Kitap M etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap M etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Aralık 2011 Salı

Medya Ve Demokrasi

0 yorum | Devamını Oku...
Bilinen anlamda basın özgürlüğünü ilk destekleyen Euro-Amerikan devrimi özellikle on sekizinci yüzyıl boyunca, devlet sansürünün sınırları konusunda çeşit çeşit yeni ve iyi işlenmiş fikirlerin geliştirilmesine neden oldu. Modern anlamda basın özgürlüğü fikrinin doğum yeri olan İngiltere’de en azından dört farklı sav ile karşılaşıyoruz.

1. Teolojik yaklaşım, devlet sansürünü Tanrı’nın insanlara ihsan eylediği akıl adına eleştiriyordu. Bu görüş ruhsata ve sansüre bağlı olmasını buyuran bir hükümet kararına karşı, Tanrı aşkı ile “özgür ve bilgili ruhun” serpilip gelişmesi için özgür basına arka çıktı.
2. Basının davranışlarının bireyin haklarına uygun olması fikri.

3. Faydacılık kuramı, kamuoyu üzerindeki devlet sansürünü istibdata verilmiş bir açık kart olarak görüyor ve yönetilenlerin mutluluğunun en üst düzeye çıkarılması ilkesine aykırı buluyordu.

4. Basın özgürlüğünün dördüncü savunması, Hakikat’e yurttaşlar arasındaki kısıtlamasız tartışma yoluyla ulaşılacağı düşüncesine dayanıyordu. Basın özgürlüğüne ilişkin tüm bu savların sorunsuz oldukları söylenemez ama bu görüşler erken modern toplumların ilk gelişmesini derinden etkilediler. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar gerek Amerika’da gerekse İngiltere’de “basın özgürlüğü” cesur ve bulaşıcı ütopik bir kavram olarak işlevini sürdürdü. Yöneten sınıfları sıkıştırmaya yaradı. Devletin ifade özgürlüğüne getirdiği kısıtlamaları dramatize etti. Medeni haklar ve siyasal demokrasi mücadelesine hız kazandırdı. Özgür basının yaygınlaşması yazılı metinlerin görünümüne hem katkıda bulundu hem de ondan yararlandı; metinler laik bir nitelik kazandıkları gibi, okunmaları da kolaylaştı. Fakat basın özgürlüğünün ilk Avrupalı ve Amerikalı savunucuları bu ütopik vizyonun birçok kör noktalarla malul olduğunu da görememişlerdi. İlkin basının kendi kendini sansür etmesi olayını hesaba katmadılar; çünkü fikirlerini topluluk önünde ifade etme yeteneğine “doğal olarak” sahip olan kişilerin karşısında başlıca dış tehdidin siyasal iktidardan geleceğini varsaydılar. Baskılar nedeniyle basın özgürlüğü savunucularının sansür sorununa negatif özgürlük paradigmasıyla bakmaları anlaşılabilir bir tutumdur. Söz ve basın özgürlüğü negatif özgürlük anlamına geliyordu; yani, bu özgürlük bireylerin yada bireylerden oluşan grupların önceden bir dış engelleme olmaksızın düşüncelerini dile getirme özgürlüğüydü ve yalnızca bu özgürlüğü tüm diğer bireylere garanti eden ve hükümet tarafından yaptırımlarıyla uygulanan yasalara tabiydi. İşin can alıcı noktası, basın özgürlüğünü savunan bu kuramların felsefi anlamda yeterince çoğulcu olmamalarıdır. Her şeyin tartışılması mübahtı, bir şey hariç: Kendi dünya görüşleri. Tüm ideologlar gibi, tüm dünya için geçerli olmayı hak etmiş evrensel bir dil olduklarını varsayarak kendilerini eleştirilere karşı korumaya çalıştılar.

Konuya eleştirel gözle bakan biri sorabilir: Mademki basın özgürlüğü hakkındaki modern ideal daha en başından bu kadar kusurluydu, onu doğumundan üç yüzyıl sonra niçin tartışalım? Bu deneme işte bu çetin sorulara cevap vermeye çalışıyor. Basın özgürlüğü hakkındaki eski söylemin güçlü ve zayıf yanlarının değinilmesinin günümüzde önemli olduğunu savunuyor.

İlk yaklaşım Pazar rekabetinin basın ve yayın özgürlüğünün kilit koşulu olduğunda ısrar ediyor; bu özgürlüğü de devlet müdahalesinden özgürlük olarak, bireylerin düşüncelerini dış kısıtlamalar olmaksızın iletebilme hakları olarak anlıyor. Devlet sansürü, bireysel seçim, yasal düzenlemenin kaldırılması yani “deregülasyon” pazar liberallerinin tezinin temel kavramıdır.

Özel ellerde bulunan bir basın ve çok kanallı bir yayım sistemi özgürlüğün kalesidir. Kültürel ayrıcalıkların ve devlet baskısının savunucularının baş belasıdır. Pazar liberalleri devletçe korunan medyanın pederşahiliğine karşı çıkıyorlar. Onlara göre, kamu hizmeti yayımcılığı fikri en başından yolunu sapıtmıştı. Aslında, kamu hizmeti yayımcılığı kişisel ihtiyaç ve kaygıların temsilini sınırlar. Seçme alanını sıkıştırır, daraltır, azaltır. Televizyonda hükümetin dayandığı varsayım şöyle anlatılmıştır. “Ne seyretmek istediklerini seçmeyi insanlara bırakamazsınız, onların neyin onlar için iyi olduğunu bilen ve düşünceleri birbirine yakın insanlarca denetlenmeleri gerekir.” Medyanın tekelci kamusal düzenlenmesi artık haklı gösterilemez. Devlet korumasındaki medyanın keyfi finansmanının ve sansürünün en iyi panzehiri, Pazar rekabetinin tarafsız ve tüketiciye-duyarlı üleşim sistemidir. Kamu hizmeti tekellerinin ortadan kalkması, radyo-televizyon yayımcılığının erginliğe ulaştığının bir işareti olacaktır. Pazar liberalizminin muhalifleri ve özellikle sola eğilimli olanları, bu önerilerden telaşa kapılmış durumdalar. Diğer yandan deregülasyonun İtalya’da yarattığı yoz sonuçları değerlendirmek gerekiyor. Örneğin, haber-eğlence programları (barok televizyon parçaları haline dönüştürülmüş ağız sulandırıcı mahkeme duruşmaları) ve iç gıcıklayıcı striptease’li yarışma programları bunlar arasında sayılıyor. Artık kalitenin yerini ticaret kurtlarının ölçüleri almıştır.

Çok kanallı seçim demek çok kanallı saçmalık demek olduğuna göre - ucuz yarışma programları, reklamlardan farkı olmayan içi boş eğlence programları - daha fazla seçenek daha iyi değil, daha kötü medya demeye gelecektir. Pazar liberallerinin, pazarın bireysel seçim özgürlüğünü arttırdığı iddiası da kuşkuludur. Sınırsız Pazar rekabeti aslında belirli yurttaşların, özellikle azınlıkların ve geçici çoğunlukların seçim özgürlüğünü ağır biçimde zedelemektedir. Yayımcılar rekabete tutuştuklarında en iyi yöntemin kitlelere cazip gelecek programlarla tam ortadaki kesime seslenmek olduğunu biliyorlar. Bunun sonucu, programlarda çeşitliliğin sınırlanması ve birbiriyle örtüşmesi oluyor. Muhaliflerin Pazar liberali fetişi ile ilgili söyleyebileceklerinin özü şu: Pazar rekabetinin iletişim özgürlüğünü garantili olarak sağladığının inanılır olduğu günler çok geride kaldı. Bugün ise basın özgürlüğünün dostlarının şunu anlamaları gerekiyor: İletişim pazarları iletişim özgürlüğünü kısıtlamaktadır; pazara girmek isteyenlere engeller koyarak, tekellere izin vererek, seçenekleri sınırlayarak ve enformasyonun egemen tanımını kamusal yarar kavramından uzaklaştırıp özel olarak tasarruf olunabilen bir metaya yaklaştırarak yapmaktadır bunu.

Basın ve yayım özgürlüğü konusundaki Pazar liberali görüşünü bozup çürüten tek şey Pazar rekabeti fetişi değil. Bu görüşün devlet kurumlarının sorumsuzluk ve keyfi erkine duyduğu sempati de çoğu kez ona puan kaybettiriyor. Günümüzde tüm demokratik rejimlerin göbeğinde despotizm çekirdekleri bulunuyor. Eski modern mutlakıyetçi devletlerin, parlamentolar tarafından yönetilen geç modern anayasal devletlere tarihsel dönüşümü sona erdi.Artık yeni bir siyasal sansür dönemine, Demokratik Leviathan çağına giriyoruz. Bu çağda hayatın yaşamsal parçaları çeşitli eski ve yeni kalemlerle donatılmış, sorumsuzluk siyasal kurumlar tarafından biçimlendirilmekte. Birbiriyle bağlantılı beş siyasal sansür türü özel ilgiye değer.

1. Olağanüstü hal erkleri : Hükümetlerin, medyanın bazı bölümlerini zorbalıkla sindirerek yola getirme girişimleri talimatlar, tehditler, yasaklamalar ve tutuklamalarla Batı demokrasilerinde de kendisini hissettirmeye devam ediyor. Ön engelleme ve yayım sonrası bu baskı türünün iki tekniği.

2. Silahlı gizlilik : Modern devlet erki, gizlilik perdesinin arkasına saklanmış polise ve askeri organlara dayanarak başarılı olur.

3. Yalan söylemek : Siyasette yalan söylemek demokratik rejimlerin özelliklerinden biridir.

4. Devlet reklamcılığı : Erken modern devletin yöneticileri; özellikle mutlakıyetçi evrede, kendilerini toplumda birliğin kaynağı ve ilkesi olarak görüyorlardı. Siyasal liderlerin televizyon ve radyo mülakatlarında kayrılarak yansıtılması, devlet reklamcılığının daha az göze çarpan, ama hiçte önemsiz sayılamayacak bir örneğidir.

5. Korporatizm : 20. yüzyılda hükümetin işlevlerinin özel kesimin örgüt ağları tarafından yerine getirilmesi, pazarlık , ihsan yada sözleşme ile yapılması, sıradan bir olay haline geldi.

