinayetin Anlatılması

KİTABIN ÖZETİ :

Cinayete kurban olan kişi, Bay Rachett adıyla anılmaktadır. Ve daha sonra gerçek adının Cassetti olduğu ortaya çıkacaktır. Kendisinin öldürüleceğinin farkına varmış ve korunması için aynı trende bulunan dedektif Poirot’a yirmibin dolar teklif etmiş, fakat Bay Poirot adamın tehlikeli biri olabileceğini dedektiflik içgüdüsünün de yardımıyla sezinleyerek kabul etmemiştir.

Cassetti’nin öldürülme sebebi, daha önce çocuk kaçırma olaylarına karışmış olmasıdır. En son ise Amerika’nın tanınmış ailelerinden Armstrong’ların kızını kaçırmış ve fidye istemiş, daha sonra ise de çocuğu öldürmüştür.

Cinayetin aydınlatılma işini Ekspresin müdürlerinden olan Bay Bouc, Poirat’a teklif eder, o da bunu kabul eder ve ipuçlarını o anda trende bulunan doktoru da yanlarına alarak, üçü araştırmaya başlarlar. Cinayeti ortaya çıkarabilecek dört ipucu bulunur;

Bunlar bir kondüktör elbisesi düğmesi, bir pipo temizleyici, üzerinde H harfi bulunan değerli bir mendil ve cinayetin saatini bulmalarına yardımcı olabilecek 01:15’i gösteren durmuş saat, doktor da yaptığı incelemeler sonucunda cinayetin 00:00 ile 02:00 arasında işlenmiş olduğunu ortaya koyar.

Şimdi bir de trende bulunan yolculara göz atalım: Albay Arbuthnot Hindistan’daki görevini bitirerek İngiltere’ye dönmekte, daha sonra aralarında bir ilişki anlaşılan Mary Debenham ise, 25 yaşlarında mürebbiyelik yapan biridir. Mac Queen Rachett’in sekreteri, Prenses Natalia Dragomiroff, yaşlı, soğukkanlı ve son derece çirkin olmasına rağmen güçlü bir kişiliğe sahiptir. Caroline Hubbard, hep kızından bahseden orta yaşlı geveze bir kadın, Masterman ise Rachett’ın uşağıdır. Michel yıllardan beri aynı hatta çalışan kondüktördür. Trende seyahat eden 13 yolcudan diğer altısının isimleri ise, Greta Ohlsson, Kont ve Kontes Andrenyi, Cyrus Hardman, Foscarelli, ve Hildegarde Schmidt’tir.

Delilleri incelemeye ve tanıkları dinlemeye başlayan üçlü, ipuçlarını yavaş yavaş çözerek sonuca ulaşmaya başlarlar. Bu süreçte İstanbul Calais vagonundaki yolcuları tek tek sorgular, cinayetin işlendiği gece koridorlarda gezen kırmızı kimonolu bir kadın saptanır. Cinayeti iki kişinin işlediği kanısına varırlar. Bunun sebebi cesedin üzerindeki bıçak yaralarının fasılalarla açıldığıdır. Tariflere göre cinayeti işleyen esmer, kısa boylu, zayıf ve ince kadın sesli biridir. Bu da cinayeti biri kadın biri erkek iki kişinin işlediği kanısını ortaya koyar.

Cesette on iki adet yara bulunmakta, vagondaki tek pipo içicisinin Albay Arbuthnot olduğu anlaşılır. Düğmelerin bulunduğu üniformayı ise sadece kondüktör giymektedir. Trende H harfiyle başlayan isme sahip biri de bulunmamakta, tüm kapıları kilitli olan trene dışarıdan yolcu binmediğine göre, katil vagonun içerisindedir. İçerideki on üç kişiden biridir ama hangisi?

Kitabın bundan sonraki bölümleri daha da ilginç ve sürükleyicidir. Hercule Poirot hemen her yolcunun bu cinayeti işleyebileceği ihtimaline karşın olanca titizliğiyle onları dinlemeye devam eder. Her birinin cinayeti nasıl ve ne amaçla yapabileceklerini kurgular; ancak hiçbirinin bu işi yapmamış olduklarına dair veriler de mevcuttur. Dışarıdan biri de vagona binmediğine göre bu cinayeti kim planlanmış ve yapmıştır?

Kitap oldukça ilginç ve akla gelmeyecek bir biçimde sonlanır. Poirot ince zekası sayesinde cinayeti çözmüş, en son vagondaki tüm yolcuları yemek salonuna toplar ve cinayeti açıklar. İki ihtimal vardır, birincisini salondakilere anlattığında yolcular bunu fazla inandırıcı bulmaz. İkinci ihtimal ise doğru senaryodur. Fakat bu da yolculardan hiçbirinin işine gelmez.

Her zaman gerçekler doğru olanı ya da olması gerekeni ortaya koymamakta, veya bazı işler öyle olması gerektiği için olmuştur. Birinci ihtimalin tüm yolcular, dedektif, ekspresin müdürü ve doktor tarafından kabul edilmiş olmasının sebebi budur.

Not : Kitap özetlerindeki fikirler yazarların özel fikirlerini yansıtmaktadır.

18 Aralık 2011 Pazar

Dünyanın Ucundaki Fener - Jules Verne

0 yorum | Devamını Oku...
Kısa Kitap Özeti
Dünya’nın güney ucunda ıssız bir adadaki bir fenerin çevresinde gelişen olaylar anlatır. Azgın dalgalar ve korkunç kayalıkların yol açtığı gemi kazalarını önlemek için inşa edilen fenere üç bekçi bırakılır. Bu üç bekçinin adı Vasquez, Felipe ve Moriz’ dir. Ayrıca Devlet Adasında bu üç bekçiden başka kişilerde bulunur. Bunlar Kongre Çetesi’ dir. Bu çetenin başkanının adı Kongre, başkan yardımcısının adı ise Carcante’ dir. Bu çetede Kongre ve Carcante’ den başka bir düzine kişi daha vardır. Bu çete Devletler Adasında bir mağarada kalırlar.

Ülkelerine dönmeyi çok isterler ama bu bir müddet gerçekleşemez. Çünkü bu çetenin ne teknesi ne sandalı ne de yelkenlisi var. Bu yüzden adada mahküm kalırlar. Bir gün bir yelkenli bu çetenin bulunduğu kıyıya gelir. Yelkenli kuma yapışır kalır. Çetenin bu yelkenliyi kumdan kurtarması çetenin bir kaç gününü alır. Daha sonra çete yelkenlinin bir Şili yelkeni olduğunu ve adının ise Masue olduğunu tesbit ederler. Yelkenliyi kumdan kurtardıktan sonra yola çıkarlar. Sonra karşılarına Vasquez, Felipe ve Moriz’ in bulunduğu fener çıkar. Felipe ve Moriz aşağıda dururlar. O sırada haydutlar gelip Moriz’ in başını bir balta ile parçaladıktan sonra Felipe’ yi kurşuna dizerler. Bu olayları gören Vasquez tabancasını ve erzağını alıp olay yerinden kaçar. Sonra haydutlar gelmekte olan bir gemiyi batırırlar ve başka yöne giderler. Bu gemiden John Davis adlı kaptan kurtulur ve Vasquez’i bulur. Bu sırada Vasquez çok bitkindir. “ Su su ” diye bitkin bir şekilde bağırıyordu. Daha sonra Vasquez ve John Davis Santa – fe adlı gemimin onları almaya geldiğini anlayarak telaşlanırlar. Hızlıca fenere koşarlar, kapıyı kapatırlar ve feneri yakarlar. Bütün çabalarına rağmen haydutlar Vasquez ve John Davis’ i önleyemezler. Gemi yaklaşınca Vasquez ve John Davis Santa – fe’ ye binip giderler. Ama yanlarında Felipe ve Moriz olamaz.

Duha Koca Oğlu Deli Dumrul - Dede Korkut Hikayeleri

0 yorum | Devamını Oku...
Duha Koca Oğlu Deli Dumrul, kısaca Deli Dumrul, Deli Dumrul isminde bir er vardır. Deli Dumrul kuru bir çayın üstüne köprü yaptırmıştır. Geçeninden 30 akçe geçmeyeninden döve döve 40 akçe alırdı.Bir gün köprüsünün yayına bir bölük oba yerleşir. Bu obada bir yiğit ölür ve feryatlar üzerine Deli Dumrul atıyla oraya gelir. Feryatların nedenini sorar bir yiğidin öldüğünü öğrenir. Azrail’e kızar ona meydan okur. Onunla dövüşmek için Allah’a yalvarır. Sonra evine döner.

Deli Dumrul bır toy düzenler ve bu toyda Azrail gelir. Deli Dumrul ilk basta direnir, Azrail ise ona bir can bulursa yaşamasına izin vereceğini söyler. Deli Dumrul annesine ve babasına gider ama onlar canlarını vermezler. Can bulamadığı için karısına gider. Karısı da onsuz bu hayatın hiç bir önemi olmadığını söyler ve kendi canını vermeye razı olur. Deli Dumrul Allah’a yalvarır ya ikimizin canını al ya da ikimizi de bağışla diye. Bunun üzerine Allah onları bağışlar, 140 yıl ömür verir ve annesinin, babasının canını alması için Azrail’e emir verir. Deli Dumrul ve eşi 140 yıl ömür sürerler.

Domaniç Dağlarının Yolcusu - Şükûfe Nihal

0 yorum | Devamını Oku...
Yazar, yurt ve millet sevgisi ile doludur. Bu ne­denle, en ücra vatan köşesine dahi giderek, içinden çıkarmış ol­duğu kahramanlar da dahil olmak üzere halkını tanımak istemek­tedir. Bu nedenle Domaniç’e gider.

Bir Yurt Gezisi:

“İstiklâl Harbi sırasında, İnegöl toprakları büyük bir facia yaşamış. Domaniç dağlarından inen bir köylü kadını, düşmana yol göstererek vatanına ihanet eden oğlunu, silahıyla vurup öldürmüş.”
Bu gerçek hikâyeyi duyduğumdan beri hiç aklımdan çık­mamıştı. Ne yapıp edecek, bu olayın geçtiği yöreleri gezecektim. İstanbul’dan Bursa’ya, oradan da İnegöl’e geldim. Bir otelde ko­nakladım. Böyle mühim ve efsanevi bir olayı bilen birileri mutla­ka çıkacak, ben de onunla konuşacak, ayrıntılı olarak yazacaktım.
Kaymakam, reji (tekel) müdürü, otelci Ferhat Ağa daha bir­çok insanla görüştüm. Fakat hiç kimse bir şey bilmiyordu. Günler geçiyor, boşa geçen zamana canım sıkılıyordu. Ülkemin bu yöre­sinin insanlarını yakından tanımak da güzeldi ama, benim geliş amacım farklıydı.
Gördüğüm eşitsizlikler, cahillikler de çok canımı sıkıyordu. Okulu var, yıllardır öğretmeni yok. Gelen öğretmen durmamış, giden öğretmen gelmemiş…Vah benim memleketim.

Köyü sevimli yapmakta, koy sevgisini, ülküsünü aşılamakta, gençliğin terbiyesini üzerine alanların armtşız! Saadeti hep büyük şeylerde aramaya kalkarız da, şu kuru ekmek parçasının bile insana o zevki vereceğini bilmeyiz. Önümüze kolay, bol gelen şeyler, bizi ahlâksızlığa götürüyor, muhakkak! Her bulduğumuz şeyden sonra daha iyisini bekleriz, bulamazsak kendi­mizi bahtsız sayarız, insanları bu şımarıklıktan, bu açgözlülük felâketin­den kurtarmak lâzım.

Bir omrun sonunda verilecek bir hesabı olmamak, insanlığın karşı­sında açık alınla çıkabilmek ne eşsiz bahtiyarlık

Çalışmayan insan, çalışmayan kadın ne demektir? Bir çalışmayan, bir çalışanın sırtından geçinmiyor mu?
Ey Domaniç kadını, nerede yaşayıp nerede Öldüğünü hâlâ Öğrene-mediğim büyük kadın’. Sen de bunlardan biriydin. İnsanların yüzünü kızartan çirkinliklerden, vicdan azaplarından uzak, ömrün şöyle bir yeşil tarlanın ömrüne karışarak yaşadın. Şu bir avuç toprağından başka bir köşesini tanımadığın; bir kuru ekmeğinden, bir avuç bulgurundan başka nimetini tatmadığın vatan uğruna ne sonsuz azaplar çektin. Bİr tanecik yavrunu elinle yerlere serdin.”Onu kandıranlar kabahatli” demedin, affetmedin. Çünkü vatan senin gözünde en kutlu şeydi! O tertemiz dağlar başında, tertemiz duygularla geçen hayatın, her sevgiden üstün olarak yalnız vatan, millet sevgisi tanımıştı!..

Yorgun argın gelip, odama yattım.

Nihayet Domaniç köylüleri pazara geldiler. Yetmiş yaşında bir ihtiyarla birlikte yola koyulduk. Ruhumu tatlı bir destansı hava sardı. Ben nereye gidiyorum? Yurda hıyanet eden oğlunu eliyle kanlara boyamış ananın diyarına!…

O kadın ne büyük bir kadındır, o kadın ne yaman bir kadındır ki, vatanının şerefi uğruna ciğerlerini kendi eliyle sökmüş, paralamıştır. O kadın, kadınların en bahtsızıdır. O kadın, Türk kadınlarının en büyüğü­dür.

Yaşlı ihtiyarla birlikte, yıkık viran bir eve girerler. İhtiyar ses­lenir: “Habibe Kadın, Habibe Kadın!”
Bu esnada, genç mi genç, güzel mi güzel yirmi yaşında bir kadın göründü, yaşlı ihtiyara dönüp baktım. “Sana böyle görünmek istedi” dedi. Yavaşça seslendi:
“Geleceğini, beni arayacağını biliyordum. Seni bekliyordum” dedi.
İkimizin de gözlerinde yaş, dudaklarında ürpermeler var…
Kollarını açtı. Yeryüzünde eşini tanımadığım bir saadete doğru atıldım.

Saadet elle tutulur mu?
Başım bir boşluğa düştü. Domaniç’in hayal kadını bir anda uçup gitti… Bağrımda bir sızı duydum. Hangi muzip kuvvet, beni böyle rüyalarıma girerek aldattı?…………
Böyle bir rüyayı da ancak, başta da belirttiğimiz gibi, vatanı­nı ve milletini çok seven bir kimse görebilir.

Dirse Han Oğlu Boğaç Han - Dede korkut hikayesi

0 yorum | Devamını Oku...
Dirse Han Oğlu Boğaç Han, Bayındır Han’ın sohbetine giden Dirse Han’ın Kara Otağa oturtulması ile Dirse Han’ın karşılanması sırasındaki duygu ve düşünceleri ile oğlu Boğaç Han’ın kahramanlıklarını anlatan Dede korkut hikayesi.

Bayındır Han hükmettiği halka her sene büyük şölen düzenler, yine bir sene gelecek konukların üç ayrı çadırda ağırlanmasını emreder. Bunlar Ak, Kızıl ve Kara çadırlardır. Ak çadır oğlan çocuğu olanlara, Kızıl kız çocuğu olanlar için Kara çadır ise hiç çocuğu olmayanlar içindir. Bayındır Han çocuğu olmayanları, üremeyenleri Tanrı’nın lanetledikleri olarak görür. 

Dirse Han’ın ise çocuğu yoktur yanındaki 60 adamıyla geldiğinde bu davranışı hoş karşılamaz ve hanımına hesap sormaya karar verir. Hanımından hesap sorarken kendini öğüt dinlerken bulur, ama öğüdü de tutar ve büyük yemek düzenler. İnsanlara yardım eder hayır duası alır ve sonunda sağlıklı bir oğlu olur. Oğlan büyür ve Bayındır Han’ın büyük boğasıyla güreşir, kuvvetli yumruğuyla boğayı dizginler ve yener. Şan kazanır Dede Korkut’un iltifatlarına nail olur, babası tarafından da ödüllendirilir. Bunu kıskanan babasının 40 adamı fesatlık düşünürler ve babasını Boğaç Han’a karşı doldururlar.

Bir av düzenlerler ve o sırada türlü oyunlarla oğlanı babasına vurdururlar. Boğaç Han mucizevi şekilde annesinin yardımıyla kurtulur ve babasına eziyet eden, kaçıran 40 adamı yener halkına barış getirir.