Batı demokrasilerinin bu beş yönelimi kaygı vericidir. Bunlar gösteriyor ki, normal olarak ne yurttaşlara, ne kitle iletişim araçlarına karşı sorumlu ne de hukuk devletine tabi olan siyasal erk toplamı çoğalmaktadır. Eğer hukuk devleti keyfi devlet erkinin siyasal yaşamdan sistematik olarak ayıklanması ise ve keyfi erk kamunun değerlendirmesi ve eleştirisinden muaf ve çevresine karşı duyarsız ve ondan öğrenmeye yeteneksiz erk olarak tanımlanıyorsa, o zaman denilebilir ki, batı demokrasilerinde hukuksuzluk artmaktadır. Bütün bunlar çarpıcı bir paradoksu yansıtıyor.

Pazar liberallerinin çoğu sansürsüz bir özgür iletişim pazarından söz etmeye bayılıyorlar, ama iş bu yönelimleri eleştirmeye gelince hemen geri kaçıyorlar; yurttaşların hukuk devletini genişletme, siyasal erkin keyfiliğine ve gizliliğine set çekme çabalarına karşı antipati dolu, hatta düşmanca bir tutum takınıyorlar. Onların Pazar özgürlükçülüğü siyasal ve kültürel otoriterliğe duyulan derin bir yeni-muhafazakar bağlılıkla yan yana yaşıyor. Bu deneme şimdiye kadar “deregülasyon”a karşı çıkanların iki zayıf noktasını vurgulamaya çalıştı. Pazar liberallerine karşı ve kamu hizmeti iletişiminden yana ortaya koydukları savın üçüncü bir zayıf yanı, yukarıdakilerle ilgili bir kör noktası var: Kamu hizmeti medyasını toplum önünde haklı gösterme girişimlerinin inandırıcı olmaması. Eğer iletişim medyası bir kamu hizmeti olarak savunulacaksa, oynayacağı rollerin ve yapacağı işin önemi açık ve mantığa uygun bir biçimde anlatılmalıdır. Ne yazık ki, kamu hizmeti medyasına ilişkin çağdaş sav ağır bir meşruiyet sorununa paçayı kaptırmıştır. Kamu hizmeti medyasının hastalığı ötekilerden bile daha geneldir; bu hastalık, eski temsil biçimlerini zayıflatmakta ve parçalamaktadır.

Kamu hizmeti yayımcılığı yalnızca eğlendirme amacından daha yüce amaçlar güder. Bu anlamda, nitelikli yayımcılığın kazandığı pratik başarıları küçümsemek doğru olmaz. Gene de, var olan kamu hizmeti medyasına bir kalite, denge ve evrensel erişim timsali olarak bakmak miyopluk olur. Kamu hizmeti medyasının egemen tanımı, kendi varlığını kalite edebiyatına başvurarak haklı göstermekle de stratejik bir hata yapıyor. Pazarı savunanlarında kalite konusunda ayrı bir görüşü var. Terimin anlamsal bulanıklığından yararlanarak ve onu daha da bulandırarak kamu hizmeti modelini akıl karıştırıcı ve tepeden bakmacı olmakla eleştiriyorlar. Onlara göre, izleyici bağımsız tüketicilerden oluşmuştur ve en pratik kalite ölçüsü onların yaptıkları seçimlerdir.

Peki, yeniden tanımlanmış, genişletilmiş, daha erişilir ve sorumlu bir kamu hizmeti modeli pratikte nasıl bir şey olacak? Kamu hizmeti medyası, başlangıçtaki modelinin geri dönülmez ve derin bir bunalıma girdiğini hiç unutmaksızın “gayrimetalaştırıcı” başarılarını örnek alıp ilerletmeli. Farklı yaşam biçimleri, beğeniler, görüşler arasında uyumlu bir birlik oluşmasına, despotik devletlerin ve Pazar güçlerinin egemenliği altında olmayan tarafından yönetilen yurttaş çoğunluğunun siyasal güç kazanmasına yardımcı olmalıdır. Onların çok katmanlı anayasal devletlerin çerçevesinde yaşamasını sağlamalıdır. Bağımsız kendi kendisini örgütlemiş, devlet kurumlarının dar sınırlarını aşan sivil toplumlarda çalışan ve tüketen, yaşayan ve seven, kavga eden ve uzlaşan yurttaşlarına karşı sorumlu tutulabilen devletlerdir.

İletişim medyası, siyasal yöneticilerin yada iş adamlarının kişisel kazancı yada karına değil, kamu kullanımına yada tüm yurttaşların zevk almasına yaramalıdır. Bunları sağlamada önceliklerden birisi, çağdaş devlet erkinin sansür yöntemlerinin gözler önüne serilmesi ve kaldırılmasıdır. Bir diğeri, hem siyasal erkin sürekli başına ekşiyen hem de çalışan, sevişen, kavga eden ve başkalarını hoş gören yurttaşların başlıca iletişim araçları olarak hizmet veren devlet dışı medyanın gelişmesi. Bu öncelikler uygulamaya konulduğunda kamu hizmeti yayımcılığına ilişkin şimdiki egemen tanım radikal olarak değişecektir; hem de Pazar liberalizminin cazibesine teslim olmadan. Kamu hizmeti iletişiminden söz edildiğinde artık akla, devletçe finanse edilip korunan, ama devlet-dışında kalan ve yurttaşların büyük bir bölümü arasında fikir dolaşımını sağlayan iletişim kurumları gelecektir.

Bu denemede savunulan kamu hizmeti modeli, özgür ve eşit iletişime ilişkin bu temel ilkelerin hakkını yememeye çalışmaktadır. Çünkü bu model, evrensel amaçla çoğulcu amaç arasında ortadan kaldırılması mümkün olmayan, modern bir ikilem bulunduğunun bilincindedir: Evrensel yaklaşımda amaç, tüm yurttaşların fikirlerini topluca açıklamalarını sağlayacak haklara sahip kılınmasıdır; çoğulcu yaklaşımda ise amaç belirli yurttaşların kendi fikirlerini topluca açıklamalarını sağlayacak alanlar açarak gerçek bir çeşitlilik sağlarken, kimi diğer yurttaşların ifade gücünü denetim ve sınırlama altına almaktır. Dahası burada ana çizgileriyle verilen yeni kamu hizmeti modeli toplumsal çeşitlilik olgusuna daha uygundur-bölgeler arası, kır ve kent, genç ile yaşlı, zengin ile yoksul, meslekler, etnik kimlik, dil, cinsiyet ve cinsel tercihten kaynaklanan farklılıkların gittikçe daha belirleyici olduğunu unutmamak gerekir. Demokrasinin bilgili yurttaşlara ihtiyacı var. Onların demokratik araçlar sayesinde aklı başında anlaşmalara varma yeteneği, ancak farklı fikir kaynaklarına eşit ve açık erişim sağlayabilmeleri durumunda filizlenip gelişebilir.

Murtaza (Orhan Kemal)

0 yorum | Devamını Oku...
Kitabın Konusu: Murtaza’nın unvan namus şeref işini hakkıyla yapma uğruna yaşadığı olaylar edindiği düşmanlıklar ve yaptığı mücadele anlatılır.

Kitabın Anafikri : İnsanın sorumlulukları vazifesi hayatındaki her şeyden önce gelmelidir.

Yardımcı Fikirler:

1)İnsan vazifesini hakkıyla yerine getirmelidir.
2)İnsan hayatında sorumluluklarına paradan daha çok önem vermelidir.
3)İnsan vazifesini yaparken akrabalarına yakınlarına torpil geçmemelidir
4)Ebeveynler çocuklarını yetiştirirken iyi yetiştirmelidirler.
5)İnsan hayatında paradan daha önemli şeyler olduğunu unutmamalıdır.
6)Çalışanlar görevlerinde üstlerine karşı saygılı olmalıdır.
7)İnsanları düşünceleri alay konusu yapılmamalıdır.
8)Çocuklar babalarını kandırmamalıdır ve karşı gelmemelidirler.
9)Resmi yerlerde memur gibi üst görevlilere torpil geçilmemelidir.

Kitabın Özeti:

Murtaza Yunanistan’dan mübadeleyle Çukurova’ya gelmiş bir muhacirdir.Kolağası Hasan dayısı gibi asker olup savaşarak şehit olmak en büyük isteğiydi.Mübadele yapıldıktan sonra Çukurova’ya gelen muhacirler topraklarını satıp konaklar evler alacak kadar zengin olmuşlardır.Murtaza ve onun gibi düşünenler ise ezan seslerine kavuştukları için şükretmiş mal mülk istememişlerdir.Murtaza mal mülk istemese de ailesi istemiştir.Erkek kardeşi zengin olmayı başarmıştır.Annesi parasızlıktan ölmüştür.Kız kardeşiyle Murtaza İstanbul’a gelmişlerdir.Murtaza Çukurova’da bir kızı tanımış beğenmiştir.Kızı beğenmesinin ası nedeni kızın babasının da Murtaza gibi düşünüp zengin olma derdine düşmemesidir.Murtaza daha sonra bu kızla evlenmiştir.Kız kardeşi de birisiyle evlenmiştir.Murtaza’nın en büyük hayali dayısı gibi askerlik ile ilgili bir görev alıp savaşlarda şehit olmaktı.Ama istediği olmadı askerlikle ilgili bir meslek bulamadı.O da üniforma giyebilmek için mahalle bekçisi oldu ve işini titizlikle yaptı.Hırsızlara, haksız kazanç sağlayanlara, mahalleyi rahatsız edenlere göz açtırmadı çünkü ona göre her ne meslek olursa olsun önemeliydi ve düzgün yapılmalıydı.Mahalleli bundan rahatsız oldu ve türlü türlü oyunlar yaptıysadalar Murtaza’dan kurtulamadılar.Mahallelinin komiseri de Fen Müdürü olan arkadaşı Kamüran’ın fabrikadaki bozulan disiplinini görünce ona Murtaza’yı tavsiye etti.Böylece Murtaza fabrikaya gece kontrolü oldu.Murtaza hep erkek çocuğunun olmasını istedi, onun dayısına benzemesini ve onun gibi asker olup savaşlarda şehit olmasını istedi.Kız çocuklarından sonra erkek çocuğu oldu adını da Hasan koydu.Hasan istediği gibi dayısına benzemedi.Futbola düşkün oldu babasının istediği gibi askeri okula gitmedi sanat okuluna gitti.Murtaza da umudunu yeni doğan çocuğu Hasan’a sakladı.Murtaza yeni doğan çocuğunun da ismini Hasan koymuştu.Murtaza küçük oğlu Hasan’ın istediği gibi olduğunu sanıyordu.Oysa Hasan babasını kandırıyordu.Babası büyüyünce hangi okula gideceksin diye sorduğunda Kuleli Askeri Lisesi dediğinde Murtaza çok seviniyordu dünyalar onun oluyordu.Aslında Hasan babasını kandırıyor babasından para alabilmek için öyle söylüyordu.Murtaza bunu anlamıyordu.Murtaza çalışmaya başladığı fabrikada işçiler tarafından sevilmedi.Çünkü işçiler işten kaytarıyor işlerini aksatıyorlardı.Murtaza’da onlara engel olduğu için işçiler onu sevmediler onlarda mahalledekiler gibi türlü oyunlara başvurup işten atılması için çalıştılar ama başarılı olamadılar.Çünkü fen müdürü Murtaza’ya güveniyor ona tam yetki veriyordu.Öyle ki hemşerisi Nuh bile buna şaşırıyordu.Bunun nedeni ise fabrikanın bozulan disiplininin Murtaza’nın sayesinde düzelmesiydi.Murtaza’nın küçük oğlu Hasan babasını kandırmakla kalmadı ve bir gün bakkaldan ekmek çaldı.Murtaza bunu duyunca çok üzüldü adeta yıkıldı.Bakkal mahkemede Hasan’ı affedip cezasını iptal ettirecekti ama Murtaza oğlunun bu yaptığını ona hiç yakıştıramadı ve onu affetmedi mahkemede hakime cezasını çekmesi gerektiğini söyleyip salonu terk etti.

ANA DÜĞÜM:Murtaza dayısı gibi savaşarak şehit olabilecek mi?

ARA DÜĞÜMLER:

1)Murtaza askerliğe yakın olarak hangi mesleği bulacak?

2)Mahalleli Murtaza’yı kovabilecek mi?

3)Murtaza’nın erkek çocukları dayısına benzeyecek mi?

4)Murtaza fabrikada tutunabilecek mi?

5)Fen müdürü işçilerin şikayetlerini kabul edecek mi?

6)Murtaza fabrikaya giren hırsızı yakalayabilecek mi?

7)Murtaza’nın kızı Firdevs hastalığından kurtulabilecek mi?

8)Murtaza küçük oğlu Hasan’ın onu kandırdığını anlayacak mı?

9)Murtaza’nın küçük oğlu Hasan ceza alacak mı?

10)Murtaza küçük oğlu Hasan’ı affedecek mi?

FİGÜRLER:

Murtaza:Romanın ana kahramanıdır.Sivri uzun burunlu, kalın kapkara kaşlı, geniş alınlı, yeşil gözlüdür.Sorumluluklarını vazifesini çok iyi bilir,vazifesini her şeyi üstünde tutar cesur bir muhacirdir.

Murtaza’nın Karısı:Mavi gözlü, zayıf, paraya önem veren ünvana şerefe önem vermeyen bir kadındır.

Kamüran:Fabrikanın fen müdürüdür.Laubali her şeyi ciddiye almayan ama gerektiğinde de ciddi ve doğru davranmasını bilen her zaman Murtaza’nın arkasında olan peşin hükümlü olmayan çapkın eğlenceye düşkün akıllı biridir.

Akile Hala:Zeki yardımsever düşünceli hep Murtaza’nın yanında olan onu düşünen biridir.

Kontrol Nuh:Kalın kemikli, geniş yüzlü tilkiyi andıran bir yüzü vardır.Laubali işini ciddiye almayan, yalaka, çıkarlarını düşünen, Murtaza’dan nefret eden Fen müdürünün hemşerisi şımarık biridir.

Azgın Ağa:Kaba bıyığı püskül püskül kaşları bir doksan boyunda iri yarı zamanında savaşlar katılmış mert bir adamdır.

Hasan:Murtaza’nın büyük oğludur.Zayıf uzun boylu annesi gibi mavi gözlü akıllı biridir.Babasını sevmez futbola düşkündür.

Hasan:Murtaza’nın küçük oğludur.Murtaza büyük oğlu dayısına benzemediği için küçük oğlunun da adını Hasan koymuştur.Ama küçük oğlu Hasan da babasını sevmez ve onu kandıran kötü biridir.

ZAMAN:Romanın geçtiği zaman verilmemiştir.Kitapta

Murtaza 1925’lerden sonraki mübadelede Türkiye’ye göç etti.

1946-47’lerde yurdun her yanı demokrasi naralarıyla çalkalandığı…

gibi cümlelerin yanında;yarın,gece yarısı,ikindi saati,bir saat 45 dakika,öğle,akşam üstü gibi kozmik zamanlar da kullanılmıştır.

MEKAN:Çukurova,Yunanistan, İstanbul, kahvehane,fabrika,iplikhane,dokumahane,mahalle,

karakol,lokanta,ev,bakkal dükkanı olayların yaşandığı yerlerdir.

ANLATICI-ANLATIM ŞEKİLLERİ VE ANLATIM TEKNİKLERİ:Olaylar kamera sessizliğinde gözlem yapılarak anlatılmıştır.Yani gözlemci figür bakış açısı kullanılmıştır.Romanda geriye dönüş tekniği de kullanılmıştır.Leitmotif tekniğine yer verilmiştir.Murtaza’nın ‘Yukarda Allah Ankara’da devlet burada da ben’ sözü romanda geçen leitmotif örneğidir

BAKIŞ AÇISI:.

Anlatıcı; beğenen taktir ve tasdik eden, tenkit yönelten ve özeleştiride bulunan bakış açısı sergilemiştir.

DİL:Yazar herkesin konuştuğu ortak dili kullanmıştır ve herkesin anlayabileceği bir dil kullanmıştır.Yabancı terimlere yer vermemiş sade yalın anlaşılır bir dil kullanmıştır.

ÜSLUP:Yazar hem uzun hem kısa cümlelere yer vermiştir.Tasvirlerde bulunurken uzun cümleler kullanmayı tercih etmiştir.Edebi sanatlara, tamlamalara yer vermemiş akıcı olmasına özen göstermiştir.Bazı tekrarlanan tasvir cümleleri romanın akıcılığını bozsada roman bundan olumsuz şekilde etkilenmemiştir.

HÜKÜM VE SONUÇ:Orhan Kemal yazılarında gerçeklilik çizgisinde yalın açık bir anlatım kullanır.Bu romanında bu özelliğini devam ettirmiştir.Değişik olarak o kendine has köy, Anadolu tasvirlerine yer verememiştir.Bunun nedeni olarak romanın İstanbul’da geçmesini gösterebiliriz.Eserde kendi görüşlerini direkt olarak ifade etmemiştir ama kahramanları aracılığıyla zaman zaman düşüncelerini yansıtmıştır.

Orhan Kemal Murtaza romanında dönemin şartlarını açık anlaşılır okuyucuyu sıkmayacak şekilde sade gerçekçi bir dille anlatmıştır.

Mor Salkımlı Ev - Halide Edib Adıvar

0 yorum | Devamını Oku...
Bu eser, Halide Edip Adıvar‘ın çocukluk günlerinden başlayarak 36 yaşına kadarki hayat hikâyesini anlattığı bir anı kitabıdır. Halide Edip, kendi çocukluğunu, yetişme yıllarını, ilk yazılarını, ilk evlilik ve ayrılığını Mor Salkımlı Ev‘de anlatırken bir yandan da Millî Mücadele döneminin ve imparatorluğun son dönemlerinin panoramasını ortaya koymaktadır.

Mor Salkımlı Ev Özeti:

Halide Edip, 1882'de Mehmet Edip Bey’in kızı olarak Beşiktaş’ta Mor Salkımlı Ev’de dünyaya gelmiştir. Aile, çeşitli sebeplerle ara ara bu evden ayrılmakla birlikte her defasında mor salkımlı eve geri döner. Halide’nin annesi Bedri-fem Hanım, o küçük yaşta iken veremden ölmüştür. Halide, onu çok az ve silik hatırlamaktadır.
Halide’nin hayatında, mor salkımlı evde ‘Haminne’ diye hitap ettiği anneannesinin büyük yeri olmuştur. Eyüp Sultanlı Nakiye Hanım {Haminnesi), Mevlevi, aşırı derecede merhametli, cömert, elindeki her şeyi yoksullara dağıtmaya çabalayan bir insandır. Haminne’siyle birlikte Çingene olduğu söylenen sütninesi Hatice ile de çok iyi anlaşmaktadır. Bunların dışında Halide’nin annesinin ilk evliliğinden olan Mahmure ablası onun çocukluk yıllarındaki en büyük arkadaşıdır.
Halide Edip’in zihninde, babası Mehmed Edip Bey’in de büyük bir yeri vardır. Mehmed Edip Bey, işi gereği bazı geceler sarayda kalmaktadır. Halide, annesinin ölümünden sonra çok hassaslaştığı için babasının sarayda kaldığı bir gece evde ‘Babamı isterim!’ diye sinir krizi geçirmiş, ev halkı mecburen küçük kızı saraya babasının yanına götürmüştür.
Bir süre sonra, Mehmed Edip Bey, bir başkasıyla evlenerek Yıldız’da bir ev tutar. Halide yeni üvey annesi ile tanışmak zorunda kalır. Önce üvey annesine ısınsa da eve ve muhite alışamaz. Mor salkımlı evi ve oradaki yakınlarını özler. Babası Mehmed Edip Bey, katı bir İngiliz terbiye usulü benimsemiştir. Halide, buna dayanamaz. Kış günlerinde, kollarını, bacaklarını açıkta bırakan lacivert ve kısa elbiseleri, yazın beyaz kıyafetleri giymekten hiç hoşlanmaz. O, sokaktaki küçük kızlar gibi renkli elbiseler giymek ister. Beslenmesi de katı İngiliz terbiye metoduna göre düzenlendiğinden şekerleme yemesine izin verilmez. Halide, bugünlerde kendini çok yalnız hisseder.
Küçük Halide, Kiria Eleni adlı bir Rum kadının işlettiği bir çocuk yuvasına verilir. Halide, buradaki tek Türk çocuğudur. Halide, Kiria Eleni’yi çok sever ve buraca bir sıcaklık hisseder. Fakat babasının evinde çektiği sıkıntı ve yalnızlık onun hastalanmasına neden olur ve babası mecburen onu mor salkımlı eve gönderir.
Mor salkımlı evde, kalabalık bir aile içinde Halide, içe kapanık bir çocuk olur. Saraylı Hanım teyzesi ona Afrika Seyahatnamesi adlı bir kitap verir. Halide, okuma zevkine ilk olarak bu kitapta ulaşır. Daha beş yaşında olmasına rağmen babası, ondaki okuma arzusunu görerek özel hoca tutar.
Halide’nin bu günlerde arka arkaya iki kız kardeşi dünyaya gelir: Nilüfer ve Nigâr. Bir süre sonra Halide’nin dayısı ve büyük babası mor salkımlı evde vefat edince aile Üsküdar’daki ibrahim Efendi Konağı’na taşınır. Halide bu evde piyano dersleri de almaya başlar. Fakat müzikte çok başarılı değildir. Ancak müziği derinden sevmektedir. Konağa gelen ve Halide’yi etkileyen kişilerden biri de Ahmet Ağa’dır. Üç yıl boyunca onlarla kalan Ahmet Ağa, Halide’ye okuması için Battal Gazi, Ebu Müslim gibi eserler verir. Halide’nin hayal gücüne büyük tesiri olur bu eserlerin. Ahmet Ağa, onu Karagöz’le de tanıştırır.
Halide’nin hayatında bir değişiklik meydana gelir. Saraylı Hanım teyzesi ile babası evlenir. Eski üvey annesi bu durumdan çok rahatsız olur. Bu karmaşayı ve hüznü yakından gören Halide ömrü boyunca çok evlilikten nefret eder. Babası huzursuzluğa son vermek için iki eşini ayrı yerlere yerleştirir ve Halide tekrar mor salkımlı evde yaşamaya başlar.
Halide yaşı büyütülerek Üsküdar Amerikan Kız Kolej’ine gönderilir. Bu okulda çok şey öğrenen Halide evinde Rıza Tevfik’ten de ders almaktadır. Rıza Tevfik, ona mistisizmi ve folkloru tanıtmıştır. 1899'da tekrar Amerikan Kız Kolej’ine devam eder. Burada din üzerine düşünmeye başlar ve kolejin kütüphanesinde Hristiyanlığı araştırır. Sonuçta Hristiyan-lığın çok tahrip olduğu kanısına varır.
1900'de matematik dersinde yetersiz olduğunu fark e-den Halide, babasından özel hoca tutmasını ister. Dönemin ünlü matemetikçi ve pozitivisti Salih Zeki Aktay hocası olur. Salih Zeki, Halide’nin fikir dünyasına çok tesir eder. 1901'de ilk Türk kızı olarak koleji bitiren Halide kendisinden yaşça büyük Salih Zeki ile evlenir. Mutlu bir evlilikleri olur. Birlikte çalışmalar yapmaktadırlar. 1903'de ilk oğlu, on altı ay sonra da ikinci oğlu dünyaya gelir. Halide Edip, çocukları ile ilgilenirken çalışmalarına devam etmektedir.
1908'de Meşrutiyetin ilanı onu derinden etkiler. İstanbul’a iner ve Tevfik Fikret’in başyazarlığını yaptığı Tanin gazetesinde yazmaya başlar. Meşrutiyet’in rahat dönemi bitmeye başlayınca Halide Edip, serbest kadın fikirleri yüzünden tehdit edilir. Ama o, farklı dergilerde kadın haklan ile ilgili fikirlerini yazmaya devam eder. Bu arada ingiliz gazeteci İsa-bel Fry ile tanışır.
1909'un 31 Mart’ında siyasi karışıklık son haddine varır. Tanin matbaası basılarak tahrip edilmiştir. Halide Edip de kara listededir. Bu yüzden bir süre Amerikan Kız Kolejî’nde saklanmak zorunda kalır. Tehlike artınca iki oğlu ile birlikte zorlu bir vapur yolculuğu ile Mısır’a gider. Isabel Fry’in daveti üzerine İngiltere’ye gider. Orada entelektüel bir çevre tarafından takip edildiğini ve tanındığını görünce çok sevinir.
1909'da İstanbul’a döndükten sonra roman çalışmalarına devam eder ve Heyula, Raik’in Annesi’ni, yayınlar. Pedagojik mevzularla ilgilenmektedir. Darülmuallimat’da ve İda-di’de beş yıl öğretmenlik yapar.
1910'da onu üzen bir olay olur. Kocası Salih Zeki bir kadınla daha evlenmek istemektedir. Halide buna müsaade etmez. Dokuz senelik evlilikleri bu yüzden sona erer. Babasının Fazlıpaşa Yokuşu’nda tuttuğu eve gider. Orada uzun bir hastalık geçirir. Bu hastalık süresince manevi hisleri artar.
1910-1912 yılları arasında Türk Ocağı’na girer. Milliyetçilik fikirlerinden etkilenir. Bazı farklılıklar dolayısıyla bir süre sonra Ziya Gökalp ile yollan ayrılır. 1912'de Balkan Muharebesi patlak verince Halide, Teali-i Nisvan Cemiyeti’nin faaliyetlerine katılır. Bir hastanede gönüllü olarak çalışır. Memleketi yakından tanıma fırsatı bulur. 1913'de Balkan Savaşı son bulur.
Halide Edip, öğretmenlikten istifa eder. Kız Mektepleri U-mumi Müfettişliğine getirilir. Bu görevi dolayısıyla İstanbul’un arka mahallerindeki fakir insanların hayatını yakından görme fırsatı elde eder. 1914'de I. Dünya Savaşı çıktığında aynı görevi sürdürmektedir. 1916'da Cemal Paşa’nın daveti üzerine maarifçi olarak Lübnan’a gider. Buralarda mektep açma faaliyetlerini üstlenmesi için görevlendirilmiştir. Günde 16 saat çalışmaktadır.
1917'de Adnan Adıvar’la evlenir. Tatil için Türkiye’ye gelirler. Lübnan’a tekrar döndüklerinde orada Kenan Çobanları’nı yayınlar. Bu eser bestelenerek opera şeklinde defalarca temsil edilir. Mart ayında okullar kapanınca Halide Edip tekrar İstanbul’a döner.

Memleketimden İnsan Manzaraları - Nazım Hikmet

0 yorum | Devamını Oku...
Özet:1902-1963 yılları arasında yaşamıştır.Bahriye Mektebi’nden deniz subayı olarak mezun olmuştur.Hastalanınca eskerlikten uzaklaşmıştır.Moskova’da bir üniversitede ekonomi üzerine eğitim görmüştür.İstanbul’da birsüre dergi ve stüdyolarda çalıştıktan sonra 1938’de tutuklanmıştır.1950 yılına kadar hapis yattıktan sonra Moskava’ya gitmiştir.Moskova’da ölmüştür.Başlıca eserleri;835 SATIR,VARAN 3,SESİNİ KAYBEDEN ŞEHİR,KAFATASI,SEVDALI BULUT,RUBAİLER,SİMAVNA KADISI OĞLU ŞEYH BEDRETTİN DESTANI,İNEK,KEMAL TAHİR’E MAHPUSHANEDEN MEKTUPLAR’dır.
Nazım Hikmet,ilk şiirini 1918’de yayınlamıştırRusya’da öğrenim gördüğü yıllarda şair,Mayakovski’nin sanat görüşünü benimsemiştir.Toplumcu şiirler yazmıştır.Eserlerinin pek çoğu içerdiği ideolojik propaganda nedeniyle yasaklanmıştır.
Memleketimden İnsan Manzaraları,bir destan veya uzunca bir şiirdir.1939’da yayınlanmaya başlamıştır.Çok uzun ve değişik zamanlarda parça parça yazılmış olan bu eser,bütün olarak yayınlanmamıştır.Memet Rauf be eser için ‘’NE ŞİİR,NE ROMAN,NE TARİH OLAN ÖTE YANDAN HEM ŞİİR,HEM ROMAN,HEM TARİH NİTELİKLİ…’’değerlendirmesini yapmaktadır….

MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI’NDAN SEÇMELER

1
Toprak göz alabildiğine
Dümdüz
Çırılçıplak
Ve kırmızı biber gibi acı.
Batıda bir tek,uzun
Kavak ağacı.
Bozkırda hala dolaşıyorsa da
Kokusu sararmış kekiklerin
Gökçiçekler çoktan kurumuştu
Ve gelen otları safi dikendiler.
Başköy’le Bakirli’nin arası
Sekiz saat çeker.

2
Hamdi
Çerkeş’in Kabak Köyü’nde
336’da dünyaya geldi.
Tuzladılar.
Yumuşaktı.
Sevindiler oğlan olduğuna.
Kırkı çıkmadan
Buğdayın dibinden güneşe baktı.
Öğrendi toprakta yatmasını.ev karanlık
Toprak güzeldi.
Çiçek çıkardı 337’de,
Ellerini bağladılar.338’de yürüdü.

Ve 1339’a kadar
Dolaştı dünyadaki 36 haneyi
4 sokağı.
Hayvanları ve yağmuru sevdi.
Helva yalnız bayramları pişiyordu.
Ağlamadı artık Hamdi
Dayak babasının anası.