Değirmenimden Mektuplar - Alfonse Daudet

0 yorum | Devamını Oku...
ÖNSÖZ

“Pampérigouste’ta oturan noter Honorat Grapazi’nin önünde,
Vivette Cornille’in kocası ve Cigalières’de çiftçilikle uğraşıp yine aynı yerde oturan Bay Gaspard Mitifio, işbu satış senedi gereğince, Paris’te oturan ve şu anda burada bulunan şair Bay Alphonse Daudet‘ye Rhöne koyağında, Provence’ın göbeğinde, yemyeşil çam ve meşe ağaçlarıyla kaplı bir yamaç üzerinde bulunan bir un ve yel değirmenini, bütün hukuksal ve fiili güvenceleri altında ve her tür borç, ayrıcalık ve tutudan uzak olarak sattığını ve teslim eylediğini ve kanatlarının ucuna değin çıkan yabanıl asma, yosun, biberiye ve öteki asalak bitkilerden de anlaşılacağı üzere, sözü geçen değirmenin yirmi yılı aşkın bir zamandan beri bırakılmış ve öğütme özelliğinden tümüyle yoksun bulunduğunu, buna karşın Bay Alphonse Daudet‘t’nin sözü geçen değirmeni, kırık bulunan büyük çarkı ve tuğlaları arasından ot biten düzlüğüyle, olduğu ve bulunduğu gibi isteğine ve şairlik çalışmasına uygun olduğunu belirterek satıcıya karşı hiçbir vazgeçme hakkı olamamak ve yapılması olası onarım için yararı ve hasarı kendisinin olmak koşuluyla kabul ettiğini,
Bu satışın iki tarafça anlaşılan fiyat üzerinden şair Bay Alphonse Daudet‘ tarafından noterlik yazıhanesi üstüne konan geçer akçayla hesap edilmiş bedelin, aşağıda imzaları bulunan noterlerle tanıkların gözleri önünde ve alındı karşılığında, Bay Mitifio tarafından tümüyle alınarak yapılmış olduğunu, işbu işlemin Pampérigouste’ta, noter Honorat’nın işyerinde, fifreci Francet Mamai ile beyaz cüppeli tövbe etmişlerin haç taşıyıcısı Quique takma adıyla tanınan Louiset’nin yanında yapıldığını,
Ve senedin okunarak taraflar ve noterce imzalandığını…”

YERLEŞME

Buna en çok şaşanlar tavşanlar oldu! Değirmenin kapısını kapalı ve duvarlarla öndeki düzlüğü otlar bürümüş göre göre, sonunda değirmencilerin kökü kurudu sanmışlar ve yeri uygun bularak, burasını tıpkı bir karargaha, stratejik bir üse dönüştürmüşlerdi. Burası sanki tavşanların Jemmapes değirmeni olmuştu. Geldiğim gün, bunlardan, abartısız yirmi kadarı, çepeçevre düzlüğe oturmuş, ön ayaklarını ay ışığına uzatıp ısınmaktaydılar. Pencereyi aralar aralamaz, fırt! Bütün ordugah bozguna uğradı ve kuyruk havada, bütün o küçük beyaz kıçlar, haydi fundalığa. Umarım, yine gelirler.
Beni görünce şaşıranlardan biri de, yirmi yıldan beri değirmende oturan, birinci katın kiracısı, düşünür tavırlı, yaşlı ve korkunç bir baykuş oldu. Kendisini yukarı ki odada, ana milin üstünde, sıva ve kiremit parçaları arasında dimdik ve kıpırtısız buldum. Bana yuvarlak gözleriyle bir an baktı, sonra beni yabancı bulmuş olacak ki, "Hu! Hu!" demeye ve tozdan kurşuni bir renk almış kanatlarını güçlükle çırpmaya başladı. Ah, bu düşünürler! Fırça nedir, bilmezler!... Neyse, bu kırpışık gözlü ve asık yüzlü sessiz kiracı, bu haliyle hepsinden çok hoşuma gitti. Ben de hemen kira sözleşmesini yeniledim. Eskisi gibi değirmenin bütün üst katı, çatıdaki girişiyle birlikte, onun olacak. Bana da alt kattaki beyaz badanalı, tıpkı bir manastır yemekhanesi gibi basık ve kemerli küçük oda kalıyor.
***
İşte size oradan yazıyorum. Kapım ardına dek açık, çevre günlük güneşlik. Işık içinde, pırıl pırıl, güzel bir çam korusu, karşımda, yamacın eteklerine uzanıyor... Ufukta Küçük Alpler'in zarif tepeleri beliriyor... Çıt yok... Ancak uzaktan uzağa bir kaval sesi, lavanta çiçekleri arasından bir kurlinin ötüşü, yoldan da bir katır çıngırağı... Bütün bu güzel Provence görünümü, ancak ışıkla can buluyor.
Artık, nasıl olur da ben, sizin o gürültülü ve karanlık Parisinizi özlerim! Değirmenimden öyle hoşnutum ki! Burası tam istediğim gibi, gazetelerden, paytonlardan, sisten fersah fersah uzakta, güzel kokulu, ılık bir köşe! Çevremde ne güzel şeyler var! Henüz yerleşeli sekiz gün olmadan, içim anı ve izlenimlerle dolup taşıyor... Bakın, daha dün akşam yamacın eteğindeki bir çiftliğe sürülerin dönüşünü seyrettim. Vallahi bu hafta içinde Paris tiyatrolarında taze taze gördüğünüz bütün o oyunlara bu görünümü değişmem. Siz hak verin!
Şunu bilin ki, Provence'ta sıcaklar başlayınca, davarı Alplere göndermek görenektir. Hayvanlar ve insanlar bir arada, yukarıda açık havada, bellerine değin ota gömülü, beş altı ay kalır; sonra, güzün ilk serinliğinde çiftliğe inilir ve biberiye kokan boz tepeciklerde uslu uslu otlanır. Evet, dün akşam sürüler dönüyordu; sabahtan beri çiftlik kapısının iki kanadı da ardına dek açıktı, ağıllar taze samanla doluydu. Herkes, saat başında, birbirine "Şimdi Eyguières'e varmışlardır; şimdi Paradou'dadırlar," diyordu. Sonunda akşama doğru, "İşte göründüler!" diye bağrışıldı. Artık ta uzakta, sürünün bir toz bulutu içinde yaklaştığını görüyoruz. Sanki bütün yol sürüyle birlikte yürüyor gibi.
Başta tos vurur gibi boynuzlarını uzatmış, yaban yaban, yaşlı koçlar yürüyor, arkada da yavrulamışları biraz bezgin, kuzuları ayak altında, bütün koyun sürüsü geliyordu. Sonra bir günlük kuzuları küfede sallaya sallaya taşıyan kırmızı ponponlu katırlar, sonra dilleri bir karış sarkmış, kan ter içinde çomarlar, daha sonra da harmani gibi topuklarına dek inen devetüyü renginde abalarına bürünmüş iki kabadayı çoban.
Bütün bu topluluk, keyifli keyifli önümüzden geçiyor; bir sağanak gürültüsüyle yeri çiğneye çiğneye kapıdan içeri dalıyordu. Evdeki telaşı görmeliydiniz! Sorguçlu ve yeşilli, yaldızlı kocaman tavuslar, tünekleri üstünde, gelenleri tanıdılar ve korkunç bir boru sesiyle karşıladılar. Kümes halkının uykusu başına sıçradı, herkes ayakta: Güvercinler, beçtavukları, ördekler, hindiler, hepsi... Bütün kümes çılgına döndü, tavuklar sabahlamayı akıllarına koymuşlar!.. Sanki her koyun kendi postunda yabanıl bir Alp kokusu ve dağların o insanı sarhoş eden ve zıp zıp oynatan keskin havasından biraz getirmiş.
İşte böyle bir gürültü patırtı içinde, sürü yerine yerleşiyordu. Bu nasıl da hoş bir yerleşme. Eski yemliklerini görünce, yaşlı koçların gözleri sulanıyor, kuzular, miniminileri, yolda doğup da çiftliği hiç görmemiş olanları, şaşkın şaşkın, çevrelerine bakınıyorlardı.
Ama en dokunaklısı, köpeklerin haliydi: O sürünün çevresinde harıl harıl koşup duran ve çiftlikte gözleri sürüden başka bir şey görmeyen babacan çoban köpekleri!.. Evin köpeği, kulübesinden istediği kadar kendilerini çağırsın, kuyunun ağzına dek soğuk suyla dolu kovası, istediği kadar onlara işaret etsin; boşuna! Onlar, sürü ağıla girmedikçe, küçük çit kapısının sürgüsü sürülmedikçe ve çobanlar alçak tavanlı yemekhanede sofra başına oturmadıkça, hiçbir şeye kulak asmıyorlar. Ancak o zaman kulübelerine girmeye razı oluyorlar ve tiritlerini yalayıp yutarken, o kurtların dolaştığı ve ağızlarına dek çiğle dolu kıpkırmızı, koskocaman yüksük otlarının bulunduğu karanlık diyarda neler yaptıklarını anlatıyorlar.

BEAUCAIRE YOLCU ARABASI

Buraya geldiğim gündü. Pek öyle uzun boylu yollara düşmeden arabalığına dönüvermek olanağı varken, sırf çok uzaklardan geliyormuş duygusunu vermek için, yol boyunca salına salına dolaşan köhne bir salapuryaya, yani Beaucaire yolcu arabasına binmiştim. Üst katta, arabacıdan başka, beş kişiydik.
Önce, kısa boylu, tıknaz, kıllı, yabanıl hayvan kokan, iri gözleri kan çanağı, kulaklarında gümüş küpelerle bir Camargue korucusu, sonra iki Beaucaireli ekmekçiyle hamurcusu, ikisi de kıpkırmızı, tıknefes, ama yandan bakılınca profil görkemli, sanki Vitellius'un suratı kazınmış iki Roma madalyası... Bundan başka, en önde, arabacının yanında bir adam... Yoo, özür dilerim; bir kasket... Ağzını açmadan, üzgün üzgün yola bakan, tavşan derisinden kocaman bir kasket.
Bütün bu adamlar birbirlerini tanıyorlar ve hiç çekinmeden, yüksek sesle kendi işlerinden söz ediyorlardı. Camarguelı birisi, bir çobana yaba salladı diye, Nimes'daki sorgu yargıcının karşısına çıkarıldığını ve oradan döndüğünü anlatıyordu. Eh, Camarguelıların kanı kaynar doğrusu... Ya Beaucairelilerinki? Az kalsın Meryem Ana yüzünden birbirlerini boğazlayacaklardı. Sanırım ekmekçi, Provencelıların öteden beri "Anacık" dedikleri, hani o İsa çocuğu kollarında taşıyan Meryem Ana'ya bağlı kilisenin bağlılarındanmış. Hamurcusuysa, tersine, erden Meryem'e, hani kolları sarkık, ellerinden ışık saçan ve gülümseyen o güzel betime [tasvire] adanmış yepyeni bir kilisede ilahi okurmuş. İşte kavganın nedeni buydu. Bu iki sofu katoliğin, birbirlerine ve Meryem Analarına sövmeleri, asıl görülecek şeydi:
- O senin erden dediğin karının maşallahı vardır!
- Haydi sen de be! Sen de anacığının turşusunu kur!
- Seninki Filistin'de az mı fındık kırdı!
- Ya seninki?.. Hah, hah, bırak şu karıyı! Kim bilir ne haltlar etmiştir. İstersen bir sor bakalım, Yusuf Neccar'a!...
Bir bıçak bıçağa gelmedikleri kalmıştı. Hani o da olsaydı, insan kendini Napoli rıhtımlarında sanacaktı. Arabacı işe karışmasaydı, belki de bu güzel din tartışmasının sonu kötüye varacaktı. Bereket versin arabacıya. Beaucairelilere gülerek:
- Bırakın canım! Şu Meryem bende seninzla kafa şişirmeyin! Bunlar, karı dedikodusu, karı. Erkekler böyle şeylere karışmaz! dedi ve her şeyden kuşkulanan bir adam tavrıyla kırbacını şaklattı. Onun bu hali, herkesi kendisine hak verdirdi.
Tartışma kesilmişti, ama bir kez coşmuş olan ekmekçi, içinde kalanları da şöyle bir boşaltmak istiyordu. Tuttu, köşesinde sessiz ve üzünçlü oturup duran zavallı kaskete, alaycı bir tavırla:
- Ya senin karı, bileyci?... dedi, seninkinin Meryem Anası, hangisi?
Bu tümcede pek gülünç bir cinas olmalı ki, bütün üst kattakiler hep birden, bastılar kahkahayı... Bileyci, gülmüyordu; sanki işitmemiş gibiydi. Ekmekçi, bu hali görünce, bana döndü:
- Karısını bilmezsiniz, değil mi mösyö? Acayip karıdır vesselam! Beaucaire'de bir eşi daha yoktur.
Gülüşmeler arttı. Bileyci kıpırdamadı bile. Yalnız, başını kaldırmadan, yavaşça:
- Sus be ekmekçi! demekle kaldı.
Ama bu hınzır ekmekçinin susmaya hiç de gönlü yoktu, yeniden tutturdu:
- Aman Allah! Böyle bir karısı olan herifin acınacak nesi var? İnsanın öylesiyle canı sıkılır mı hiç? Değil mi ya?.. Yosmayı her altı ayda bir kaçırırlar. Dönüşte de size bol bol öyküler anlatır... Hem canım, öyle karı kocalığa can kurban! Bakın, mösyö, daha evleneli bir yıl olmuştu ki, hop, karı bir çikolata tüccarıyla İspanya'ya kapağı attı. Kocası evinde yapayalnız kaldı. Zamanını ağlamakla, kafayı çekmekle geçirdi. Bir zaman sonra, gördük ki yosma, İspanyol kılığında, elinde bir zilli tef, memlekete dönmüş! Kendisine!
- Aman! dedik, saklan; herif seni öldürecek!..
Öldürmek ha!.. Allah için!.. Kuzu kuzu yine karı koca oldular. Karı tuttu, kendisine zilli tef çalmayı bile öğretti.
Yine kahkahalar koptu. Bileyci, köşesinde, yine başını kaldırmadan mırıldandı:
- Sus be ekmekçi!
Ekmekçi aldırmadı, sürdürdü konuşmasını:
- Belki de bu yosma, İspanya'dan döndükten sonra, artık hanım hanımcık evinde oturdu, sanırsınız ha!.. Yok efendim, ne münasebet!.. Kocası işi tatlıya bağlamıştı ya! Karı yine azdı. İspanyol'dan sonra, bir subay peydahladı, sonra Rhône'da sandalcılık eden bir herif, daha sonra bir çalgıcı, daha sonra... yine birisi!.. Asıl işin hoş yanı, her seferinde aynı güldürü. Karı gitti mi, seninki ağlar; bir de dönüp geldi mi, çektiklerini çabucak unutur. Her zaman karıyı kaçırırlar, her seferinde herif yine kabul eder. Doğrusunu söyleyeyim, karı da karıdır ha! Lokman hekimin ye dediği!.. Şirin, kıvrak, fıkırdak mı fıkırdak; üstelik süt gibi bir ten, erkek gördü mü, hemen gülüveren ela ela gözler... Sözün kısası, Parisli mösyö, Beaucaire'e yolunuz düşerse...
Zavallı bileyci, yürek paralayan bir sesle:
- Ah, sus be ekmekçi! dedi. Yalvarırım sana...
Tam o sırada araba durdu. Anglores Çiftliği'ne varmıştık, Beucairelilerin ikisi de burada inecekti. Doğrusu, onları alıkoymak aklımdan bile geçmedi. Hınzır ekmekçi! Çiftliğin avlusundan hâlâ kahkahası duyuluyordu.
***
Bu adamlar gidince, arabanın üst katı boşalmıştı sanki. Camarguelı da Arles'da indi. Arabacı yolda, atlarının yanı sıra yürüyordu. Yukarıda, her birimiz kendi köşemizde, bileyciyle ben kalmıştım. Susuyorduk. Hava sıcaktı, arabanın meşini sanki yanıyordu. Zaman zaman gözlerimin kapandığını, başımın ağırlaştığını duyuyordum. Ama uyuyabilirsen uyu! Kulağımda hep o yumuşak, o insanın içini burkan "Sus be, yalvarırım sana!" sözü... Zavallı adam, o da uyumuyordu. Arkadan, koca omuzlarının ürperdiğini, elinin, o solgun ve kaba elinin yaşlı bir adamın eli gibi sıranın dayanılacak yerinde titrediğini görüyordum. Ağlıyordu...
Arabacı birdenbire bana:
- Parisli, geldik artık! diye seslendi. Kırbacıın ucuyla da, üstünde kocaman bir kelebek gibi iğnelenmiş değirmeniyle bizim tepeyi gösteriyordu.
Hemen inecektim... Bileycinin yanından geçerken, şu kasketin altına bir bakayım dedim. Gitmeden önce kendisini görmek istiyordum. Zavallı, niyetimi anlamış gibi, birdenbire başını kaldırdı ve gözlerini gözlerime dikti. Boğuk bir sesle:
- Bana iyi bak, arkadaş! dedi, günün birinde Beaucaire'de bir cinayet olduğunu duyacak olursan, hiç çekinmeden katilin kim olduğunu biliyorum diyebilirsin!
Yüzü küçücük solgun gözleriyle, nasıl da sönük ve üzünçlüydü. Bu gözler, yaş içindeydi, ama bu seste kin vardı. Kin, zayıfların öfkesi!.. Karısı olsaydım, kendisinden sakınırdım!