4

Karısı Ayşe’ye mektup yazıyordu Halil,
Hapishanede,üst katta,
Pencereden geceye bakarak;
Sevgilim,
B u ne re…..k,
Derya ufuklarından kopup
Gelirken üstüme köpürerek ,
Baş ve yürek,
Bir ulu rüzgar içinde iken,
Oturup tahta iskemleye yan gelerek,
İstirahatta beden…
Bu bahsi bırak…
Sevgilim,
Saçlarının içinde elim,
Şarkısı avucumda.
Sen altı yüz kilometre benden uzak ve baş ucumda…
Buda ayrı bir bahis.
Biz bu 41 senesinde
İkimiz konuşacak değiliz,
Henüz o kadar cesur değilim…
Sevgilim,
Maskelenmiş masmavi yanıyor bak
Elektirik lambası
Beyaz evin önünde
Yolun kenarında.
Ay ışığında yol aydınlık.
Şubenin bahçesinde cephanelik,
Ve ağaçlar;
Dut,akasya,erik.
Birde kameriye olacak,
Göremiyorum.
Ağustosun biri,
Geceler kısalmadı daha,
Jandarma düdükleri,
Yol tehü tenha.
Gökyüzünün yarısında bulutlar dolaşıyor.
Böyle hışımla gelen,
Zonguldak trenidir.
Mehtaba rağmen,
Gökyüzünün öteki yarısında,
Dağlara yakkın,yıldızlar görüyorum.
Demir köprüden geçti tren,kavakların arkasından.
Şehir iki bölüm;eskisi kalenin dibinde,zifiri karanlık.

Memleket Hikayeleri- Refik Halit Karay

0 yorum | Devamını Oku...
Memleket Hikayeleri Hakkında Bilgi

İlk defa 1919 yılında yayınlanan eserde, Refik Halit Karay, konularını I. Dünya Savaşı yıllarında yakından gördüğü Anadolu halk ve hayatından alan hikayelere yer vermiştir. Anadolu’da yaşayan yerli tipleri o zamana kadar görülmemiş bir canlılıkla anlatmıştır. Anadolu, bu eserle ilk defa bütün gerçek varlığı ve iç dünyasıyla okuyucunun karşısına çıkar. Memleket Hikayeleri‘nin çoğu, dünya dillerine çevrilmiş, tamamı Fransızcada yayınlanmıştır.

Memleket Hikayeleri Özetleri:

ŞEFTALİ BAHÇELERİ:

Bir yaz günü, Akdeniz kıyılarındaki bir kasabanın tabiatı tasvir edilir. Bu küçük Anadolu kasabasında, iklim çok yumuşak geçmekte, yaz günlerinde ise her yeri şeftali kokuları sarmaktadır. Akşamüzerileri, çoğu kasabaya yerleşmiş memurlar deniz kıyısına eğlenmeye giderler. İçkiler, türlü eğlenceler, yiyecekler, çalgılar bu akşamların vazgeçilmez alışkanlıkları olmuştur. Burası Anadolu’nun Sadabad’ıdır. Sazlar çalınır, gazeller okunur, her türlü keyif düşkünlüğü kol gezer. Bu kasabaya tayini çıkan memurlar buranın zevk ve sefasına alışmakta, buraya yerleşerek havuzlu, kameriyeli evler yaptırmaktadırlar. Devrin İstanbul’da hoş görmediği eğlenceler, burada, rahatlıkla yapılmaktadır. Memurlar, resmi işleri tamamiyle boşlamıştır.
Bu kasabaya yeni bir yazı işleri müdürü tayin edilir. Adı Agâh olan yeni yazı işleri müdürü, kasabaya geldiği ilk gün dairede ikindi vakti kimsenin olmamasına çok şaşırır. Öğle vakti, dairedeki herkes şakalar yaparak şen şakrak sahile inmektedir. Agâh Bey bütün bunlara çok şaşırır. Kendisi idealist bir kişidir. Mülkiyeden çıktıktan sonra Avrupa’ya kaçmış, İstanbul’a gelince 4 ay boyunca nezarete alınmış, daha sonra da Anadolu’ya bu işe atanmıştır. Bu memuriyetle kendini göstermeye, bu köyü düzeltmeye karar vermiştir. Sürekli çalışacaktır. Fakat kasabadaki herkes aksine tembel, miskin ve eğlence düşkünüdür. Mutasarrıf ona ilk gün, rahatına bakmasını söylemiştir. Evkaf Memuru daha da ileri giderek, eğlenmesi için tüm imkânları önüne sürebileceğini ima etmiştir. Önceleri bütün bu tekliflere direnmiş, köyde tek başına kalmasına rağmen eğlencelere katılmamıştır. Sıkıntıdan boğulmakta, dairede kimse olmadığı için çalışamamaktadır. Hiçbir idealini gerçekleştiremeyeceğini anlamaya başlar.

Bir gün, muhasebeci dayatır, illaki şeftali bahçelerine gelmesini ister. İkindiüzeri, bir merkebe binerler; İğde, böğürtlen, şeftali ağaçları ile süslü, su sesleri içindeki bahçelere giderler. Sürekli yiyip içerler. Çok eğlenirler. Ertesi günü çok yorgun olduğu için Agâh Bey işe girmez. Fakat daha sonraki saatlerde yine şeftali bahçelerine gider, eğlenir, havuzda yüzer. Agâh Bey, artık tüm eğlencelere katılmaktadır. Diğer memurlar gibi o da bir merkep almıştır, sahile daha kolay inmek için. Agâh Bey artık hiç çalışmak istememekte, eğlencelerden daireye gidecek vakit bulamaktadır. Kasabaya geldiği ilk günkü yalnızlığını, çalışma aşkını düşündükçe kendine gülmekte ve ‘Toyluk işte.’ demektedir.

BOZ EŞEK:

Irmaktan su taşıyan çocuklar, dağ yolunda yere yatmış bir ihtiyar ve yanında dolaşan boz bir eşek görürler. Çocuklar köye giderek Hüsmen Hoca’ya durumu haber verirler. Akşam olmaktadır. Hüsmen Hoca ile birkaç köylü ihtiyarı aramaya giderler. Yaşlı adam, sık sık solumakta, göğsünü göstermektedir. Ancak hırıltıyla konuşabilen ihtiyarın ölmek üzere olduğunu düşünürler. Fakat yaşlı adam gittikçe canlanır. Çocuk bakışlarıyla bakan yaşlı adamı ve eşeğini köye götürürler. Köyde, Hüsmen, herkese misafirlerinin olduğunu duyurur. Hava iyice kararmıştır. Köy, en yakın kasabaya iki gün u-zaklıkta olduğu için köye yabancı biri çok nadir gelmektedir. Ancak bir vilayetten diğerine geçen arabasız yolcular bazen bu köye uğramaktadır. Bu gelenler de bu fakir köyde el üstünde tutulmaktadır.
Yaşlı adam biraz rahatlar. Göğsünün böyle arada bir, olmadık yerde tuttuğunu anlatır. İhtiyara süt getirirler. İhtiyar içerken öksürerek konuşabilmektedir. Hasta, yaşlı adam bir ara çevresindekileri yanına çağırır ve onlara bir şeyler söyledikten sonra ruhunu teslim eder. Yaşlı yolcunun son isteği, eşeği ve kemerinde dizili sekiz altının Mekke’ye vakfedilmesidir.

Köylüler, cenazeyi defnettikten sonra kara kara düşünmeye başlarlar. Vasiyeti yerine getirmeleri gerekmektedir. Kadıya danışmaya karar verilir. Hafta içinde Hüsmen, eşeği yanına alıp kasabaya gidecektir. Bu arada, eşeği bir emanet o-larak gören köylüler ona bir sürü yem verirler, hiçbir iş yüklemezler. Yüksüz bir şekilde boz eşek ile Hüsmen Hoca kasabaya gitmek üzere yola çıkar. Çok zor bir yolculuktan sonra kasabaya varan Hüsmen Hoca, önce jandarma çavuşuna gider, durumu anlatır. Jandarma çavuşu onu dinlemez bile, nargilesini höpürdetmekte, keyif yapmaktadır. Kadı zaten kasabada yoktur. Kaymakama giden Hüsmen, aynı muameleyle karşılaşır, iş, kadıya iki hafta sonraya ertelenir. Hüsmen, eli boş bir şekilde, durumunu bile anlatamadan çok zor şartlarda köyüne geri döner. Köylü, bu süre zarfında eşeğe misafir gibi bakar, kutsallık atfeder ona. Bu arada, eşek iyice beslenmektedir.
İkinci kez kasabaya gittiğinde kadının gelmediğini öğrenen Hüsmen Hoca acele ettiği için bir de azar işitir. Üçüncü seferde de şahit götürmediği için geri döner. Bu arada Hüsmen Hoca, bu geliş gidişlerle çok yıpranır, parası azalır. Böyle bir buçuk ay geçer.
Bir kasabadan dönüş esnasında Hüsmen’in yanında boz eşek yoktur. Kadı, Mekke’ye ulaştırılacağını söyleyerek alıkoymuştur. Bütün köylüler çok rahatlar, vasiyeti yerine getirmekten mutludurlar.
Olayın yılında, kasabaya pirinç satmaya giden Hüsmen Hoca, Pazar yerinin ortasında kadıyı (Lakabı Kabak Kadıdır.) boz eşeğin üzerinde görünce hayret ve ıstırap içinde kalakalır.

GARİP BİR HEDİYE:

Feridun iki saattir çarşıdaki kuyumcu dükkânları önünde dolaşmakta, hiçbirine girmeye cesaret edememektedir. Uzun zamandır her şeyini satmış, satabileceği yalnızca bir tıraş fırçası kalmıştır. İşlemeli, fildişi saplı fırçanın değeri olup olmadığını bilmemektedir. Ona bu fırçayı hediye eden Yahudi çok değerli olduğunu, bir gün işine yarayacağını söylemiştir. Feridun bu sözlere pek itibar etmemekte, Yahudinin onunla alay ettiğini düşünmektedir.
Feridun, bu çaresizlik içinde ağlayarak evine gitmek ister. Aylardan beri çektiği sıkıntılar, dertler içinde ölümü bir kurtuluş gibi görmektedir. Fakat yine de şansını denemeye karar verir ve bir kuyumcu dükkânına girer. Ürkekçe fırçanın değerli olup olmadığını sorar. Kuyumcu, ‘Beş para etmez!’ diye geri verir. Oysa, Feridun bu fırçayı hediye eden Yahudi için canını tehlikeye atmıştır. On yıl önce, güvertede bir Yahudi eşyalarını istif etmektedir. Tam o sırada demir kancadan kurtulan iri bir denk tam başına inecekken Feridun, hemen fırlayarak Yahudiyi ölümden kurtarmıştır. Yahudi kendine geldikten sonra ona elindeki tıraş fırçalarından birini vererek çok değerli olduğunu söylemiştir. Feridun, bu sözlere hiç kıymet vermemiş, fırçayı kullanmıştır. Fakat zamanla savaştan sonra yarı sakat, işsiz, beş parasız kalınca İstanbul’a dönmüş, her şeyini satmak zorunda kalmış, bir gün Yahudi’nin bu sözünü hatırlayarak ümitlenmiştir. Fakat ümitleri boşa çıkmıştır. ^
Ahırkapı feneri arkalarına düşen yoksul mahalledeki karanlık ve bakımsız evlerine doğru annesinin yanına gider. Annesine durumu anlatır. Camdan İstanbul’daki zengin semtlere bakarken sinirlenen Feridun elindeki tıraş fırçasını sokağa fırlatır. İçinden Yahudi’ye kızmaktadır. Fakat, garip bir şey olur. Sokakta parçalanan fırça parlamaya başlar. Koşarak dışarı çıkan Feridun gözlerine inanamaz; çünkü fırçanın içinden iki elmas parçası çıkmıştır.
Sabah olunca tekrar kuyumcuya gider, elmasları gösterir. Kuyumcu, taşların çok değerli olduğunu söyler. Meğer, Yahudi gümrükten mal kaçırmak için adi bir fırçanın içine çok değerli iki pırlanta koymuştur.

Mai ve Siyah- Halit Ziya UŞAKLIGİL

0 yorum | Devamını Oku...
1-) Kitabın Konusu:
Roman türünün edebiyatımızdaki en güzel örneklerinden olan Mai ve Siyah’ta yazar yaşanılan bir dönemin sosyo kültürel durumunu gözler önüne sermiştir. Yazar romanda okuyucuya dönemin yaşantısını A.Cemil’in bakış açısından vermeye çalışmıştır. Bu bakış açısında kendi içinde bir objektiflik ve realistlik göze çarpar. Mai ve Siyah dönemin bütün toplumsal sorunlarını gündeme getiren bir roman olmuştur. Yazar dönemindeki bir takım sorunları kahramanları vasıtasıyla okuyuculara açıklamıştır.
Yazar bu romanda neslinin şair idealini ele alır, o zamanki sanat ve basın dünyasını yer yer çok gerçekçi çizgilerle tasvir eder. Bu tasvirlerde insanların duyguları çok güzel işlenmiştir. Eser aşırı duygusal ve romantik bir romandır.
2-) Eserin Ana Fikri:
Eserin tema için karamsarlık, ayrılık, aşk, pişmanlık diye tek bir şey söylemek mümkün değildir. Bunun içindir ki bunların hepsini içine alan kader belki de bu eserin teması olabilir.
Mai ve Siyah bize İstanbul’daki sanat ve edebiyat çevrelerini yansıtan başarılı romanlardan biridir. Romanın kahramanları olan A. Cemil’in basın ve yayın hayatının merkezi olan çevrelerle ilişkisi bize dönemindeki edebiyat ve kültür hareketlerini yansıtmıştır.Mai ve Siyah bu bakımdan Servet-i Funun edebiyat akımının romanı sayılır.
3-) Kitaptaki Olayların ve Şhısların Değerlendirilmesi:
Ahmet Cemil: Romanın baş kahramanıdır.Olaylar onun etrafında oluşur.Genç,yakışıklı,zeki,tuttuğunu koparan, aklına koyduğunu yapan,yeni edebiyat anlayışını temsil eden bir kişiliktir. Raci:Ahmet Cemil’in karşısında olan yani eski edebiyat anlayışını temsil eden,onunla zıt fikirlere sahip,onu çekemeyen ve onun yolunu kesmeye çalışan birisidir.
İkbal: Ahmet Cemil’in hayatını adadığı sevgili kızkardeşi, iyi kalpli, masum, güzel hayattan çok acı çekmiş, bahtı kara birisidir.
Vehbi Bey: İkbal’in kocasıdır. Kaba, bencil, boyuna içen, küstah, karısına kötü davranan, onun ölümüne sebep olan alçak bir heriftir.
Lamia: Ahmet Cemil’in çocukluktan kalma en büyük aşkıdır. Ahmet Cemil’in evlenmek istediği, sevdiği, hayatındaki ideal kadın.
Hüseyin Nazmi: Lamia’nın abisi ve Ahmet Cemil’in yakın arkadaşı. Ahmet Cemil ile edebiyat tartışmalarına giren, onu kabullenen ve destekleyen birisidir.

4-)Yazarın Hayatı:
Halit Ziya UŞAKLIGİL: Türk yazarı. İstanbul’da doğdu. Mercan Mahalle Mektebi’nden sonra Fatih Askeri rüştüyesine devam etti. Ailece İzmir’e taşındıklarında öğrenimine İzmir rüştiyesine devam etti. Mekhitarist okulunda Fransızca eğitimi aldı.İki arkadaşı ile 1884’te Nevruz dergisi, iki yıl sonra Hikmet gazetesini çıkardı. 1893’te İstanbul’a gelerek Reji idaresinde başkatiplik görevine başladı. 1896’da Edebiyatı Cedide topluluğuna katıldı.Meşrutiyetten sonra Darülfünunda Batı Edebiyatı dersleri okuttu.Sonra, Darülfünunda müderris oldu.Hükümet tarafından 1913’te Fransa’ya , 1915’te Almanya’ya gönderildi. Cumhuriyetten sonra Yeşilköy’deki köşküne çekilerek gazetelerde yazmaya devam etti. Halit Ziya yazı hayatına, her konuda yazı ve tercümelerle girdi. Yazdığı şiirler Muallim Naci tarafından ağır bir dille yerilince mensur şiire yöneldi.1885’ten sonra yazmaya başladığı ilk romanları, Tanzimat romanının devamıdır. Bunlarda basit şemalarda duygusal aşk hikayeleri anlatılır. 1896’da Servet-i Fünun topluluğuna katıldıktan sonra Fransız romanlarını, özellikle teknik yapılarını ve anlatım ilkelerini incelemeye başladı. O yıllarda sürekli okuduğu yazarlar Balzac ve Paul Bourget’tir. Halit Ziya romanlarında, yaşadığı dönemin toplumsal şartları ve yetiştiği çevrenin özelliklerini dolayısıyla, genellikle varlıklı kişilerin hayatını ve meselelerini konu edindi. Kendi hayatına benzeyen hayatları tasvir etti; romanlarındaki kişiler, olayların oluşumu, Halit Ziya’nın iyi bildiği çevrelerden seçilmiştir. Roman kişileri tenkitçi bir tavırla ortaya koyan Halit Ziya, hikaye kişilerine daha çok şefkatle, acıyarak bakar; bunlar iyi yürekli, fedakar ve namuslu kişilerdir.Bu hikayelerde yazar, romanlarında olduğu gibi, küçük gözlemlerini değerlendirir.
Halit Ziya, ilk romanlarından beri aradığı anlatıma, Edebiyatı Cedide döneminde ulaştı.
Eserleri :

Roman :
Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekası, Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar.
Uzun Hikayeler :
Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Bir İzdivacın Tarihi Muaşakası.
Oyun:
Kabus(1918, Ankara Devlet Tiyatrosunda oynandı.)
Hatıraları:
Kırk Yıl, Saray ve Ötesi,Bir Acı Hikaye...
Servet-i Fünun devrinde, Tanzimat ile başlayan yeni nesir gelişerek olgunlaşmış ve bu devirde bugün klasik olarak değerlendirebileceğimiz güzel örnekler meydana getirilmiştir. Servet-i Fünun romancıları, Namık Kemal’in açtığı “sanatkarane roman” tarzını geliştirerek modern Batı seviyesine yükseltir. Servet-i Fünuncular yazdıkları hikaye ve romanlarda tasvir ve tahlil için önemli bir yer ayırmışlardır. Ayrıca bu hikaye ve romanlarda ilk defa kadın erkekle bir seviyede görülmüştür. Mai ve Siyah’ta belirtilen özellikler ustaca kullanılmıştır.
Roman ve hikaye tekniğindeki aksaklıklar bu dönemde ortadan kalkmış, yazarlar anlattıkları olayda aradan çekilmişlerdir.
Servet-i Fünun edebiyatının roman ve hikayede en güçlü ismi Halit Ziya’dır. Türk nesrinin gelişmesinde önemli etkide bulunmuştur. Halit Ziya’ya göre güçlü bir Türk nesir üslubunun oluşması için eski nesir yanlışlıklarından uzaklaşılarak, Fransız nesir üslubunun teknik özellikleri benimsenmelidir. Bu yüzden romanlarında sıfat tamlamaları ve benzetmelerde süslü cümleler yer alır.
Halit Ziya’nın romanlarındaki türler genelde yerleşmiş ve çevresinden sağlanmıştır. Sağlam bir tekniğe sahiptir. Bu romanlarında göze çarpmaktadır. Romanlarında yaşadığı dönemin etkisi görülür. Özellikle Fransız realist ve naturalistlerin tesirinde kalmıştır. Bunda aldığı eğitimin payı büyüktür. Batılaşma üzerinde durur. Genellikle realist ve psikolojik eserler vermiştir. Roman konuları genellikle aydın çevreler, hikaye konularını ise halk tabakasından seçmiştir. Kahramanlarını yaşadığı çevreden seçmiştir. Yazar genellikle belli bir kesimi ele alır ve o cemiyetin hastalıklı tiplerini işler. Bunlar “ev içi” romanlarıdır.