CORNILLE USTA'NIN GİZİ

Ara sıra, geceleri bizde şarap içerek vakit geçiren Francet Mamai yok mu? Hani canım, şu yaşlı fifreci! İşte o... Geçen akşam, yirmi yıl önce bizim değirmende geçen küçük bir köy faciasını anlattı. Adamın öyküsü bana öyle dokundu ki, ben de size duyduklarımı olduğu gibi anlatmak istiyorum:
Bir an düşünün sevgili okurlarım; buram buram kokan bir şarap testisinin önüne oturmuşsunuz da, yaşlı bir fifreciyi dinliyorsunuz.
Ah efendim, bizim memleket, eskiden bugünkü gibi ölü, sesi kısılmış bir yer değildi. Eskiden burada değirmencilik öyle işlek bir sanattı ki, çepeçevre on fersahlık yerden, çiftlikler öğütülecek buğdayı bize getirirlerdi. Köyü saran tepeler, yeldeğirmenleriyle kaplıydı. Sağda, solda, mistral (*) esince çamların üstünden, dönen kanatlarla, yollar boyunca inip çıkan çuval yüklü eşek katarlarından başka bir şey görülmezdi. Bütün hafta, yukarıdan gelen kırbaç seslerini, kanat tıkırtısını, değirmenci çıraklarının deh-çüşünü dinlemek, ne hoştu!... Pazarları, öbek öbek, değirmenlere giderdik. Yukarıda değirmenciler, bize şarap sunarlardı. Hele değirmenci kızları! Dantelalı atkıları ve altın haçlarıyla, kraliçeler gibi güzeldiler. Ben de fifremi getirirdim; gece oluncaya dek dans edilirdi. Değirmenciler, bizim memleketin şenliği, zenginliğiydi.
Ne yazık ki, Parisli birkaç Fransızın aklına, Tarascon yolu üzerinde bir un fabrikası kurmak geldi. Bilirsiniz ya, eskinin alıcısı olmaz, derler. Bizimkiler de buğdaylarını fabrikaya göndermeye başladılar. Zavallı yel değirmenleri, böylece işsiz kaldı. Başlangıçta, bir süre dayanmaya yeltendiler; ama fabrika daha güçlü çıktı ve hepsine topu attırdı... Artık o küçücük eşekler gelmez oldu... Güzel değirmenci kızları, altın haçlarını sattılar... Ne şarap kaldı, ne de dans... İstediği kadar mistral essin, kanatlar artık dönmüyordu... Sonunda bir gün, belediye bu yıkıntıları yerle bir ettirdi ve yerlerine asmalar ve zeytin ağaçları dikildi.
Ama bu bozgun havası içinde, bir tek değirmen kafa tutuyor ve tepenin üstünde, fabrikacılara inat, boyuna dönüp duruyordu. Bu, Cornille Usta'nın değirmeniydi; işte şu anda içinde bulunduğumuz değirmen!..
***
Cornille Usta, altmış yıldan beri unlar içinde yaşamış, sanatına çılgın gibi bağlı, yaşl bir değirmenciydi. Fabrikaların kurulması onu deliye döndürmüştü. Tam bir hafta, köyün içinde sağa sola başvurdu, halkı başına topladı, fabrika unuyla Provence halkını zehirlemek istediklerini bağıra çağıra söyledi, durdu. "Sakın ha, oraya gitmeyin," diyordu, "Bu haydutlar, un yapmak için buhar kullanıyor. Buhar şeytan işidir. Ama ben poyrazla, mistralle çalışırım. Poyrazla mistral, Tanrı'nın soluğudur..." Böylece yel değirmenlerini övmek için ne güzel sözler buluyordu; buluyordu, ama kimsenin kulak astığı da yoktu.
Bunun üzerine, yaşlı adam kudurmuşa dönerek değirmenine kapandı ve yabanıl bir hayvan gibi, tek başına yaşadı. Yanına torunu Vivette'i bile almak istemiyordu. On beş yaşındaki bu kız çocuğunun, anası babası öldükten sonra, dünyada ondan başka kimsesi kalmamıştı. Kızcağız, karnını doyurmak için şurada burada, çiftliklerde ekin kaldırdı, ipek böceklerine baktı, zeytin ağaçlarının dibini çapaladı. Oysa büyükbabası kendisini de pek sever görünüyordu. Sık sık torununu görmek için kızgın güneşin altında, ta kızın çalıştığı çiftliğe dek, saatlerce taban tepiyor ve yanına gelince de, saatlerce kızın yüzüne bakarak ağlıyordu...
Memlekette herkes, yaşlı değirmencinin, elisıkılıktan Vivette'i kapı dışarı ettiğini sanıyordu. Torununun böyle, bir çiftlikten öbür çiftliğe sürünüp durması, kahyaların kabalığına hedef olması, genç hizmetçiler dünyasının her türlü yoksunluğu içinde yuvarlanıp gitmesi, hep onun suçudur, deniyordu. Sonra Cornille Usta gibi tanınmış, o zamana dek herkesin saydığı bir adamın, yalınayak, başında delik deşik bir külah, sırtında lime lime bir ceket, sokaklarda dolaşması, hiç de hoşa gitmiyordu... Öyle ki, pazarları kiliseye girdiğini görünce, biz yaşlılar, onun hesabına utanıyorduk. Cornille, bu durumumuzu anlamıştı; o da gelip ileri gelenlere ayrılmış olan sıraya oturmaktan çekiniyor, kilisenin bir yanında, kutsal su kabının yanıbaşında, yoksullarla birlikte ayakta duruyordu.
Cornille Usta'nın halinde, anlamını pek kavrayamadığımız bir şeyler vardı yine. Epey zamandan beri, köyden kendisine kimsenin buğday horozlar ötüyorürdüğü yoktu, ama değirmenin kanatları, yine eskisi gibi dönüp duruyordu... Akşamları, yollarda, önüne kocaman un çuvalları yüklü eşeğini katmış giden yaşlı değirmenciye raslayanlar çoktu. Köylüler ona:
- Akşamlar hayır olsun, Cornille Usta! diye sesleniyorlardı. Nasıl, değirmen hep dönüyor mu?
Yaşlı adam, neşeli neşeli:
- Hep dönüyor, çocuğum! diyordu. Tanrı'ya şükür, işsiz kaldığımız yok!
Bunca işi nereden bulduğu sorulunca da, parmağını dudağına horozlar ötüyorürüyor ve pek ciddi bir tavırla, "Aman susss!" diyordu. "Dışsatım için çalışıyorum..." Ağzından daha çoğunu kapmak olanaksızdı.
Değirmene ayak basmaya gelince, onu bir kalem geç. Vivetteciğin bile girdiği yoktu...
Önünden geçildikçe, kapının hep kapalı, kocaman kanatlarınsa hep dönmekte olduğu görülürdü. Kocamış eşek hep alandaki çimenlerin üzerinde otlar, pencerenin pervazında upuzun ve sıska bir kedi güneşlenir ve gelip geçene hain hain bakardı.
Bütün bunlar, halka gizemli geliyor ve herkesin çenesini yoruyordu. Cornille Usta'nın gizini, herkes kendine göre açıklıyordu. Ama genel kanı, bu değirmende un çuvalından çok altın bulunduğu yolundaydı.
***
Sonunda her şey ortaya çıktı. Bakın nasıl:
Genç kızlarla delikanlıları fifre çalarak dans ettirip dururken, bir gün, bizim oğlanların büyüğüyle Vivetteciğin birbirlerine abayı yaktıklarını anladım. Doğrusu bu işe hiç de kızmadım, çünkü ne de olsa Cornille adının aramızda onuru, saygınlığı vardı; hem sonra, o güzel kızcağızın evimde keklik gibi sektiğini görmek pek hoşuma gidecekti. Yalnız, bizim sevdalılar, birbirlerini pek sık gördükleri için, ne olur ne olmaz, bir kaza çıkmasın diye, hemen işi yoluna koymak istedim ve büyükbabaya konuyu çıtlatmak amacıyla değirmene yollandım. Yollandım ama, yaşlı büyücüye kapıyı açtırmak ne mümkün! Anahtar deliğinden, zar zor, ne için geldiğimi anlatmak istedim. Söz söylerken, o Tanrı'nın belası sıska kedi, tepemin üstünde şeytan gibi pıhlayıp duruyordu.
Yaşlı adam sözümü bitirmeme bile zaman bırakmadı. Ağzına geleni, bağıra çağıra söyledi durdu. Yok defolup gitmeliymişim, yok fifremle uğraşmalıymışım, yok oğlumu hemen evlendirmek istiyorsam, un fabrikasından kız almalıymışım... Elbette, bu kötü sözleri duyunca kan beynime sıçradı, ama yine kendimi tuttum; bunağı değirmende bırakarak döndüm ve çocuklara başıma gelenleri anlattım. Yavrucaklar bir türlü inanamıyorlardı. Her ikisi de birlikte, büyükbabayla görüşmek üzere değirmene gitmek iznini, bir iyilikmiş gibi isteyince, ben de olmaz diyemedim. Bizim sevdalılar da, fırt, hemen uçup gittiler.
Tam yukarıya vardıkları sırada, Cornille Usta değirmenden çıkmışmış. Kapı adamakıllı kilitliymiş, ama yaşlı adam merdivenini dışarıda bırakmış. Hemen çocukların aklına, pencereden girip şu ünlü değirmene bir göz atmak gelmiş...
Tuhaf şey! Değirmen taşının bulunduğu yer, bomboşmuş. Ne bir çuval, ne bir buğday tanesi... Ne duvarlarda, ne de örümcek ağlarının üstünde undan bir iz varmış. Değirmenlerde duyulan o sıcak öğütülmüş buğday kokusu bile yokmuş... Ana mil toz içindeymiş ve sıska kedi, üstüne çıkmış, uyuyormuş.
Alttaki odada da aynı durum... Kötü bir yatak, bir kaç paçavra, merdivenin basamağı üzerinde bir parça ekmek, sonra bir köşede, patlamış yerlerinden kireç ve alçı topakları dökülen üç, dört çuval...
İşte Cornille Usta'nın gizi buradaydı. Değirmenin onurunu kurtarmak ve herkesi içerde buğday öğütüldüğüne inandırmak için, akşamları yollarda dolaştırdığı şey, bu alçı ve kireç döküntüsüydü. Zavallı değirmen! Zavallı Cornille!... Çoktan beri un fabrikaları, bütün işi ellerine almışlardı. Kanatlar, boyuna işliyordu, ama değirmen taşı boşta dönüyordu.
Çocuklar ağlaya ağlaya bana gördüklerini anlattılar. Onları dinledikçe, yüreğim parçalanacak gibi oluyordu. Hemen, dakika geçirmeden, komşulara koştum ve onlara, iki sözle konuyu anlattım. Hemen, evlerde tahıl olarak ne varsa yükletip Cornille'in değirmenine horozlar ötüyorürmeyi kararlaştırdık. Dediğimizi de hemen yaptık. Bütün köy halkı yola düzüldük ve buğday (ama bu kez gerçek buğday) yüklü bir eşek kervanıyla yukarıya vardık.
Değirmenin kapıları ardına dek açıktı... Cornille Usta kapının önünde, bir alçı çuvalının üstüne oturmuş, başını elleri arasına almış, ağlayıp duruyordu. Değirmene döndüğü zaman, kendisi yokken içeriye girdiklerini ve o üzücü gizi öğrendiklerini anlamıştı.
- Vah zavallı ben! diyordu, artık ölmekten başka umarım kalmadı... Değirmenin onuru bitti!
Değirmenine türlü türlü adlar takıp, ona bir insanmış gibi söz söyleyerek, yürekleri paralayan hıçkırıklarla durmadan ağlıyordu.
Bu sırada eşekler, değirmenin önündeki düzlüğe varmışlardı; biz de, o eski zamanlarda olduğu gibi, var gücümüzle:
- Hey değirmenci! Hey, Cornille Usta! diye bağrışmaya başladık.
Hemen çuvallar kapının önüne yığıldı ve altın gibi buğday taneleri, her yandan yerlere döküldü.
Cornille Usta'nın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Buruşuk elinin avucuna buğday doldurmuş, hem gülüyor, hem ağlıyor, hem de:
- Buğday bu! Tanrım! diyordu, hem de iyisinden. Bırakın da seyredeyim.
Sonra bize dönerek:
- Ah, yine bana geleceğinizi biliyordum, diyordu. Bütün bu un fabrikalarındaki herifler hırsızdır.
Kendisini omzumuza alarak alayla köye horozlar ötüyorürmek istiyorduk:
- Hayır, olmaz çocuklarım, diyordu. Her şeyden önce gidip değirmenime besinini vereyim. Ne zamandan beri ağzına bir lokma girmedi.
Zavallı yaşlı adamın, bir yandan çuvalları boşaltmak, bir yandan da unun incecik beyaz tozu tavana yükselirken değirmentaşını yönetmek için bir sağa, bir sola çırpınıp durduğunu gördükçe, hepimizin gözleri doluyordu.
Kendimizi övmek gibi olmasın, ama o günden sonra, yaşlı değirmenciyi hiç işsiz bırakmadık. Sonunda, bir sabah Cornille Usta öldü ve bizim son yeldeğirmenimizin kanatları bu kez sonsuza dek durdu... Cornille ölünce, kimse onun yerine geçmedi. Ne yaparsınız efendim! Bu dünyada her şeyin bir sonu var. Rhône boyunca gidip gelen pazar kayıklarının, kukuleteli boyun atkılarının, iri çiçekli ceketlerin modası nasıl geçmişse, yeldeğirmenleri de artık tarihe karışmış olmalı!

Define Adası - Robert Louis Stevenson

0 yorum | Devamını Oku...
Kitabın Adı:DEFİNE ADASI
Kitabın Yazarı: Robert Louis STEVENSON
Kitabın Yazılma Yılı:1881-82
Kitabın Yayınevi: Türkiye İş Bankası Yayınları
Kitabın Basım Yılı: 2008
Sayfa Sayısı:264
Kitabın Konusu: Define Adası İskoçyalı yazar Robert Louis Stevenson’un yazdığı bir macera romanıdır. Ayrı bir kitap olarak 1883 senesinde çıkan bu yapıt, daha önce 1881-1882 yıllarında bir çocuk dergisinde diziler halinde yayınlanmıştır.

Tüm romanların belki de en çok işlenenidir. Tropikal adalar, x işaretli hazine haritaları ile tek gözü kör ve bantlı, bir eli kancalı, omuzunda papağanı ile belleğimizde canlandırdığımız korsan kavramları üzerinde Define Adasının büyük etkisi olmuştur.

Stevenson Define Adası’nı yazmaya başladığında 30 yaşındaydı, bu onun bir romancı olarak ilk başarısı olacaktı. İlk onbeş bölüm 1881′de İskoçya yaylalarında bulunan Braemar’da yazıldı.

Kitabın Özeti:
Babam, annem ve ben İngiltere’nin batı sahillerinde, küçük bir kasabada, küçük bir hanı işletiyorduk. Ben, on on iki yaşlarıdayken, bir gün hana iri yarı, kir pas içinde, suratında yara izi olan, denizci birisi geldi. Hanımızı beğendiği için kalacağını, fazla yemek ve yer seçici olmadığın belirtti ve üç altını çıkartıp masanın üzerine avans olarak koydu.
Bir gün bana, dikkatli olup, bir ayağı tahta olan bir denizciyi gördüğümde, kendisine haber verirsem, ayda dört peni kazana­cağımı söyledi. Ben de kabul ettim. O günden sonra gözümü dört açtım.
Akşamlan içiyor, maceralarım anlatıyor, milleti kendisini dinlemesi için zorluyordu. Müşteriler ondan çekindikleri için seslerini çıkaramryorlardı ama her geçen gün de handan çekiliyor­lardı. Babam, “eyvah, bu gidişle iflas edeceğiz” diyordu. Aradan aylar geçmiş olmasına rağmen handan gitmeye niyeti yok gibiydi. Bir müddet sonra ne bana, ne de babama para vermez oldu. Gün geçtikçe borcu birikiyordu. Babamla sık sık tartışıyorlardı. Bir tartışma sırasında, babam kalp krizi geçirdi. Gelen doktor, aynı zamanda bölge polisi imiş. Kaptanın eli bıçaklı halini görünce, ona kızdı ve bir suç işlerse hapse tıkacağını belirtti. Ne hazin ki, birkaç gün sonra babam öldü.
Babam ölmeden birkaç gün Önce, bîr denizci gelip, “Bili bu­rada mı?” diye sordu. Tarifinden kaptanı aradığını anlamıştım. Bir müddet sonra, kaptan uzaktan görünce saklandı. Kaptan içeri girip oturduktan sonra, birden bire ortaya çıkıp, afallayan kapta­nın yanına gidip oturdu. Biraz sonra karşılıklı olarak bıçaklarını çektiler ve kapıştılar. Sonra, bizim kaptan diğerini önüne katıp kovaladı, ama biraz sonra da bayılıp yere düştü. Meğer, sara nö­beti geçiriyormuş. Babamı kontrole gelen doktor onu da muayene etti ve böyle içmeye devam ederse çok yakında öleceğini söyledi.

Bu arada da babam öldü.
Birkaç gün sonra, kör bir adam gelip, kaptanla görüştü. Git­tikten sonra, kaptan “bana altı saat süre tanıyorlar” dedi, ama birkaç dakika sonra da sarsıla sarsıla Öldü. Bu kısa süre içinde gördüğüm ikinci ölümdü.
Annemle, ölünün başında bir müddet bekledikten sonra, yardım almak için köye gittik. Kaptan Flint ismini duyan, hiç kimse yanımıza yaklaşamıyordu. Mecburen, yine yalnız başımıza hana geldik. Kaptanın odasına çıkarak, sandığını açtık, gelenler olduğu için acele ile, bazı kağıtları ve paralan alıp handan çıktık. İlerde bir yere saklandık ve biraz sonra yedi sekiz kişinin ellerinde meşalelerle hanın kapısında olduklarını gördük. Sonra içeri girdi­ler. Bir müddet sonra aralarında tartışmaya, sonra da duydukları at sesleri nedeniyle kaçmaya başladılar. Sadece kör kaptan ortada kalmıştı. Hızla gelen atlılardan birisinin çarpmasıyla o da öldü. Koşa koşa annemin yanına gittim. Kadıncağız, korkusundan sin­miş kalmıştı. Beni görünce, sarılıp ağladı.
Gümrükçüler, kaçanları kovaladılar. Ancak, çoktan gemile­rine atlayıp kaçmışlardı. Hana girdiğimizde, bu kadar kısa süre­de, nasıl böyle altını üstüne getirebildikleri hayret verici bir olay­dı. Gümrükçülerin başı Jack bunun sebebini öğrenmek istedikle­rinde koynumdaki muşambayı gösterdim. Hep birlikte doktorun yanına gittik. Doktor ve Jack bana iltifat ettiler ve kahraman bir çocuk olduğumu söylediler.
Anlaşılan oydu ki, Kaptan Flint denen adam çok tehlikeli bir korsandı ve bir yerlere gizlemiş olduğu hazinesi vardı. O, para peşinde değil, hazinenin yerini gösteren haritanın peşinde idi. Ve bu harita, koynumdan çıkardığım muşambadaki kağıtların ara­sında idi.
Şimdi hedef hazineyi bulmaktı. Ayarlanan bir gemi ile yola çıkacaktık. Hazine falan umurumda değildi. Böyle bir yolculuk yapacağım için çok heyecanlı ve sevinçliydim.
Nihayet, Brİstol limanından, denize açıldık. Yolculuğumuz genellikle sakin geçiyordu. Adaya varmamıza bir iki gün yolu­muz kalmıştı. Akşam vakti elma almak için girdiğim fıçının içinde iken, ayru zamanda aşçılık da yapan tek bacaklı gemici Silver geldi ve fıçının üstüne oturdu. Tam sevinçle kendisine seslenecek­tim ki başka bir gemici ile konuşmalarını duyunca vaz geçtim. Anladığım kadarıyla, bunların hepsi korsandı. Silver de bizim kaptanın korkuyla kaçtığı tek bacaklı meşhur korsandan başkası değildi. O andan sonra, gemideki birçok namuslu insanın hayatı bana bağlıydı. Fıçıdan çıkınca, hemen kaptan, kont ve doktorla bir araya geldim ve tüm duyduklarımı anlattım.
Adaya varınca, ben de karaya çıkanlar arasmdaydım. Ko­nuşmamıza göre Kont, doktor ve kaptan gemide kalmışlardı. Bir ara Silver ile arkadaşı Tom’un konuşmalarını duydum. Hemen saklanıp, dinledim. Tom, Silver’e karşı çıkıyordu. Bunun üzerine Silver, Tom’u bıçağıyla öldürdü. Çok korkmuştum. Hemen gö­rünmeden kaçmaya başladım. Epeyce koştuktan sonra, burada yamyam gibi bir adamla karşılaştım. Yanımda tabancam olduğu için, karşısına dikildim. Sonra, adamda benim zararsız olduğumu anlayınca konuşmaya başladık. İsmi Benjamin Gunn olan gemici, üç yıl önce burada tek başına yaşamaya mahkum edilmişti. Ona karşı bîr yakınlık duyuyordum.
Birden bir patlama sesi duyduk. Anlaşılan savaş başlamıştı. Hemen, Gunn’Ia beraber, limana doğru koştuk. Yolda, Gunn’la birbirimizi kaybettik. Koşa koşa limana yaklaştığımda, doktor ve kaptanın diğer gemicilerle bir arada olduklarını gördüm. Gemiyi terk etmişlerdi. Onlara gördüğüm her şeyi anlattım. Onlarda, gemiyi ele geçirecek iken, ben olmadığım için bu plandan vazge­çip, karaya çıkmışlar. Tom’un Ölüm çığlığını benim zannederek, geri dönmüş ve gemide lazım olacak ne varsa bir kayığa yükleyip, yeniden adaya çıkmışlar. Tabii, gemidekiler bunları görünce, top ateşine tutmuşlar ancak, isabet ettirememişler. Karaya çıkınca, bu sefer de karadakilerle silahlı çatışmaya girmişler. Neticede, bu kütükten eve sığınmışlardı.
Bir müddet sonra, Silver ve adamları yakınımıza kadar gelip, anlaşmak İstediklerini söylediler. Kaptan onlara, “Şayet teslim olursanız, hayatınızı bağışlar, sizi en yakın cezaevine bırakırım. Yoksa teker teker Öleceksiniz” dedi. Kızgınlıkla gerisin geriye gittiler. Sonra, kaptan hepimizi mevzilere yerleştirdi ve nasıl savaşacağımızı anlattı.
Nitekim, çok geçmeden dört bir yandan ateş etmeye başladı­lar. Hızla, bulunduğumuz yere doğru ilerliyorlardı. Artık kavga, kılıç ve tabanca ile oluyordu. Sonuçta, bizden üç, onlardan altı kişi ölmüştü.
Kaptanın yarası pek ağır değildi. Doktor, onun yarasını sar­dıktan sonra, dışarı çıktı. Anladığım kadarıyla, Benjamin Gunn’u bulmaya gitmişti. Ben de, yanıma iki tabanca, mermi ve peksimet alarak, kafamdaki planı gerçekleştirmek için kimseye söylemeden dışarı çıktım. Söyleseydim, bırakmazlardı. Niyetim kıyıya kadar gitmek ve bağlı olan geminin halatlarını kesmekti. Kayığa bindim ve sessizce gemiye yaklaşıp, halatı kestim. Gemidekiler farkına varmamışlardı. Aniden, aklıma gemiye çıkıp ve onların sarhoş-hıklarından faydalanarak gemiyi ele geçirmek geldi. Bir yolunu bulup gemiye çıktığımda, ortalıklarda kimseyi göremedim. Sonra, kilere doğru ilerlerken yerde yaralı yatan Hands’ı gördüm. Belli ki, diğer korsanlar tarafından yaralanmıştı. Onunla konuşup, anlaştım. Hands’m yaralarını sardım ve onun yönlendirmesiyle gemiyi Define Adası’na doğru yönlendirerek gitmesini sağladım. Yalnız, Hands’un yüzündeki ifadeyi hiç beğenmiyordum. Nite-kim bir müddet sonra, gemimiz karaya oturduğunda, sinsice arkamdan saldırdı. Hatta beni bıçakladı da. Ben de iki tabancamı birden ateşleyerek onu öldürdüm.
Yaramdan dolayı acılar içerisinde kıvranmama rağmen, ge­mide tehlike kalmadığı için rahattım. Kayalara çarptığı için yan yatmış bulunan gemiden çıktım ve yürüyerek kıyıya vardım. Amacım, kaîedekilerîn yanma varmaktı. Bizimkilere sürpriz yapmak için sessizce içeri girmiştim ki kendimi birden bire kor­sanların ortasında buldum. Korsanlar, kütükten evi ele geçirmiş­lerdi. Silver, alaycı bir şekilde “Demek döndün ha, Jack” diyordu. Bir şey vardı ki, benim diğerlerinden ayrılmış olduğumu zanne­diyorlardı. Sevindirici başka bir şey daha vardı ki, doktor, kaptan ve diğerleri ölmemiş, korsanların dediğine göre, onlarla anlaşarak her şeyi bırakıp, ayrılmışlardı.
Ben de, bütün gelişmeleri, geminin durumunu ve ölen adam­ları anlatarak, onlara meydan okur bir şekilde, dediklerimi yapmalarını söyledim. Bazı korsanlar üzerime saldıracaklardı ki Sİlver bırakmadı.
Sonra olaylar şöyle gelişti: Hep birlikte defineyi kazmak için gittik. Kazdığımız yerde, define falan yoktu. Birisi, daha Önce, bulmuş ve götürmüştü. Silver bana bir tabanca verdi ve hazır olmamı söyledi. Nitekim biraz sonra, ağaçların arasından korsan­ların üzerine kurşun yağmaya başladı. ,
Biraz sonra, korsanların üçü Öldürülmüş, ikisi ise kaçmıştı.
Meğer, Silver ve doktor anlaşarak planları yapmışlar. Benjamin Gunn’da bu plandaki rolünü çok güzel oynamış. Hazi­neyi oradan çıkarıp, kaldığı yere götüren de Benjamin’den başkası değilmiş.
Ertesi sabah erkenden toplanma hazırlıklarına başladık. Her millitenin parası ve altını mevcuttu. Tam üç gün, paralan çuvalla­ra yerleştirrhekle geçti. Kaçan korsanların adada bırakılması, yan-lanna yiyecek ve erzak verilmesi kararlaştırıldı. Sonra da demir alarak yola koyulduk. Birkaç gün sonra güzel bir körfeze girerek, demir attık. O günün, gecesi, Silveç yanına bir miktar para da alarak gemiden kaçtı. Bir bakıma iyi de oldu.
Bu limanda bir hafta kaldıktan sonra, rahat bir yolculuk ya­parak Bristol’a vardık. Paralan, ve altınları aramızda paşlaştık. Ben, annemin yanma gelerek, tekrar hanı işletmeye başladık. Tabii ki artık işleri hizmetçilerimiz görüyordu.

Kitabın Kahramanları:
JIM HAWKINS: Bu öykünün kahramanı Jim Hawkins,”Admiral Benbow hanını İşleten bir ailenin oğluydu.Olaylar onu bir adaya sürükledi ve ünlü korsan “Kaptan Flint’in definesini bularak zengin oldu.
BİLLY BONES: Yaşlı Kaptan,ünlü korsan “Flint’in adamlarından biriydi ve Flint’in definesinin haritası da elindeydi.Ancak definenin bulunduğu adaya yolculuk yapmaktan korkuyordu.Çünkü Flint’in tayfası,haritanın Bill’de olduğunu biliyordu.
BLACK DOG: Bill’i saklandığı Admiral Benbow hanında bulunan Flint’in tayfasıydı.Amacı Billi öldürüp elindeki haritayı almaktı.Harita Korsan Flint’in hazinesinin gizlendiği adanın haritasıydı.
PEW Black Dog Bill’den haritayı almayı beceremeyince Bill’in ikinci ziyaretçisi de Pew oldu.Pew kördü ancak Bill’i korkudan öldürecek kadar da ürkütücüydü. Pew Bill’e üzerinde siyah bir nokta bulunan bir kağıt verdi;bu onun ölüm emriydi…
KAPTAN DANCE Yörenin güvenliğinden sorumlu İngiliz subayıydı.Dance, Jim ve annesini korsanlardan kurtarmıştı…
DR. LİVESEY:Öykünün gerçek kahramanlarından birydi.Jim ve Trelawney ile birlikte define için adaya yolculuğa çıkmaya karar veren üç kişiden biriydi.Yolculuk boyunca,aklı ve cesareti ile defineye kavuşmalarında önemli bir rol oynadı.

SQUİRE TRELAWNEY: Trelawnwy devletin yetkili kişisiydi. Soylu biriydi.
KAPTAN SMOLLETT: Squire Trelawney yolculuk için Bristol’a giderek iyi bir gemi kiralamıştı.Geminin Kaptanı olarak da Smollett’i tutmuştu.Önce Silver yüzünden aralarında anlaşmazlık çıktı.Ama Kaptan tecrübeli bir denizciydi ve haklıydı…

LONG JOHN SİLVER: Silver Korsan Flint’in tayfasıydı ve defineyi biliyordu.Define adasına gelişi de ilk değildi.Önce tayfayı kışkırtıp isyana kalkışan Silver,daha sonra Jim’in hayatını kurtaracaktı…

ISRAEL HANDS: Gemini ikinci kaptanıydı.Önceleri Hands ile Silver arasında bir bağlantının olmadığı sanılıyordu.Oysa Hands,Silver’ın planını biliyordu ve Jim onunla ölüm kavgasına girdi…

BENN GUNN: Korsan Flint’in tayfalarından biriydi ve saklı define için adaya gelen ilk ekipte bulunuyordu.Defineyi bulamayınca arkadaşları onu cezalandırdı ve adada bırakarak gittiler…

Dede Korkut Hikayeleri

0 yorum | Devamını Oku...
Dede Korkut hikâyeleri Oğuz Türkleri‘nin en bilinen epik destanlarındandır. Destanın 9. yüzyıla dayandığı varsayılsa da, Türk boylarının göçmen olmalarından dolayı tam olarak bir tarih belirlemek mümkün değildir. Dede Korkut Kitabındaki hikayeler tarih boyunca dilden dile, anlatıcıdan anlatıcıya aktarılan bir sözlü gelenek ürünüdür. Bu süreç içerisinde değişikliklere uğrayan hikayeler 16. yüzyılda yazıya geçirilmişlerdir.

Dede Korkut kimdir?

Dede Korkut’un destanların ilk anlatıcısı olduğu tahmin edilmektedir. Hikayelerde veli bir kişi olarak ortaya çıkar. Oğuzlar önemli meseleleri ona danışırlar. Keramet sahibi olduğuna inanılır. Gelecekten haberler verdiği söylenir. Ozan ve kamdır. Kopuz çalıp, hikmetli sözler söyler. Kopuzuna da kendine duyulduğu gibi saygı duyulur. Oğuzname’de, Dede Korkut’un 295 yıl yaşadığı ve Hz. Muhammed’e elçi olarak gönderildiği anlatılmaktadır. Oğuz Han’a vezirlik yapmış olduğu da düşünülmektedir.