5-) Kitabın Özeti:
A.Cemil, çok doğru, iyi kalpli bir avukatın oğludur. Annesi ise erdemli bir kadındır. Öğrenimine resmi okullarda başlar. Öğrenimi sırasında babası vefat eder. Okulu bitirir bitirmez kız kardeşine ve annesine bakmak zorunda kalır. Fakat elinden fazla bir iş gelmemektedir. Yabancı dil bildiği için sadece evlerde ders vermektedir. Bir de şiir yazmaktan başka bir becerisi yoktur. Ders verdiği öğrencilerin yaptığı şımarıklıklar onu bezdirmiş ve bu işi bırakmasına sebep olmuştur. Daha sonra gecesini gündüzüne katarak Fransızca kitap tercümesi yapmış fakat emeğinin karşılığını alamamıştır. Gittikçe umutsuzluğa kapılmıştır. Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lamia’yla evlenecek midir? Edebiyatımıza yeni bir yön verebilecek midir? En sonunda Mirat-i Suun adlı gazetede iş bulur ve gazetede tercümeler yapmaya başlar. Hayatı az çok düzene girmeye başlar.
Hatta gazete sahibinin oğlu Vehbi Efendi, A.Cemil’in kız kardeşi İkbal ile evlenir. O zaman Süleymaniye’de eski bir evde oturan A.Cemil kız kardeşini bahtiyar görmek hevesiyle, güzel bir düğün yapar. Ama bu evlilik, o zamanın evlenme şartları yüzünden başarılı olmaz. Evlenenler daha önceden birbirlerini tanımadıkları için, bağdaşamazlar. Vehbi Efendi gayet kaba, boyuna içen, küstah bir kimsedir. Bir gece Vehbi Efendi hamile olan İkbal’i öyle hırpalar, öyle bir tekme atar ki, zavallı kadın çocuğunu düşürür. A.Cemil çıldırmış gibidir, onu Ali Şekip zor zaptetmektedir. Kız kardeşini ölümden kurtarması lazımdır. Aldığı bütün tedbirlere karşı İkbal’ı ölümün pençesinden kurtaramaz.
Hüseyin Nazmi uzakça bir vazifeyle dışişlerine tayin edilmiştir.A.Cemil bir gün onu ziyarete gider.Bir aya kadar memleketten ayrılacak olan Hüseyin Nazmi ,sevineceğini zannederek A.Cemil’e başka bir haber daha verir,Lamia’yı evlendiriyorlardır.Zihninde kızı ailesinin ısrarıyla evlenmeyi kabul etmiştir diye tasarlar.Bir an sevgisini itiraf etmeyi düşünür fakat bir yuva kuramayacağını anlayınca vazgeçer.
Bütün umutları,gelecekle ilgili planları bir bir sönmüştür.Geriye ne kalmıştır.Bütün ömrünü koyduğu şiirleri mi?Bir an bile durmadan onları da ocağa atıp yakar.Yanışını gözlerinde yaşlarla izler.O eserin zaten bir anlamı kalmamıştır.
Madem ki Hüseyin Nazmi gidiyor,o da gidecektir.Anadolu da bir vazife alıp gidecektir . Kararını yerine getirir.Dertli anasını alarak bir vapura biner . Gece karanlığında, son defa İstanbul’u seyreder.Vaktiyle bütün ışıklar ona elmas gibi görünüyordu fakat şimdi her yer simsiyahtır.

6-)Kitap Hakkında Şahsi Görüşler :
Kitabın edebi türü Türk nesir üslubunun gelişmesine yardımcı olmuştur.Tanzimatla başlayan edebiyat akımına bir renk katmıştır. İçerik bakımından konu ince ayrıntılarla işlenmiştir. Akıcı şiirsel bir dille yazıldığı için okuyucuyu sıkmayıp konuya daha çabuk adapte olmasını sağlamaktadır.

Madam Bovary - Gustav Flaubert

0 yorum | Devamını Oku...
KİTAP ÖZETİ:

Charles Bovary, orta halli bir ailenin oğludur. Annesi oğluna ne kadar düşkünse babası da o kadar ilgisizdir. Annesinin kendisine düşkünlüğü nedeniyle arkadaşlık ilişkilerinde zorluk çeker ve annesi onu sürekli yönlendirmektedir. Charles annesini baskısıyla tıp okur ve dul bir kadınla evlenir. Kısa bir süre sonra Charles’ın hasta karısı ölür. Bu arada Charles bir çiftlikte Rouault Baba’ya bakmaktadır. Bu çiftlikte tanıştığı Roualut Baba’nın kızı Emma ve Charles arasında bir yakınlaşma başlar ve evlenirler. Emma Bovary, zengin olma hayalleriyle yıllar geçtikçe

bunalıma girer. Charles karısı için çok üzülmektedir ve hava değişikliğinin iyi geleceğini düşünerekten Yonville’e taşınmaya karar verirler. Başta çok mutlu olan evlilikleri Emma Bovary’nin avunmaması nedeniyle gittikçe kötüleşir. Zengin olma hayalleri onu mutsuzluğa itmektedir.

Güzelliğinin yanında iyi bir eğitim alması ve terbiyesi ile çevresindekileri etkilemeye başlar. Genç ve yakışıklı Leon da bunların arasındadır,ama Madam Bovary’den beklediği karşılığı bulamaz ve böylece Yonville’i terk eder. Kısa bir süre sonra Emma, Rodolphe adlı bir adama aşık olur ve onunla ilişkiye girer. Rodolphe için her tür fedakarlığı göze alır ve o kadar çok para harcar ki, son olarak elinde sadece imzaladığı senetler kalmıştır. Bu ilişki Emma’ya zarar vermeye başlamıştır. Rodolphe Emma’yı terk eder ve Emma Bovary ciddi bir bunalıma girer. Charles karısını iyileştirmek için her türlü çareye başvurmuştur; fakat sonuç alamamıştır. Ödenmeyen senetler sonucunda evlerine haciz konur. Bu acılara dayanamayan Emma Bovary ilaç içerek intihar eder. Charles Bovary de karısının acısına dayanamaz ve kısa bir süre sonra o da ölür.

KARAKTERLER:

Emma Bovary : Romanın baş kahramanıdır. Romantik istekleri mantığının önüne geçmiş, güzel bir kadındır. Daima gözü yükseklerdedir. Elindeki ile yetinmeyi bilmeyen, doymayan bir kişiliğe sahiptir o nedenle hayatta hiçbir zaman mutlu olamamıştır.

Charles : Tembel bir kocadır. Hayatı boyunca hep annesinin istediklerini yapmaya mecbur kalmıştır. Çocukluk yıllarından kalma bu eziklik onu zayıf karakterli biri yapmıştır.

Homais : Meraklı ve misafirperver bir eczacıdır.

Rodolphe: Zengin ve çapkın bir erkektir.

Lheureux : Çıkarcı bir insandır. İnsanların hayatına karışan bir satıcıdır. Aynı zamanda çok paragözdür.

Rollet Ana : Dürüst bir hizmetkardır. İşini sevmemesine rağmen güvenilir bir sütannedir.

Leon : Yakışıklı ve saf bir duygusaldır. Emma Bovary’e aşıktır.

Madame Bovary, Gustave Flaubert tarafından 19. yüzyılda yazılmış bir romandır.

Bir çok otorite tarafından ilk modern realist roman sayılan Madame Bovary ilk kez 1857 yılında basılmıştır. Yapıt döneminde büyük yankılar uyandırmış, kitabın tamamının basılması için Flaubert’in mahkemeye gitmesi gerekmiştir. Romantizmin idealist yaklaşımına bir tepki olarak ortaya çıkan roman, realizm akımının ilk ve en önemli örneklerindendir.

2007 yılı çağdaş yazarlar oylaması,(basılı bulunan en üst on sıralamaya hak kazanmış kitaplar içinde) Madame Bovary’yi şimdiye kadar yazılmış en büyük roman birincisi olarak ve ikinci ise sadece Leo Tolstoy’un Anna Karenina. eserini seçmiştir.

Konusu:
Kitap, iyi kalpli olmasına rağmen basit ve sıradan bir doktor olan Charles Bovary’nin, yüksek idealleri ve aşırı bir lüks tutkusu olan romantik karısı Emma Bovary’nin hayatının tekdüzeliğinden sıyrılmak için girdiği durumları ve yaşadığı çeşitli gayri meşru aşk ilişkilerini konu alır. Baş karakter Emma Bovary’nin sergilediği davranışlar ve zinaları, o dönemde şokla karşılanmış ve bu yüzden yazar Flaubert uzun yıllar boyu çeşitli negatif yorumlara ve suçlamalara maruz kaldı.

Kitap Hakkında:

Gustave Flaubert gerçekçilik akımının öncüsüdür.
Madam Bovary romanı ise, edebiyatta çağ başlatan bir başyapıttır.
Madam Bovary bir dramdır; kentsoylu yaşamın batağında, romantik düşlerin peşinde koşan bir kadının dramı.
Doyumsuz tutkuların ağında mutluluk hayalleri kuran Emma Bovary, gördüğü bayağılık ve ihanetle yıkılır.
Asla yaşayamayacağı bir aşk için, şöhretini ve gururunu ayaklar altına alır, hayatını feda eder.
Var olduğunu sandığı büyük insani duygular ve değerler, küçük çıkarlar ve para karşısında tuz-buz olur.
Sonunda aşk acılarıyla kıvranarak romantik düşlerini yitirir, her şeyden duyduğu korku ve pişmanlık içinde hayatına son verir. Evet, Madam Bovary kadın ruhunun (aşk) acılarını eşsiz bir güçle anlatan muazzam bir romandır.
Hala ruhunu yitirmeyen kadınlara ve erkeklere ithaf olunur.

Mevlana - Mesnevi’den Seçme Hikayeler

0 yorum | Devamını Oku...
''Mesnevi'', bir çok başka tasavvufi eserdeki anlaşılması güç, soyut, karmalık anlatılardan uzak durmasını bilmiştir. Kalbe, kafaya, kültüre seslenen bir iletişim şaheseridir. Nasıl Mevlana'nın Konya'daki sohbetleri, kendisini dinlemeye gelen sıradan kişilere berrak, kolay anlaşılır bilgiler ve yorumlar veriyor idiyse, ''Mesnevi'' de, aynı anlayışla, eğlendirerek eğitmek amacını güder gibidir. Mevlana, yüreklere sesleniyor, aşkın heyecanlarını yaşatmak, Tanrının ve ruhani yaşamın güzelliklerini tattırmak istiyor.