İsmin tarihi

Korkut kelimesinin “kork-” fiil kökünden türemiş olma ihtimalinin yanı sıra Arapça kökenli olup elçi manasına gelmesi de mümkündür. Her iki ihtimalde de ‘Korkut’ kelimesinin bir lakap, bir unvan olduğu görülmektedir. “Dede” kelimesinin ise ata manasında kullanıldığı tahmin edilmektedir. Fakat destanlarda daha çok halk arasında büyük hürmet ve kutsallık kazanmış halk bilgini anlamında kullanılmıştır.

Dede Korkut’un gerçek ismi, hayatı, yaşadığı çağ ve coğrafyayı kesin olarak aydınlatmak eldeki kaynaklar ve rivayet ile mümkün değildir. Destanlardan çıkarılabildiği kadarıyla ise Dede Korkut’un iki kişilik olarak ön plana çıkar:

1. Kutsal kişiliği
2. Bilge kişiliği

Başka kaynaklarda devlet adamı kişiliğinin de bulunduğu belirtilmektedir. Dede Korkut’un çok kişilikli olarak karşımıza çıkması farklı zaman, hatta farklı mekanda yaşamış benzer şahsiyetlerin destanlarda tek isim altında toplanmış olabileceğini düşündürse de bu kişiliklerin halkın eklentisi olma ihtimali de vardır.

Destanlar

Kitapta on iki tane destan vardır. Bu destanların her biri bir boy için söylenilmiştir. Bu destanlarda boyların hanlarının başından geçen olaylar, ad koyma, canavarlarla savaşma gibi bölümler yer almaktadır.

Hikayelerin dili oldukça sadedir. 15-16. yüzyılda yazıya geçirildikleri halde arı bir Türkçe’ye sahiptir. Az miktarda Arapça kökenli kelime de vardır. Orhan Şaik Gökyay ve Muharrem Ergin’in Latin harfleri ile yayınladıkları kitaplar ilköğretim öğrencilerinin anlayabileceği kadar sade ve basit cümle yapısına sahiptir. Hikayeler çoğunlukla manzum ve ahenkli bir şekilde anlatılır. Manzumların bir kısmı kafiyeli olmasa da kulağa hoş gelen bir söyleyiş tarzı vardır. Kitapta yaklaşık 8.000 tane farklı sözcük ve deyim geçer. Cümleler kısa ve yalındır.

Dede Korkut Destanlarının Genel İç Yapısı

Dede Korkut destanları olağanüstü olayların yoğunluğundan sıyrılmış ve günlük, sade olaylar içeriklerine dahil olmuştur. Destan niteliğine tüm Oğuzlar’ı etkilemesiyle ulaşmıştır.

Hikayelerde dersler verilmiş, halk bilgilendirilmek istenmiştir. Destanlaşmış tarih olayları anlatılmıştır. Oğuzların dini inançları belirtilmiştir. Örneğin, Alplerin savaşa gitmeden önce arı suyla abdest aldığı ve iki rekat namaz kıldıkları belirtilmiştir. Halkın ekonomik durumu da anlatılmıştır. Oğuzların daha çok hayvancılıkla geçindiği neredeyse her hikayede görülmektedir. Yalnız, Oğuzlar’da üstünlük zenginlikle, mal ve mülkle olmamaktadır. Bunun için yiğitlik gerekmektedir. Erkek gençlerin isim alabilmesi için bir yiğitlik göstermesi gerekir. Yiğitlik gösteren delikanlıya Dede Korkut isim verir. Verdiği isimler genellikle delikanlının gösterdiği yiğitlikle alakalıdır. Mesala Boğaç Han’a ‘Boğaç’ ismi boğayı boğduğu için verilmiştir. Oğuzlar işlerini kendileri yapamazsa küçük düşerler. Üstünlüklerini kaybetmemek için yardım kabul etmezler. Kazan Han’ın hikayesinde de böyle olmuş, Kazan Han çobanı, yardımını engellemek için ağaca bağlamıştır.

Hikayelerde kadın da söz sahibidir ve hanlık edebilir. Kadın evlenirken güçlü, yiğit birini arar. Gerektiğinde de savaşır fakat onun savaşması erkeği küçük düşürür.

Destanlarda yoğunlukla ideal Oğuz Alp’inin nasıl olması gerektiği anlatılıyorsa da Alplerin başına gelen olaylardan herkese pay düşmektedir. Büyüklüğün ve güçlülüğün erdem ve hünere bağlı olduğu her fırsatta belirtilmektedir. Düşmana karşı savaşmak da yiğitliğin, büyüklüğün göstergesidir. Verilen dersler bu kadarla da kalmamaktadır. Bunların bir kısmı doğrudan devlete ve yöneticilere, bir kısmı da millete verilmek istenen derslerdir.

Devlete Verilen Öğütler

Destanlarda genel bir ilke şeklinde Oğuz birliğini devam ettirme fikri işlenmiştir. Bu birliği devam ettirebilmek için devlete ve devlet adamlarına;

* Ekonomik güce sahip olma,
* Hüner ve erdem sahibi olma,
* Buyruk olmanın gereği anlatılmıştır.

Alplere Verilen Öğütler

* Ok atmada ve yay çekmede hünerli olmak
* Düşman ile savaşta üstün gelmek
* Ülkesine sahip çıkmak
* Zengin ve eli açık olmak (Aç doyurmak, yoksul donatmak şeklinde geçen halka karşı merhametli ve cömert olmak)
* Soylu olmak ve soyunu küçük düşürmemek

Halka Verilen Öğütler

Destanlarda, halka Alpler kadar yer verilmese de çoban gibi kahramanlarla ve örnek Alplerle halka da bir takım dersler verilmiştir:

* Devlete sadık olmak ,
* Misafirperver olmak ,
* Dedikodu yapmamak ,
* Dürüst olmak ,
* Korkak olmamak ,
* Çocuğunu iyi yetiştirmek ,
* Üstüne düşen görevi yerine getirmek ,
* Eşine sadık olmak ,
* Ana babaya hürmet etmek …

Dede Korkut Destanlarında Yer Alan Eski Türk Gelenekleri

* Ad Koyma: Oğuz Türklerinde bir gencin ad alabilmesi için bir yiğitlik göstermesi gerekiyordu. Bu yiğitliği gösterdikten sonra Dede Korkut’u çağırırlardı. Dede Korkut da dua edip gence yiğitliğiyle alakalı bir isim verirdi; “… Bunun adı boz aygırlı Bamsı Beyrek olsun, adını ben verdim yaşını Allah versin.”
* Toy etme (Toplantı yapıp karar verme): Oğuzlar mühim konularda karar vermek için toplantı yaparlardı; “Kudretli Oğuz beylerini hep çağırdılar evlerine getirdiler. Ağır misafirlik eylediler.”
* Düğün: Düğünler halen devam eden bir Türk geleneğidir. Düğünlerde ziyafet verilir şenlik yapılırdı.
* Kız İsteme: Kız babasından veya abisinden istenirdi. Kız istemeğe büyük ve saygın kişiler giderdi. Dede Korkut Deli Karçar’dan kız kardeşini Bamsı Beyrek’e şöyle istemiştir; “Tanrını buyruğu ile peygamberin kavli ile aydan arı, güneşten güzel kız kardeşin Banu Çiçek’i Bamsı Beyrek’e istmeğe gelmişim.”
* Başlık Alma: Kız vermeye karşılık kızın ailesi başlık isterlerdi. Kitapta kız kardeşini vermek istemediği için aşırı miktarda başlık isteyen Deli Karçar anlatılmıştır. Deli Karçar “Dede, kız kardeşim yoluna ben ne istersem verir misin?” der. Dede: “Verelim dedi, görelim ne istersin?” der. Deli Karçar: “Bin erkek deve getirin dişi deve görmemiş olsun, bin de aygır getirin ki hiç kısrakla çiftleşmemiş olsun, bin de koyun görmemiş koç getirin, bin de pire getirin bana dedi. Eğer bu dediğim şeyleri getirirseniz pek ala veririm”
* Sövüş Etme: Misafir için hayvan kesmedir. Oğuzlar bir misafir geldiği zaman onun için bir hayvan kesip ikram ederlerdi.
* Düş Yorma: Rüyalarında gördükleri garip durumları Dede Korkut’a yorumlatıp anlam çıkarırlardı.http://www.kitapozetleri.kalemguzeli.net/

Destanlardan günlük hayata

Destanlarda geçen bazı öğütler atasözü olarak Türkçe’ye girmiştir.

* Ecel vakti ermeyince can çıkmaz.
* Çıkan can geri gelmez.
* Yığılı malın mülkün olsa da nasibinden fazlasını yiyemezsin.
* Kara eşek başına gem vursan katır olmaz, hizmetçiye elbise giydirsen hanım olmaz.

Destanlar

Dresden yazması kısa bir giriş ve 12 öyküden oluşur. Öyküler sırasıyla:

1. Dirse Han Oğlu Boğaç Han
2. Salur Kazan’ın Evi Yağmalanması
3. Kam Büre Bey Oğlu Bamsı Beyrek
4. Kazan Bey Oğlu Uruz’un Tutsak Olması
5. Duha Koca Oğlu Deli Dumrul
6. Kanlı Koca Oğlu Kanturalı
7. Kazılık Koca Oğlu Yegenek
8. Basat’ın Tepegöz’ü Öldürmesi
9. Begin Oğlu Emren
10. Uşun Koca Oğlu Segrek
11. Salur Kazanın Tutsak Olup Oğlu Uruz’un Çıkarması
12. İç Oğuz’a Taş Oğuz Asi Olup Beyrek Öldüğü

Don Kişot - Cervantes

0 yorum | Devamını Oku...
İspanya, Meça Kenti’nin köylerinden biride elli yaşlarında soylu bir adam yaşardı. Bu adam boş zamanlarını şövalye romanları okuyarak geçirirdi. Bu onda öyle bir tutku haline gelmişti ki kendini okuduğu romlarda anlatılan “gezici şövalye” olarak görmeye başlamıştı. Artık o, evinde oturamazdı, Romalarda olduğu gibi zırhını ve silahlarını alıp serüvenden serüvene koşmalıydı. Fakat bir eksiği vardı, okuduğu romanlarda her şövalyenin yaptığı kahramanlıkları adadığı bir prensesi olurdu. Prenses olarak kendi köyünde yaşayan ve çok güzel bir kız olan Aldonz Lorence’yi seçtikten sonra yola koyuldu yolda kendisinin şövalye ilan ettirmediğini hatırladı, bu yüzden yolda gördüğü ilk kişiye kendini şövalye ilan ettirecekti. Biraz daha yol aldıktan sonra bir han gördü, bu hanı bir şatoya benzetti, içindede kendini şövalye ilan edecek bir soylunun yaşadığını düşündü. Hancı Don Kişot’u ilk gördüğünde onun nasıl bir insan olduğunu ve onun suyuna gitmeyi kendisi için uygun olacağını düşündü ve Don Kişot’un isteğini geri çevirmedi. Sabaha karşı uydurma bir tören düzenleyip Don Kişot’u şövalye ilan ettiler. Hancı şövalyeye iyi bir şövalyenin parasının ve bir seyisinin olmasını gerektiğini söyler. Buna inan Don Kişot köyüne dönüp biraz para ve birde seyis bulmaya karar verir. Dönüş yolunda bir grup tüccarla karşılaşır ve onları duelloya davet eder, düello esnasında atından düşen sövalye birde dayak yer. Olaydan sonra oradan geçmekte olan bir köylü tarafından bulunur ve köyüne getirilir. Köye döndüğünde ailesi onu bu işten vaz geçirmeye çalışsada o gezici şövalye olmaya kararlıdır. Yanına kendi köyünde yaşayan Sanço Panza bir delikanlıyı seyis olarak almak ister. Delikanlıyı ikna ettikten sonra sabah erkenden yola koyulurlar. Bir süre yol aldıktan sonra bir ovaya vardılar. Burada birçok yel değirmeni vardır ve Don Kişot bunları dev sanarak üzerlerine yürümeye başlar, seyisinin tüm engellemelerine rağmen vazgeçmez atını tüm gücüyle en yakındaki yel değirmenine sürmeye başlar. Hayali bir deve saldıran şövalye yel değirmenin kanadına takılarak yirmi metre ileri fırladı. Don Kişot kendine geldikten sonra tekrar yola Lapice limanına doğru yola çıkarlar. Yolculuk sırasında kendileri yorgun hisseden çift biraz mola verirler. Bu sırada bir grup katırcının Don Kişot’un atının eğerini ve Sanşo Panza’nın eşeğinin yüklerini çalmaya çalıştığını geçte olsa fark ederler ve katırcılarla kavga eden Don ve Sanço kavgadan bir hayli kötü durumda çıkarlar.
Zor da olsa kendilerini bir hana atarlar, içeriye perişan halde girdiklerini gören hancı, karısı ve kızı onlara yardım ederler yaralarını sararlar. Birkaç gün sonra handan ayrılı ve yeniden yola koyulurlar

Yolculuk sırasında yolun karşısından kendilerine doğru gelen bir atlı görürler. Atlının başındaki gümüş tası Mambrrinin büyülü miğferi sanır ve adama saldırır adam canını kurtarmak için her şeyini bırakır ve kaçar. Aslında adam bir berber ve kafasındaki tasta yağmurdan korumak için taktığı bir traş tasıydı. Sonra yeniden yola koyulurlar.
Yine yolculuk sırasında bir kalabalık gördüler ve bu kişiler zincirlerle birlerine bağlı idiler Sanço bunların birer şuçlu olduklarını anladı ve efendisini bu adamlardan uzak durması konusunda uyardı fakat Don Kişot gezici şövalyenin görevleri arsında bu durumdaki kişileri kurtarmak ta olduğunu savunarak onların yanlarına gitti. Onlara eşlik eden şövalyelere saldırarak suçluların serbest kalmasını sağladı. Buna karşılık olarak Don Kişot suçluları prensesi ilan ettiği Aldonz Lorence’ya göndermek isteyince mahkumlar Don Kişotu taşlarlar ve hepsi kendi yoluna gider.

Kara Dağa doğru yola koyulan kahramanlarımız oraya vardıkların birkaç gün dinlemeye karara veriler. Burada Don Kişot’un aklına dünya şövalyelerinin en kahramanı olan Aamadis de Gaules’ün yaptığını yapıp, tuhaf delilikler yapıp, çile çekecek ve onları prensesine adayacaktı. Prensesin bunlardan haberdar olması içinde seyisiyle bir mektup yazıp ona gönderdi. Seyis bir hanın yanından geçerken köylüsü olan papaz ve berberi gördü, papaz ve berber Don Kişotu gezici şövalyelikten vaz geçirmek istiyorlardı. Sançodan Don Kişotun yerini öğrenip bir plan yaparak Don Kişotu yeniden köyüne götürdüler. Fakat Don Kişot ve seyisinin bu işten vazgeçmeye niyetleri yoktur. Bir plan yaparak evden kaçmayı başarırlar. Bu kaçışa sinirlenen Don Kişotun ailesi ve arkadaşlar berber ve papaz bu kaçıştan Sançoyu sorumlu tutmaktadırlar. Don Kişotu eve getire bilmek için tekrar plan yaparlar. Bu sefer berber bir gezici şövalye kılığına girip Don Kiştu yenicek ve şartlarını ona kabul ettirecektir. Fakat işler umduğu gibi gitmez ve dövüşü kayıp eder, bunun sonucunda berber Don Kişotun şartlarını kabule etmek zorunda kalır.
Don Kişot Saragosa doğru yola çıkar. Saragos yolunda kocaman ve üzerinde renk renk bayraklar olan bir yük arabasını durduran Don Kişot onun krala altın götürdüğünü sanmaktadır. Abracıyı sorgular. Abracı arabadaki kafesin içinde iki Afrika aslanı bulunduğunu söyler. Don Kişot a göre bu Fresto adında bir büyücünü işidir ve bu yüzden aslanlar savaşma ister. Abracıya zorla aslan kafeslerinin kapısını açtırır. Arabanın etrafında aslan bakıcısından başka kimse kalmamıştır. Bakıcının kapıları açmasına rağmen aslanlar dışarı çıkmak istemez. Don Kişot asların kendiden korktuğunu düşünür ve kapıların kapatılmasına izin verir.

Aslan serüveninden sonra Don Kişot bir köy düğününe katılır. Düğünde ters giden olayları düzeltir. İki sevenin birbirine kavuşmasını sağlar. Daha sonra Saragosa doğru yola koyulurlar.

Saragosa doğru ilerlerken yolları Dük ve Düşeşle kesişir. Dük ve Düşeş onların komik öykülerini duymuşlar, şakayı ve eğlenceyi seven bu insanlar. Bunları ağırlamak bu soyluların tek düze yaşantısında bir değişiklik yaratacaktır diye düşünürler. Onlara gerçek Şövalye ve dünyanın en üstün seyisi muamelesi göstererek eğleneceklerdi. Don Kişot ve Sanço şato da misafir edildi şato halkı da bu eğlencelere katıldı. Sanço bir yere vali olmayı çok isteyen biriydi. Bunu öğrenen Dük Sançoya bir oyun oynayarak onu bir yere vali olarak atadı. Don Kişot ve Sançonun yolları burada ayrılmıştı. Sanço’nun geçici valiliğinden hemen herkes memnundu . Etrafındakiler bir köylünün bu kadar akıllı, sağ duyu sahibi olmasına hayrandı, emir ve önlemler çok akıllıca idi. Dük bile valinin ipe sapa gelmez işlerine gülsede çoğu zaman Sanço’yu övmek durumunda kalıyordu. Bazıları ise artık bu oyununu bitmesini istiyordu. Bu geclerden birinde vali Sanço dinlenmeye çekildiğinde, olağan dışı sesler duyan Sanço yaşadığı olaylı geceden sonra, işiden iğrendi. Oyunu tertipleyenler. İşi bu kadar ileri götürdüklerinden dolayı pişman olmuşlardı. Sanço olaylı gecenin sonunda eşeğini alarak valilikten vazgeçip köyünün yolunu tuttu.
Valiliğin sorunlarının eşeğinin yanında Don Kişot’un dostluğunun yanında kıymeti olmadığını anlamıştı. Şuanda efendisi ne yapıyordu acaba?
Sanço sonunda şatoda yaşadıklarının hatırladıkça Dük ve çevresindekilerin onlarla alay ettiklerini fark ediyordu.

Don Kişot’tan ayrıldığına çok pişmandı. Onu dünya zenginliklerine feda ettiğini düşündü. Onun yüzüne nasıl bakacaktı. Bu düşüncelerle ilerlerken eşeği ile beraber bir kuyuya düştü. Akşama kadar uğraştı kuyudan çıkamadı. Dışarıdan bir gürültü işitti, yardım istedi. Gelen Don Kişot’tu. Epey uğraştıktan sonra Don Kişot Sanço’yu kuyudan çıkarttı. İkisi birlikte uğraşıp Sanço’nun eşeğini de çıkartılar

Don Kişot’ta Dük’ün kendisi ile alay ettiğinin fark edip şatodan ayrılmıştı. Beraber yeni serüvenlere doğru kucak açarak Barselona’ya doğru yöneldiler. Sonunda Barselona’nın surlarına vardılar. Bir sabah sahilde seyisi ile gezinen Don Kişot kendi gibi zırhlı bir şövalye ile karşılaştı. Adam beyaz ay şövalyesi olduğunu söyledi ve çarpışmaya karar verdiler. Bu sırada oradan geçen Barcelon’a valisi onları en doğrusu cirit oyunu düzenlemek olduğunu söyledi. Beyaz Ay şövalyesi Don Kişot’u yenerek, Don Kişot’tan 1 yıl boyunca şatosuna çekilmesini istedi. Don Kişot kabul etti. Beyaz Ay şovalyesi aslında Don Kişotun dostu berber idi.

Köylerine dönerler iken Don Kişot şatosunu gördüğünde “Bütün yaptıklarımın delilik olduğunu anladım. Benimle alay ettiklerini şimdi anlıyorum.” Dedi ve özür diledi. Don Kişot şatosunu döndüğü günden beri hasta idi ve günden güne eriyordu. Don Kişot bir gün papaz ve berberle konuşup Allah’ın ona aklını yeniden bağışladığını ve artık Don Kişot olmadığını söyledi. şövalye öykülerine inanmadığını belirtti. Bir süre sonra herkesi toplayıp notere son arzularını yazdırdı. Bu günün akşam saatlerinde huzurlu ve sakindi. Şatonun yakınındaki bir çalılıkta karatavukların sesi, gürgen dalında öten güvercinin sesi duyuluyordu. Don Kişot dünyadan gelen bu selama gülümsedi sonra temiz ve günahsız ruhunu Allah’a teslim etti.

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - Peyami Safa

0 yorum | Devamını Oku...
1.KİTABIN KONUSU:
Çocukluğundan beri bacağından rahatsız olan ve kimseyi dinlemeyen birisinin, hayaller peşinde koşarken başından geçen olaylar.

2.KİTABIN ÖZETİ:
Yazarın küçüklüğünden beri çektiği hastalık onu hastanelerden tiksindirmiştir. Fakat durumu ciddiyetini korumaktadır. Annesi ile kenar mahallelerin birinde virane ahşap bir evde yaşamaktadır.
Bir gün ameliyat olması gerektiğini öğrenip hastaneden döndüğünde evde annesini bulamaz ama odanın halinden annesinin şiddetli bir baş ağrısı geçirdiğini anlar. O sırada annesi gelir. Yazar ise annesini üzmemek için ona gerçekleri anlatmaz. Kendi doktoruna gidip ona gözükmesi gerektiğini söyler. Annesi yazarın Erenköye gideceğini öğrenince paşanında onu merak ettiğini söyler. Ertesi gün yazar önce paşaya gider. Paşa ilk olarak sağlık durumunun nasıl olduğunu sorar yazar da kaçamak cevaplar vererek olayı geçiştirir. Daha sonra odaya Nüzhet gelir yazardan getirmesini istediği kitapları alır. Kızı gidince paşa yazara bir de doktor Ragıp Bey’ e görünmesini tavsiye eder. Paşanın uzaktan akrabası olan yazar küçük yaşlardan beri onunla konuşur, ona kitap okur. O akşam yine bir roman okumaktadır fakat paşa uyuyunca Nüzhet’ le birlikte beahçeye gider ve muhabbet ederler. Yazar on beş yaşında ve aralarında dört yaş olmasına rağmen Nüzhet’ i sevmektedir. Ancak onun da aynı duyguları hissetiğinden emin olmaz. Bahçede konuşurken doktor Ragıp’ ın Nüzhet’ i istediğini duyunca önce üzülür ama Nüzhet oralı olmayınca, duyduğu şüpheye rağmen keyfi yerine gelir. Daha sonra Nüzhet annesinin isteği üzerine uyumaya gider ve yazar da kendine olan tüm güvenini kaybeder.
Hastalığı onu normal yaşından çok daha olgun davranmaya sevk etmiştir. Doktorun ikazlarına rağmen baston kullanmayan yazar o gece yatakta yorgun ve acı içinde kıvranmaktadır. Henüz uyumadan Nüzhet yazarın evine uğrar ve uyuyamadığını bahane ederek tekrar koyu bir muhabbete başlarlar. Ertesi gün yazar erkenden doktara gideceğinden Nüzhet onun uyumasını ister. Fakat yazar ona karşı olan zaafiyetini daha fazla saklayamaz, onu kendisine çekip bir kere öper ve Nüzhet şaşkınlık içerisinde koşarak eve gider.
Sabah olunca yazar Kadıköye gider ve paşanın istediği kitapları alır ve sonra da annesine bir ay içerisinde gelemeyeceğini yazar. Oradan da doktara gider fakat operatörün dersi olduğundan görüşemezler. Operatörle akşama görüşebilen yazar ondan baston kullanması ve iyi yemesi ve dinlenmesi konusunda uyarı alır. İşi bitip köşke dönen yazar içeriye girdiğinde kendisinden gizli birşey konuşulduğunu anlar ve üzüntü içerisinde bahçeye oturmaya çıkar. Daha sonra Nüzhet gelir ve yazar içeri girdiğinde annesinin dolabın arkasında çıplak olduğunu söyleyerek onu rahatlatır. Fakat akşam Nurefşan ona gerçekleri yani Nüzhet ile doktor Ragıp’ın durumlarını konuştuklarını söyler. Yazar hayal kırıklığına uğrar ve Nüzhet’ in odasına konuşmaya girer. Nüzhet yine yazarı ikna eder. Daha sonra ikiside uyurlar.
Ertesi günü Nüzhet’ le bahçede geçiren yazar Nüzhet’ le cinsel yakınlaşmalara girer. O akşam doktor Ragıp yemeğe gelir ve yazar hiç oralı olmaz. Konukları gidince Paşa yazara doktor hakkında görüşlerini sorar o da Ragıp’ ı Nüzhet’ e yakıştıramadığını söyler bunu duyan yengesi de içinden yazara karşı kin tutar.
Bir gün yazar yengesinin Nüzhet’i mikroplara karşı uyardığını ve eşyalarımızı ayırdım dediğini duyar ve bunun üzerine evi terketme kararı alır. Ancak annesininde o gün paşalara geleceğini duyması kararını değiştirmesine neden olur.
Hızla geçen günlerden sonra nihayet evine dönen yazarın ağrıları gün geçtikçe arttığından annesi onu fakülteye götürür. Operatör ona durumun ciddiyetini hatırlatır ve yerinden bile kıpırdamamasını ister. Evi birden kalabıklaşan yazarın yakınları onu teselli etmeye çalışır. Tekrar fakülteye gittiğinde operatör bacağın kesilmesi gerektiğini söyler fakat buna razı olmayan yazar birden bayılıverir. Bundan etkilenen operatör kasaplardan farkı olmaları gerektiğini söyleyip yazara, üç aylık bir sürede bacağını kurtarmak için hastanede kalması gerektiğini söyler. Yazar bunu kabul etmek zorunda kalır ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşuna yatırılır. Burası ona hapishane gibi gelir ve ilk gecesi olaylı biter. Bu korkuya dayanamaz ve bütün gücüyle bağırıp çağırır. Zor geçen günlerin sonunda ameliyat günü gelir. Ameliyatı bitince yedinci pansumanda doktor bacağın kurtulduğunun ancak yer basamayacağını söyler.
Daha sonra da Nüzhet’ ten gelen karttan Paşanın hastalandığını Nüzhet’ in de doktor Ragıp’ la nikahlanacağını öğrenir. Acılar içinde geçen günlerin sonunda annesi doktor Mithat ve arkadaşı onu hastaneden taburcu ettirirler.

3.KİTABIN ANA FİKRİ:
Bize verilen öğütleri ciddiye almalı ve hayallere peşinden koşmamalıyız. Aksi takdirde kaybeden yine bizoluruz.

4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Yazar: Tek bacağından acı çeken ve ümitleri peşinde rüyalar aleminde koşan birisi.
Nüzhet: Yerinde duramayan yaşam dolu son derece hareketli birisi.
Paşa: Disiplinli, yardım sever ve dediğim dedik, inatçı birisi.
Yengesi: İçten pazarlıklı kızının iyiliğini düşünen bir anne.
Nurefşan: Köşkün hizmetçisi ve yazarın mutluluğu için elinden geleni yapan birisi.
Doktor Ragıp: Bakımlı ve kültürlü bir doktor.
Doktor Mithat: Yazarın doktoru.
Operatör: İnsanliğa faydalı olmaya çalışan bilinçli bir tıp adamı.

5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Kısa ve anlaşılması güç bir kitap.Yazar kitaptaki şahısları psikolojik yönden ele almıştır.Sürükleyici bir kitaptır.

6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:
Peyami Safa İstanbul’ da 1899 yılında doğdu. Dokuz yaşında iken sağ elinin ekleminde kemik hastalığının başlaması, on üç yaşında iken de hayatını kazanmak zorunda kalması yüzünden düzenli okul öğrenimi göremedi, kendi kendini yetiştirdi. “ Biri Yerli ve Kopanlıklar Kralı” adlı (1913) ve “ Üç Kardeş” adlı (1918) birer hikayelik iki küçük kitap çıkarıyor, Fagfur (1918) vb. gibi sanat dergilerinde hikaye çevirileri ve makaleleri yayımlanıyordu.Savaş sonunda, kardeşinin isteğiyle memurluktan ayrılıp basın hayatına atıldı. Çıkardıkları “ Yirminci Asır “ adlı bir akşam gazetesinde “ Asrın Hikayeleri “ genel başlığı adı altında halk için gazete hikayeleri yazdı. İlk otuz kırk tanesi imzasız yayımlanan bu hikayeler o zaman çok beğenildi; yazar devrin ileri gelen bazı sanatçıları ( Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Ömer Seyfettin vb.) tarafından teşvik edildi.O tarihten sonra yalnız gazetelerde çalıştı. Fıkra, makale ve roman yazarı olarak geniş bir üne ulaştı. Bu arada “ Kültür Haftası (1936) ve Türk Düşüncesi (1953-1960) Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı iki de dergi çıkardı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında kendini Faşizm akımına kaptırdı; savaş sonrasında calıştığı parti gazetelerine göre ikide bir ağız değiştirerek siyasal bir dengesizlik içinde bocaladığı, genellikle gerici bir takım görüşlerin savunuculuğunu yaptı. Atatürk'ün sağlığında “ Türk İnkılabına Bakışlar(1938)“adlı bir kitap yazmışken Atatürkün ölümünden sonra devrin düşmanı bir yol tutu. 1961’ de İstanbul’ da öldü.

ESERLERİ:
Yalnızız, Fatih Harbiye, Şimşek, Bir Tereddütün Romanı, Sözde Kızlar, Mahşer, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu

Dağları Bekleyen Kız (Esat Mahmut Karakurt)

0 yorum | Devamını Oku...
Konu

Milli Mücadele içinde geçen yaşanması zor aşklar ve vatan sevgisi.

Özet

Karaköse vilayetinin bir kasabası ve bir askeri hava alanı. Nöbetçi başçavuş, Binbaşı İhsan’a göreve giden uçakların geri döndüğünü haber eder. Yalnız on uçak olan filo dokuz uçakla geri döner. Yzb. Nuri, Mülazım Celal Bey’in uçağının filodan ayrılıp intihar saldırısı yaptığını söylerler. Yzb. Nuri sözünü bitirmeden celal Beyin uçağı havada beliri verir. Mülazım Celal ağır yaralı olarak uçaktan çıkarılır ve gönül rahatlığı ile son sözlerini söyler. Etrafına toplanan subaylar arasından mülazım İsmail’e annesini ve kız kardeşini emanet edip,vefat eder.

Defin işlemleri sırasında filo geriye kalan dokuz uçağıyla yeni bir görev alır. Zor bir uçuştan sonra filo tekrar döner; ama mülazım Servet göğsünden yaralanmıştır. Bnb. İhsan yanına Yzb.Nuri ve Mülazım Adnan’I yanına alarak Mülazım Servet’i ziyarete gider. Servet yerli halktan Mahmut Efendinin einde kalmaktadır ve evin kızı Nermine’ye aşıktır. Servet Adnn’a Nermine’den bahseder, isterse Mahmut Efendi’nin evinde kalabileceğini, ama Nermineye yaralı olduğunu söylememesini telkin eder.

Mülazım Adnan bir askerin rehberliğinde Nermine’nin evine gider. Nermine Adnan’ın söylediklerine inanamaz, Servet’in görev sırasında şehit düştüğünü zanneder.

Aradan üç hafta geçer Mülazım Servet iyileşir ve Nermine ile nişanlanır. İleriki günlerin birinde bir uçuş sırasında servetin uçağı düşman makineli tüfekleri tarafından taranır, servet ağır yaralanır ve sonraki günlerde vefat eder.

Ağrı dağı eteklerinde konuşlanmış olan eşkıya sinsilesini imha etmek için bir bombardıman planlanır; ancak öncelikle bombardıman için gerekli istihbaratların toplanması gerekiyordur. Bu zor görev için en uygun kişi Mülayim Adnan seçilir. Bir sis bulutu arasında düz bir araziye iniş yapan uçaktan iner ve zor görevi için yola koyulur.

Birkaç saatlik bir yürüyüşten sonra Adnan bir eşkıyaya rastlar ve şeyhin nerede olduğunu bir derdinin anlatacağını söyler. Bir hinlik sezmeyen eşkıya Adnan’I doğruca eşkıya başının yanına götürür. Yolda Adnan tanıdık bir yüze rastlar, evet o yüz yıllar önce öldüğünü zannettikleri Ahmet Ast.sb’a aittir. Ahmet yıllar önce esir edilmiş fakat bir türlü kaçamayı başaramamıştır.

Bu süre zarfında düşman mühimmat ve silahların sayısın ezberlemiş ve çeşitli dokümanlar ele geçirmiştir. Adnan ve Ahmet bir plan yapı oradan kaçmak isterler. Ahmet mülazım Adnan’ın yanına gerekli evrak ve haritaları çaldıktan sonra ertesi gün gelecektir. Ancak bir kaç gün geçmesine rağmen Ahmet gelmez Adnan bu durumu tehlikeli görür ve kendisini almaya gelen uçağa binmek için yola koyulur. Kendisini almaya gelen uçağı gören eşkıyalar Adnan’a seslenmeye başlarlar.

Uçağa ateş etmek için mitralyözlerin başındaki eşkıyalar yardım isterler , bir an için Adnan şok olur ama sonradan farkına varır ki onu bir eşkıya sanmaktadırlar. Adnan beylik tabancasını çıkarır ve mitralyözün başında bulunan bir erkek eşkıyayı öldürür ;fakat mitralyözün başındaki diğer kadın eşkıyayı öldüremez.

Bir müddet sonra iki Türk subayı ve Şeyhin kızı olduğu sanılan bir kız farkında olmadan derin bir sohbete başlarlar. Adnan’a konuşlandıkları yerler ve silahları hakkında çok önemli bilgiler verir.

Ertesi sabah Adnan planladığı gibi düz araziye inen uçakla gideceğini şeyhin kızı Zeynep’e bildirir. Zeynep onun gitmesini istemediğini o giderse yapamayacağını söyler. Ardından Zeynep’e aramaya gelen eşkıyalar Adnan’I görür ve Zeynep ardından Adnan’ın bir casus bir Türk subayı olduğunu haykırmaya başlar.

Şakiler Ahmet başçavuşu karargâhtan evrak çalarken yakaladıklarını ve öldürdüklerini açıklarlar. Şimdi Ahmet’in neden gelmediği açığa kavuşur. Türk uçakları günlük bombardımanlarına başlarlar. Bu arada şakiler can telaşına düşerler, bu fırsatı değerlendiren Zeynep, Adnan’ın ellerini çözer. Ardından kamptan kaçmayı başarır. Ahmet Başçavuş ve Zeynep’ten elde ettiği çok önemli bilgilerle komutanlar tarafından bir harekat planı hazırlanır.

Şeyhin kampı yerle bir edilir ve bazı şakiler rehin alınır rehinler arasında Zeynep’te vardır. Yaralı olan Zeynep tedavi görmesi için hastahaneye kaldırılır. Zeynep bütün bu bilgileri vermesine rağmen bir haindir, üstelik Servet’in uçağını o düşürmüştür. Olup bitenleri hastahanede öğrenir ve çok üzülür.

Adnan’a Nermine ile konuşmak istediğini söyler. Nermine ertesi gün gelir ve Zeynep ona Servet’i kendisinin vurmadığını, onu yanlış değerlendirdiklerini söyler. Nermine ile beraber kucaklaşıp ağlarlar. Hain olarak görülse de verdiği harita ve bilgiler sayesinde kamp dağıtılmış ve artın yeni nişanlıların mutsuz olmasını engellemiştir.

Adnan ile Zeynep Erzurum’a gitmeye kara verirler ancak iki süngülü asker onlara yaklaşır ve Zeynep’in tutuklanması için emir olduğunu söyler. Zeynep yargılanır; fakat savcı idam isteminde bulunur. Yargıç ise verdiği bilgilerin yarlılığı, yzb. Adnan’I kurtarması ve pişmanlığı nedeniyle beraatına kara verir.

Ana Fikir

Her ne olursa olsun önce vatanı sevnek, vatan için herhangi bir fedakarlıktan kaçınmamak gerekir.

Şahıslar ve Olaylar

Mülazım Adnan: Konuşması ve tavırları ile met, cesur ve vazifaşinas bir Türk plotudur.

Şeyh Fuat: Devlete baş kaldıran bir asi olup Zeynep’in babasıdır.

Zeynep: Eşkiya başının kızı ve Adnan’a aşık bir genç kızdır.

Ahmet Astsubay: Bir vesile ile eşkiyaların olduğu bölgeye gelmiş ve bir daha geri çıkamamış, vatanperver bir türk evladıdır.

Mülazım Servet: İki kere yaralanan ve son yaralanmasında vefeat eden,Nermine’in nişanlısı olan bir Türk subayı.

Nermine: Mülazım Servet’in nişanlısı ve insani değerleriçok yüksek olan bir kadın.

Yazar Hakkında Bilgi

ESAT MAHMUT KARAKURT

Esat Mahmut Karakurt, birbiri ardına yazdığı aşk ve macera konulu romanlarıyla, yaşadığı dönemin en çok okunan yazarlarından biriydi. 1902 İstanbul doğumlu yazarın, iyi bir eğitim aldığını görüyoruz. 1924 yılında Diş Hekimliği Okulunu, 1930 yılında ise Hukuk Fakültesini bitiren yazar, gazetecilik, öğretmenlik, milletvekilliği ve senatörlük görevlerinde bulunduktan sonra, 1977 yılında bir beyin kanaması sonucunda aramızdan ayrıldı.

Damga (Reşat Nuri Güntekin)

0 yorum | Devamını Oku...
Konu

Aşık olan bir delikanlının sevdiği kız uğruna hayatı boyunca hırsız damgasına vurulması ve bundan dolayı gelişen olayları anlatır.

Özet

İffet hep abisinden farklı olmak ister. Bunu ilk anlayan Mahmut Efendi İffet’I hep Muzaffer’den ayrı sever. İffet, Kamiyap Kalfa sayesinde haftada iki gün Paşa babasından habersiz mahalle okuluna gider, oradaki çocuklarla arkadaşlık eder. Yazları ise Karamürsel’de Damlacık Çiftliğinde oturan Hatice halasında geçirir. Burada geçirdiği iki ay onun için çok farklıdır.

Özellikle halasının anlattığı hayaletli değirmen öyküsünden çok etkilenir. Bu hikayede; “birbirini çok seven Fatma ve İsmail, İsmail’in askere gitmesiyle ayrılırlar. Fatma İsmail’i iki yıl bekler ama çevresindekiler İsmail’in Yemen’e gittiğini ve oraya gidenin yaşama ihtimalinin çok az olduğunu söyleyerek Fatma’yı Gaffar Ağa’ya verirler.

Aradan zaman geçtikten sonra İsmail Yemen ‘de n döner ve Fatma ‘nın evlendiğini öğrenir. Yalnız ikisi de hala birbirlerini çok sever. Bunun üzerine geceleri değirmende buluşmaya başlarlar. Birgün basılmak üzereyken İsmail, Fatma’nın namusunu kurtarmak için değirmenden kendisini soğuk sulara atar ve cesedi bile bulunamaz. ” İffet bu masaldan çok etkilenir ve bu masal ona sevilen kadın için kendini feda etmeği öğretir.

İffet büyür, abisi hünkar yaveri olur ve sırma kordonlar takar. İffet’ babası idadi mektebe verir. İffet’in mektepte hürriyetçi ve meşrutiyetçi bir Celal Abisi vardır. Celal’I çok seviyor ve duygularını saklamayıp açıklıkla savunduğu için saygı duyar. Yalnız okulda ki bir öğretmeninin ihtilal ve meşrutiyetten söz etmesi üzerine tevkif edilmesi İffet’i’ okuldan ayrılmasına neden olur.

Kısa bir zaman sonra Meşrutiyet ilan edilir ve İffet’in abbası Halis Paşa görevden atılır. Midilli’ye sürgün edilir. İffet’te babasıyla iki buçuk yıl Midilli’de yaşar. Babasının vefatından sonra İstanbul’a dönerve muallim olarak bir evde çalışır. Evin sessiz ve güzel hanımı olan Vedia Hanım ile arasında bir ilişki doğar. Geceleri deniz kenarında buluşurlar.

İffet her gece kayıkhane harabesinde Vedia’yı bekler. Vedia onbeş yaşında ki kız çocukları gibi ihtiyatsız davranırve bir gün yakalanma ihtimali bile akıllarına gelmez. İffet Vedia’a “Damlacık”taki su değirmeninin masalını anlatır. Bir köy delikanlısının sevdiğini ele vermemek için yaptığı fedakarlığınıbir gün kendisinin de yapabileceğini söylerdi.

Bir gün yine ihtiyatsızca davranırken basılırlar ve İffet aynen değirmende ki masalda ki gibi sevdiği kadının namusunu kurtarmak için hırsız damgası yapar.

Değirmendeki nasal en sonunda İffet’in başına gelir. Sevdiği kadın uğruna kendisi hayatı boyuncahırsız damgasına vurulur. Zorla haneye tecavüz ve hırsızlık suçlarından dolayı altı ay hapse mahkum olur. Celal’in sayesinde iyi bir koğuşa verilir.

Bir mayıs günü Vasif Efendi ile hapisten çıkar. İffet dışarıda kendini iyi hissetmez. Ne yapacağını şaşırır. Bir kaç gün tanıdıklarında kaldıktan sonra ucuz bir oda kiralar. Hapisten çıktıktan sonra Celal, İffet için yalnız bir arkadaş değil, adeta bir baba olmuştur. İffet’in Hatice Halası kadar çok sevdiği bir Fahriye Yengesi vardır.

Bir gün Muzaffer’den yengesinin durumunun iyi olmadığını haber alır ve zorunlu olarak Fahriye Yengesi’ni görmeye gider, Fahriye Yenge onu çok iyi karşılar ve bir istekte bulunur:”400 bin lirasını bankaya yatırmasını ister”İffet çok şaşırır. Çünkü, kendi abisinin bile kendisine güveni kalmamıştır. İffet bu parayı çaldırma korkusuyla bankaya yatırır.

Böylelikle İffet’in kendine güveni gelmeye başlar. Celal, İffet’e iş bulur. Görüşmek iççin giden İffet ilk iş görüşmesinde büyük bir ümitsizliğe kapılır. Kendisinden istenen gümrükten, eşya çıkarmasıydı. ”Yarın gelirim “diye mağazadan ayrılır. Ama bu olayın tesiri günlerce üstünden atamaz, namuslu bir iş bulmakta ki ümidi giderek azalır.

Yaz bitiyorduve İffet hala iş bulamaz. Elinde ne varsa satar, bazı geceler aç yatardı. Ev kirasını ödemek için en son babasının yadigarı olan altın saati bile satar. En sonunda Celal, İffet’e Hukuk-I Milliye gazetesinde iş bulur. İffet bundan çok mutlu olur ve yorulmadan çalışmaya başlar.

Çevresindekiler artık rahatsız olmaz çok kısa zaman sonra gazete bütün İffet ve arkadaşlarıTelgraf Gazetesi ‘nde çalışmaya başlar. Fakat kısa zaman sonra Telgraf gazetesinden de ayrılır, yine aç ve açıktadır. Celal geçinemeyip Konya’ya gider. İffet ayda bir Muzaffer abisinin gönderdiği parayla ev kirasını öder.

Birgün sokakta yürürken Celal’e rastlar. Celal Konya’da avukatlık görevinden ayrılıp, ticarete başlar ve İffet’e de kendi şirketinde bir iş verirBundan sonra İffet’in işi şehirler arası yolculuklarda mal taşımaktır. İffet yeni yüzler, yeni insanlar tanıdıkça hayata bağlılığı artmakta yaptığı işten memnun kalmaktadır. Yolda gördüğü insanlara yardım etmekte ve ihtiyaçlarını karşılar. Yine kötü hava şartlarında İzmir’den İstanbul’a hareket eder.

Tren Afyon’da hareket edemez duruma gelir. Dışarı çıkar ve kendisinden hasta annesi için yardım isteyen Rana ‘ya yardım eder. Rana masum ve çocuksu bir kızdır. İffet Rana’dan çok hoşlanır, yalnıuz yediği damga yüzünden Rana’dan uzaklaşır.

İffet uzun süre sonra Hocası Mahmut Efendi’yi görmeye gider. Mahmut Efendi’nin eşi ölmüş kendisine gelini bakar. Mahmut Efendi ile uzun uzun konuşurlar, eski hatıraları anarlar. Gece Mahmut Efendi’den ayrıldıktan sonra sokakta kavga eden bir kadın ve erkekle karşılaşır.

Adam kadını hırsızlıkla suçlarve polise götürmekle tehdit eder. İffet, bu kadını görünce Rana aklına gelir ve bu kadının masum olduğunu, kendisi gibi damga yediğini düşünerek, onu kendi himayesi altına almayı düşünür. Adama para vererek kızı kurtarır. Yalnız kadın hiç düşündüğü gibi çıkmaz. Bir geceyi beraber geçirdikten sonra kadın ayrılır ve İffet’in duyguları yine incinir.

Muzaffer Ağabeyinden gelen telgraf İffet’in moralini yükseltir. Telgrafta ev ve yatırımlar hakkında ki mahkemeyi kazandıkları yazar. İffet İstanbul’a döner ve eline epeyce para geçer. İstanbulda iyi bir malikane alır. Yanınada Mahmut Efendi öldükten sonra tek başına kalan gelini ve torununu allır. Eline para geçtikten sonra eski akrabaları ile tekrar görüşmeye başlar.

Birgün İffet Beyoğlu’nda dolaşırken Vedia’ya rastlar. Hiçbir şey olmamış gibi iki çift karşılıklı konuşurlar. İffet tekrardan Vedia’ya karşı duygular hisseder. Yalnız Vedia tekrardan İffet’le olmak istemez.

Ana Fikir

Seven insanın gözünün kör olduğunu, bir anlık düşüncesiz hareketlerle kendi hayatını mahvedeceğini anlatır.

Şahıslar ve Olaylar

İFFET: O lay kahramanıdır.

MUZAFFER:İffet’in abisidir. uyuşuk, tembel, miskin, kibirli biriydi.

MAHMUT EFENDİ:İffet ve Muzaffer’e haftada iki gün ders verirdi.

HATİCE HALA:İffet’in halasıdır, elinde iki kız çocuğuyla dul kalmış ve Karamürsel’de yaşıyor.
HALİS PAŞA :İffet’in babasıdır.

CEMAL KERİM BEY:İffet’in çocuklarına ders verdiği mebustur.

VEDİA HANIM:Cemal Kerim Bey’in ikinci hanımıdır.

Yazar Hakkında Bilgi

Reşat Nuri GÜNTEKİN

Doğum/Ölüm: 25 Kasım 1889 - 7 Aralık 1956
Doğum Yeri: İstanbul

Yazı hayatına Birinci Dünya Savaşı sonlarında (1917) başlayan, ilk eseri de Eski Ahbap (uzun hikaye) 1917’ de basılan Reşat Nuri, 1918’ de tiyatro eleştiri ve araştırmaları yayımlarken bir yandan da hikayeler (Şair Dergisi, 1918/19; Nedim Dergisi, 1919; Büyük Mecmua, 1919) yazıyordu.

Çalıkuşu’ nun Vakit gazetesinde tefrikasıyla (1922) geniş bir ün kazandı. Çok hareketli bir eser olan Çalışkuşu’ nda Anadolu, ilk idealist ve aydın kızı Feride’ ye kavuştu, geniş ölçüde romana girdi. Bu roman az okumuş ve aydın, iki sınıfı da, doğal ve canlı diliyle kendine bağladı.

Reşat Nuri’ nin hemen bütün romanlarında dekor olarak taşra kasaba ve şehirleri çevre, tip, çeşitli problem ve görüşleriyle Anadolu atmosferi görülür. Romanlarında sosyal ve hissi konuları işleyen yazar, küçük hikayelerinde bunların yanına mizahı da ekledi. Yazdığı, çevirdiği, kitap biçimine girmiş veya dergi, gazete sayfalarında, tiyatro repertuarlarında kalmış tüm eserlerinin toplamı yüzü bulur; bunlardan 19 tanesi telif romandır, 7 tanesi hikaye kitabı.

Yazdığı, çevirdiği, uyarladığı, oynanmış, basılmadan kalmış oyunlarının sayısı roman ve hikaye kitaplarının sayısını da aşar. Eserlerinin tam listesi için şu broşüre bakınız: Türkan Poyraz – Muazzez Albek, Reşat Nuri Güntekin (Ankara, 1957)

Hikaye kitapları: Tanrı Misafiri (1927), Sönmüş Yıldızlar (1927), Leyla ile Mecnun (1928), Olağan İşler (1930), vb.

Gezi yazıları: Anadolu Notları (ilk cildi 1936; ikinci cildi 1966).

Oyunları içinde en ünlüleri Balıkesir Muhasebecisi (1953) ve Tanrıdağı Ziyafeti (1955)’ dir. Bütün eserleri ölümünden sonra, eşi tarafından, bir külliyat halinde yeniden bastırıldı.

Hayatı, sanatı ve eserleri üzerine bir tanıtma kitabı, Muzaffer Uyguner’indir. (Varlık yay;1967). İbrahim Zeki Burdurlu’ nun Romanıyla Reşat Nuri Güntekin (İzmir Eğitim Ens. Yay., 1971) kitabını Birol Emil’ in Reşat Nuri Güntekin’ in Romanlarında Şahıslar Dünyası (1984) adlı doçentlik tezi izledi.

Da Vincinin Şifresi - Dan Brown

0 yorum | Devamını Oku...
Kitabın adı : Da Vincinin Şifresi
Kitabın Yazarı : Dan Brown

Kitabın konu ettiği sırrın Hıristiyanlığın temelinden sarsacak bir sır olduğu üzerinde duruluyor. Ama sır hakkında kesin bir görüş yok. Sadece Kutsal Kase’den bahsediyorlar ve bunun gerçekten bir kase olup olmadığından da şüpheliler. Bu bir belge de olabilir diye düşünmekteler. Sır hakkında tahminleri de “Hz. İsa’nın aslında Tanrı’nın oğlu olmadığı”, onun aslında sıradan bir insan olduğu “düşüncesinden yola çıkıyor galiba. Ve güvenilir tarikat üyeleri de bunu ömürleri yettiği müddetçe ve saklayacak ve sırrı açıklama zamanı gelinceye kadar (çünkü sır zamanı gelince açıklanacak) yerlerine geçebilecek kişileri gözlüyorlar ve yetiştiriyorlar. Ama her birinin (bu kişiler 4 kişi) ömrü de beklediklerinden kısa sürüyor. Sırrı ele geçirmeye çalışan Vatikan Piskoposluğu ellerini çabuk tutup bu tarikat üyelerinin yerlerini bulup her birinden sırrın saklı olduğu yeri öğrendiklerini sanıp 4 kişiyi de öldürüyorlar. Ama onlar bu yolda ant içmiş kişiler oldukları için “ser verip, sır vermeyen” kişilerdi.

Her biri de aynı hikayeyi kelimesi kelimesine söyleyince doğru sanıp adamları öldürüyorlar. Ve olaylar son kişi olan Müze Müdürü’nün öldürülmesiyle başlıyor. Müze müdürü sırrın kendisiyle birlikte ölmesine razı olmadığından bir şekilde şifrelerle örülü ipuçları bırakarak ölüyor. Torunu ve bu konuda uzman Langdon şifreleri birer birer, her türlü engellemelere rağmen çözüyorlar. Ama sonuçta hiçbir sır ortaya çıkmıyor. Çünkü bu olay sadece Langdon’un gördüğü bir rüyadan ibarettir.


Sion Tarikatı-1099 yılında kurulmuş olan gizli Avrupa Cemiyeti gerçek bir topluluktur. 1975 yılında Paris’in Milli Kütaphanesi, Sir lsaac Newton, Batticelli, Victor Hugo ve Leonardo da Vinci de dahil olmak üzere, Sion Tarikatı’nın sayısız üyelerinin isimlerini içeren, Les Dossiers Secrets (Gizli Dosyalar) diye bilinen parşömenleri ortaya çıkarmıştır. Opus Dei olarak bilinen Vatikan Piskoposluğu, beyin yıkama, baskı ve “bedensel çile” denen tehlikeli bir ibadet yapıldığına dair tartışmalar yaratan, koyu dindar bir Katolik mezhebidir. Opus Dei’nin New York’ta 243 Lexington Caddesi’ndeki 47 milyon dolara mal olan Dünya Merkez Bürosu’nun inşaatı henüz tamamlanmıştır. Bu romanda bahsi geçen tüm sanat eserleri mimarı yapılar, belgeler ve gizli ayinlar gerçektir.

Kitap daha ilk sayfalardan itibaren diğer sayfaları merak ettiren bir özelliğe sahip. Bu sürükleyicilik özelliği benim kitabı kısa bir sürede zevkle okumamı sağladı. Kitabının konusunun ilginçliği yanında içerisinde geçen çoğu unsurun gerçekliğini belirtmeleri beğenileri artıyor diye düşünüyorum. İşte kitapta “GERÇEK” başlığıyla belirtilen şunlar; Şifrelerle örülü büyük bir sır… işte insanlar şimdilerde bu sırrın peşinde. Hayatta herkesin bir sırrı ve o sırrı erişilmez kılan bir şifresi yok mu? Bir düşünelim bu hayatta şifrelerle koruduğumuz neler var? ATM kartımız mı? Bu da bir şey… Ama bazılarının bundan daha fazlasını korumaya ihtiyacı var. Devletler, ordular, şirketler sırlarını korumak için büyük paralar harcıyorlar.

Kitabın konu ettiği şifreleri kriptoloji çalışanı ve şifreler hakkında uzmanlığı olan kişi zorda olsa birer birer çözdü. İşte buradan hareketle benim aklıma “nerde kaldı, şifrelerin çözülmezliği” diye bir düşünce belirdi. Bunun düşünürken Internet’te okuduğum bir yazıda Türkiye’nin şifre üreten bir kurumu varmış. UEKAE… ve bu kısaltmayı da sadece Türkiye’de ilgililer biliyormuş. Uluslar Elektronik Kriptoloji Araştırma Enstitüsü. Bu kurum TÜBİTAK’a bağlıymış. En büyük müşterisi de Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere devletin sırrının saklanmasına ihtiyaç duyulan diğer birimleriymiş. Yani bu kurum modern “Da Vinci Şifreleri” yazıyormuş. Tarih boyunca “güç” kavramı ile kripto (şifre) kavramı hep yan yana durmuş. Gücü pekiştiren hep gizlilik olmuş. UEKAE’de şimdi Türkiye’nin en güçlü resmi kurumlarına hizmet veriyor demek oluyor. Kurumda çalışanlar filmlerdeki gibi bir odada şifre oluşturur. Kötü adamlarda bu şifreleri kırmaya çalışırlar ya hep, işte kurumlardakiler de filmlerdeki gibi özel kişilermiş. Bunlar özel güvenlik kriterline göre seçilip, her çalışan “yaptığı işin gerekleri konusunda bilinçli ve güvenliğe sonuna kadar riayet eden kişi” olarak tanımlanıyormuş. Yine bina güvenliği o kadar önemli ki güvenlik düzeyleri, Milli ve NATO Tesis Güvenlik belgeleri ile tescil edilmiş.

İşte dünya üzerinde bilgilerin yanlış ellere geçmesi korkusuyla oluşturulan ciddi bir “kripto (şifre) endüstrisi” bulunuyormuş. Kişisel güvenlik bir yana, devletler, ordular ve büyük şirketler için bu konu çok mühim. Birde bunun tam tersi mevcut tabi. Devletlerden, ordulardan ve büyük şirketlerden “kötü niyetle” bilgi saklamaya yada onların bilgilerin çalmaya çalışanlarda var…
O halde şöyle denilebilir. Ortada Da Vincinin şifresini yaya bırakacak bir şifre sektörü bulunmakta. Kısacak Dan Brown çok güzel bir iş çıkarmış. Kurgu, anlatım, ayrıntılar çok güzel. Eleştirilerin çoğu bu yönde olumlu karakterdi. Diğer kitapları içinde aynı şeyler söyleniyor. Sırada okuyacağım kitapları onlar oluşturacak gibi görünüyor.

Sırlar ve onu koruyan, saklayan şifreler hayatımızda hep var oldu ve her zaman var olacaktır. Tabi bunları öğrenmeye çalışan kişiler de… Vejetaryenliğin Yararları adlı kitabı bir öneri üzerine okudum. Tabi istemeyerek değil. Vejetaryen insanların ne düşündüklerini, bu yeme alışkanlığını neden benimsediklerini merak ediyordum ve gerçeklerini öğrenmek istedim.
Mesela kitaptan bir bölümü aynen aktarmak istiyorum. “İnsanın Doğal Besini2 başlıklı bölümde:

“İnsanın vejetaryen olmasını güçlendiren kanıtlar sanıldığından daha açık ve hissedilir şekildedir. Her şeyden önce doğaya bir göz atacak olursak, bu mahir kimyagerin yeryüzündeki her varlığın yiyeceğini kılı kırk yaran bir bilimsellik içinde bünyesine uygun olarak hazırlayıp sunduğunu görürüz. Öyle ki bunlar, onun sırları karşısında saygı ve temkinle başımızı eğmek zorunda bırakır bizi. Mesela bir bitki bataklık için, diğer çöl için yaratılırken, bir hayvanın ağzı atlamak, diğerinin dişleri parçalamak için yaratılmıştır. Yani her biri bünyesine ve bedensel gereksinmelerine yaraşır şekilde ve binlerce yüzyıl sürecinde bir yiyeceği kabul etmiştir. Bir kamış bataklıktan alınıp çöle dikilirse derhal kurur; meyve yiyen bir maymuna et yedirilirse çok geçmeden hayvanın kılları dökülür ve hastalanır…

İnsan yapısı itibarıyla yasalar dışında kalan ve diğer canlıların yaşamlarını düzenleyen bir varlık değildir. O da tabiattan doğmuş ve hayvanların evrimi sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu nedenle yakından bağlıdır onlara. Her bakımdan diğer canlılarla karşılaştırılacak olursa, insanın ne yırtıcı, ne de otlayıcı hayvanlara benzediğini görürüz. İnsanın bedeni et yiyecek şekilde yaratılmış olsaydı, yırtıcı hayvanlar gibi vahşi hayvanların peşinden koşup, canlı avı pençe ve dişleriyle parçalayarak ham eti, damarı, siniri, derisi ve kemiği ile birlikte yiyebilmesi gerekirdi. Oysa o kendini, yetiştirilip öldürülen, hazırlanıp pişirilen hayvan kaslarını yemeye ikna etmiştir. Bunların tümü doğaya aykırıdır.”

İşte bu gibi bölümlerden anlaşıldığı üzere kitap yazarı düşüncelerini gayet kesin bir şekilde belirtiyor. Yani “Nuh diyor, Peygamber demiyor.” Etin kesinlikle yenilmemesi gerektiğini savunuyor insan sağlığı için hiçbir faydasının olmadığı birçok zararının olduğunu irdeliyor. Kitabı okuyanlar bari tiksinsin ve et yemeği bıraksın diye de et demiyor da hayvan leşi gibi kelimeler kullanıyor. İlk başta tiksinir gibi olmadım değil ama alışmışız ete karşı hiçbir yoğuma yaratmadı. Ama doğruyu söylemek gerekirse eğer havyanlar kitapta belirtilen eziyetleri görüyorlarsa çok feci bir durum. Hiçbir canlı öyle bir muamele görmek istemez ve hak etmezde. Bu yüzden insanlar bazı konularda gerçekten çok acımasızlar. Kitapta aynen anlattığı üzere;

Ama bunların kurban edilişleri o kadarda kolay gerçekleşmiyor. Öldürmeden önce hayvana vahşice davranıyorlar. Hayvan sürüleri uzak şehirlerden on beş veya otuz gün boyunca sopa veya kamçı darbeleri altında naklediliyor. Hayvanlar yorgunluktan yığılacak olsalar, üvendirelerle kaldırılıyorlar. Kimi zaman birkaç gün yemeden içmeden yakıcı güneş altında yada pis ve kokmuş ağıllarda bırakılıyorlar. Bunlardan bazıları ölüyor. Yada biri doğuracak olsa, sürüden geri kalmasın diye yavrusunu annesinin gözü önünde kesiliyorlar. Hayvancıklar daha yol yorgunluğunu atmadan kamçıyla mezbahaya gönderiliyorlar. Bu pis ve hüzün verici binaya girer girmez yürek sıkıştıran kan kokusu, nemli zemin, her yandan akan taze kan, hayvanların canhıraş feryatları, kendi kanına bulanmış ve seğiren cesetler, iki tarafına leş asılmış yarı canlı cılız atlar, leşleri satın almak için koşuşturan kasaplar,…

Sonra hayvanları zorla birbirinden ayırarak, sürükleye sürükleye bir köşeye götürüyorlar; ayaklarını bağlayıp büküyorlar. Hayvan ayağa kalkmaya yeltense tekmeyle zorla yere yıkıyorlar…” İşte bu gibi bölümler gerçekten yaşanıyor ve yaşatılıyorsa insanlar zevkleri için hayvanlara olmaması gereken eziyeti yapıyorlar demektir. Ama yine de insanlar et tüketiyorlar ve madem insanlar otobur yaratıldıysa neden et tüketiyorlar? Vejetaryenlerin de sayısı bu tespite göre oldukça da az. Tespit derken insanların aslında otobur olarak yaratıldığı görüşü. Buna kanıt olarak da şu satırlar bulunmakta”. …Şimdi insanın sindirim sistemini etobur, otobur ve her şeyi yiyen hayvanlarla karşılaştırarak bunlardan hangisine benzediğini görelim: Her şeyden önce insanın dişleri meyve yiyen iri maymunların dişlerine benzer. Çünkü yırtıcı hayvanlarda kesici dişler çok küçüktür. Köpek dişleri ise bunun aksine kalın ve uzundur. Öğütücü, sivri ve keskindir. Böylece avladıkları hayvanları parçalayıp etlerini parça parça ederek yutarlar… Kısacam meyve yiyenler, maymunlarla aynı seviyede dişe sahiptir ve sadece köpekdişleri belli belirsiz yükselir. Ancak parçalama işlemini gerçekleştiremez…”

İşte bu kitap bu gibi bölümlerde yapılan açıklamalarla sürüp gidiyor. Ve biz insanlar yada et tüketen insanlar için bu kitabın “Asıl olan vejetaryenlik” diye diretmesi yine de bizim için hiç fark etmiyor. Çünkü bizler yine et tüketmeye devam edeceğiz ve tüketiyoruz da.

Tabii ki herkesin görüşlerine, düşüncelerine saygımız da sonsuzdur diye düşünüyorum ben. Ne kadar da et yemeyen biriyle karşılaştığımızda “Aa!! Sen neden et yemiyorsun, çok önemli bir besin kaynağından mahrum kalıyorsun?” desek ve onlar da aynı şekilde “Siz ne diye bünyenize bu kadar zararı olan ve hiçbir faydasını görmediğiniz, en önemlisi bir canlının yaşama hakkını elinden alarak bu gereksiz beslenme tarzını sürdüyorsunuz?” deseler de “Huylu huyundan vazgeçmez misali her iki tarafta diretiyor. Ama bu gruplar arasında bir geçiş yaşanıyor mu? Bunu bilmiyorum.

Ve kitapta bahsedilen etin bir faydasının olmadığı konusunda bizim Türk doktorları hiç öyle demiyor. Temel besin kaynaklarımızdan biri olduğunu ifade ederler. Peki biz hangisine inanacağız? diye bir soru her insanın aklına gelir. Ama ben bu şekilde bir sorunun cevabını bizim inancımıza göre et yemenin bir sakıncasının olmadığını ve bize adanmış bir Kurban Bayramının da var olmasından dolayı gereksiz bulurum. Yani et yemenin hiçbir sakıncasının olmadığı görüşündeyim. Tabi her şeyin bir ölçüsü, dengesi olduğu gibi bunun da ölçülü yapılması gerekir diye düşünüyorum.

Özetle diyebilirim ki kitap kendince kanıtlar öne sürerek ve açıklamalar yaparak kendi yaşayış tarzının doğru olduğunu kesin bir dille belirtiyor. Bazı bölümlerine de katılmadım değil ama önce de belirttiğim gibi “Huylu huyundan vazgeçmez”. Ayrıca vejetaryenler kendi beslenme biçimlerini bir yaşam tarzı yapmışlar. Bizim de bu beslenme yaşam tarzımız.

Hakkımızda

Bu Sayfa Üzerinde Aklınıza gelecebilecek tüm sorulara cevap arayacağız, sormak istediginiz birşey varsa iletişim kısmından yazabilirsiniz.

Takip Listemizden

İstatistikler


Sitemizde 33 kategoride toplam yazı bulunmaktadır!

Görüntülenme

back to top