BİZ GİTTİK,KALANLAR SAĞ OLSUN
Biz gittik,kalanlar sağ olsunlar;doğan mutlaka ölür.
Gök kubbede oturanlar,damdan düşmeyen bir tası görmemişlerdir asla.
O kadar konuşmayın,o kadar yorulmayın;şu yerin altında çırak ne olmuşsa usta da o olmuştur.
A güzel,nazlanma!Bu mezarda nice Şirinler,Ferhat gibi yok olup gitmiştir.
Direği yelden olan yapı,ne kadar dayanabilir ki?
Kötüysek kötülüğümüzle geçip gittik;iyi idiysek anın bizi hayırla.
Zamanın tek eri olsan bile tek tek gidenler gibi sen de gidersin bugün.
Yalnız kalmayı istemiyorsan hayırdan iyilikten evladın olsun.
O gizlilik aleminin bükülmüş ipliğidir kalan;dünyaya direk olanların canıdır o.
O süzülmüş,seçilmiş aşk cevheri yok mu;ölümsüz olarak kalan,odur ancak.
Şu akıp giden kum selinin ne durması vardır,ne dinlenmesi;bir şekil bozuldu mu,bir başka şeklin temelini atarlar.
Bu kupkuru yerde Nuh’un gemisine benziyorum ben;tufan da vademin gelip çatması.
Nuh’un gemiside gayp aleminde,pusudaki dalgaları bekliyordu hani.
Susanların arasına girdik,yattık uyuduk;çünkü sesimiz, feryadımız haddi aşmıştı zaten.

SEVGİLİYLE BULUŞMAK İÇİNDİR

Sema,diri kişilerin canlarına rahattır,huzurdur;canında can olan bilir bunu.
Gül bahçesinde yatıp uyuyan kişi,uyanmayı ister
Fakat zindanda uyumuş olan,uyanırsa zindana düşmüş olur.
Sema düğün olan yerde olur,yas olan yerde değil;yas yeri, feryat figan yeridir.
Üzerindeki cevheri görmeyen,öylesine bin ayı gözüyle görmeyen kişi yok mu;
Böyle kişiye müzik ne yapsın,def ne etsin;sema, gönüller alan sevgiliyle buluşmak içindir.
Yüzlerini kıbleye dönmüş kişiler bu dünyada da semadadır,o dünyada da;
Hele halka olup sema ederek dönüp duranların ortasında Kabede olursa.
Bir parmak şeker istiyorsan zaten var,hem de bedava;fakat şeker madenini istiyorsan o da burada.

Mehmet Akif Ersoy’dan Seçmeler

0 yorum | Devamını Oku...
İstiklal Marşı’mız. Her dinlediğimizde tüylerimizi diken diken eden, geçmişte yaşadığımız o acı günleri, birer hayal perdesi gibi gözlerimizin önünden resmi geçit yaptıran duygular manzu­mesi… İstiklal Marşımız…Aziz ecdadımızın kanıyla, canıyla, dişiyle, tırnağıyla vermiş olduğu kurtuluş savaşımızın muhteşem hatırası… Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra elimizde kalan son vatan parçası Anadolu, düşmanlar tarafından İşgal edilmiş, ezan sesleri susmuştu. Türk milleti tarihinin en karanlık günlerini yaşıyordu.

 Türk ordusu milleti ile bütünleşerek dört koldan yurdumuza saldıran düşmanlara karşı bîr ölüm-kalım savaşma girişti. İstiklal Marşı, Türk milletinin yürüttüğü bu kahramanca mü­cadeleyi dile getirmek, ordumuzun manevi gücünü yükseltmek amacıyla yazıldı. Milli şairimiz Mehmet Akif ERSOY tarafından yazılan istiklal Marşı, 12 Mart 1921 tarihinde Türkiye Büyük Mil­let Meclisi’nde kabul edildi. İstiklal Marşı’nda, Türk milletinin tarih boyunca kutsal ema­net olarak taşıdığı bayrak, vatan, millet, din, iman, istiklal ve hür­riyet gibi milleti millet yapan maddi ve manevi değerler yer al­mıştır. İstiklal Marşı, milletimizin varlığının, istiklal ve hürriyetinin bir ifadesidir. 


İstiklal Marşı’nda milletimi/in imanı, kahramanlığı, şan ve şerefle dolu tarihi yatmaktadır, İstiklal Marşı, milli varlığımızın sembolüdür. Mehmet Akif, bu şürı kahraman ordumuza hediye etmiş, Safahat kitabına bile almamış; “Bu, benim değil milletimindir.” demiştir. Türk milletinin evlatları olarak İstiklal Marşı’nm heyecanını duymak, ona derin­den saygı göstermek hepimizin görevidir.

Matemetiğin Aydınlık Dünyası - Sinan SERTÖZ

0 yorum | Devamını Oku...
1.KİTABIN KONUSU

Kitap, matematiğin sıkıcı bir ders değil,yaşamın başlı başına bir parçası olduğunu ünlü bilim adamlarının hayatlarından kesitler alarak anlatıyor.

2. KİTABIN ÖZETİ

Birçok insan için matematik,hayatı zehir eden derslerden,insanın içine korku salan sınavlardan ve okulu bitirir bitirmez kurtulacağı bir kabustan ibarettir.bazıları içinse matematik,hayatı anlamanın ve sevmenin yolu olabilmiştir. Çünkü hayatı sevmenin yolu -herşeyde olduğu gibi- onu anlamaktan geçer.

İlkokuldan beri matematiğin gerçek yüzünü görmemiş, onu benimsememiş kişiler tafından eğitilen insanların matemetikten nefret etmesi kadar doğal birsey yoktur. Oysa ki matematik ezberlere, anlayışsızlıklara bağlı olan bir konu değildir. Matematik, Yaratıcının doğanın içine bıraktığı ipuçlarıdır.

3. KİTABIN ANA FİKRİ

Yazar,kitapta matematiğin yanlızca bir toplama, çıkarma gibi cebirsel işlemler topluluğu değil, tabiatın gerçekleriyle sıkı sıkıya örülmüş bir mantık ve anlam bütünlüğü olduğunu anlatıyor.

4. KİTAPTAKİ OLAYLAR VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

Kitapta matemetik tarihine adını yazdırmış bilim adamaları ve yaşadıkları olaylar konu edilmektedir.

Galois: Fransız matematikçisi, 1811-1832 yılları arasında yaşadı. 21 yıllık kısa ömrüne Galois teorisini sığdırmıştır.

Pisagor:Çok zengin vir ailenin çocuğu olan pisagor ilk gençlik yıllarında özel hocalar elinde eğitim gördü. Yirmili yaşlara geldiğinde “Hocalarımda öğrendiğim yeter. Ben dünyayı gezip görmek istiyorum.” der ve yüklü bir harçlıkla yola koyulur.daha sonra Çinlilerden öğrendiği dik üçgenler teoremin Hint rahiplerine öğreterek matematik tarihine adını altın harflerle yazdırır.



Mimar Sinan: Ünlü türk mimar.1487 yılında doğmutur. 60 yaşlarında mimarlığa başlamış ve aralarında Selimiye Camisininde bulunduğu birçok esere imza atmıştır.17 Temmuz 1588 bir tamiratla uğraşırken belini lkırması sonucu ölmüştür.

5. KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER

Yazar eserinde, matematiğin yanlızca akademisyenlerin loş koridorlarda birbirlerinin kulağına fısıldadığı anlaşılmaz bilgiler yumağı olmadığını,aksine hayatı dolu dolu yaşamış insanların sevinçleri, üzüntüleri, başarı ve yenilgileriyle oluşturdukları bir insanlık macerası olduğunu eğlenceli ve ilgi çekici bir dille anlatmıştır.

Milli Savaş Hikayeleri - Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN KONUSU:

Milii Mücadele Dönemi’nde Anadolu ve Rumeli’de işgal kuvvetlerinin insanlık dışı davranışlarından dolayı halkın yaşadığı acı verici olaylar.

KİTABIN ÖZETİ:

Yazar, kaleme aldığı bu eserinde 1914-1924 yılları arasında yaşanan Milli Mücadele Dönemi’nde vukuu bulan bazı acıklı ve trajedik olayları okuyuculara aktarıyor.

Hepimizin de çok iyi bildiği gibi Milli Mücadele Dönemi Türk halkı için bir kahramanlık ve ızdırap dönemi olmuştur. Yazar da bunu eserinde ustaca ele almış olduğu olay ve hikayelerle sade ve açık bir şekilde okuyuculara iletiyor.

Yazar kitabında genelde Ege Bölgesi’nde meydana gelen olayları ele alıyor. Özellikle, Türk tarihi için büyük bir felaket olan güzel İzmir’in işgali ve düşman kuvvetlerinin buradaki halka yapmış oldukları zulüm ve hakaretler büyük bir yer alıyor yazarın “Milli Savaş Hikayeleri” adlı eserinde. Bu işgaller karşısında çaresiz kalan halıkın aciz durumu da tüm açıklığıyla ortaya konuluyor.

Kitapta bulunan bazı hikayelerde de Yunan kuvvetlerinin Batı Anadolu’yu işgali sırasında yerli halka yapmış oldukları insanlık dışı işkenceler tanıklarıyla belirtiliyor.

Yunan askerlerinin çoluk çocuk, kadın erkek ayrımı yapmadan sadece Türk olduklarından dolayı suçsuz insanlara yapmış oldukları işkenceler, tecavüzler, gasplar, dramatik bir şekilde bu hikayelerde yerini buluyor.

Ayrıca, bu dönemde Türk Halkının içine düşmüş olduğu çaresizlik, yoksulluk, umutsuzluk bu hikayelerde çeşitli tasvirlerle işleniyor. Ama tüm hikayelerin sonunda Türk insanının doğuştan sahip olduğu kahramanlık ve vefakarlık gibi erdemlerde konu ediliyor.

Bu zor dönmede yaşanan bazı ihanetler de kaçmıyor yazarın kaleminden. Yüzlerce yıl Türk topraklarında rhat bir hayat yaşayan, hatta maddi durumlarını yerli halktan kat kat daha iyi bir duruma getiren yabancı uyruklu vatandaşların (!) memleketi soydaşlarına nasıl şerefsizce peşkeş çektiklerini, yıllarca beraber yaşadıkları yerli halka olan ihanetleri yazar tarafından aleni bir şekilde anlatılıyor.

Kısacası, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bu eserinde işlenen ana tema bütün bu işkencelere, ihanetlere ve yoksulluğa karşı Türk halkının vermiş olduğu kurtuluş Mücadelesidir. Çekmiş olduğu tüm eziyetlere rağmen vatanseverliğinden, namusundan ve onurundan bir nebze de olsa ödün vermemiş bu insanların çileleri, hasretleri, özlemleri ve acıları bu eserde en çarpıcı örneklerle yansıtılıyor.

KİTABIN ANAFİKRİ:

Türk Halkının düşman işgalinden ve yoksulluktan dolayı çektiği çileye rağmen kendini ezdirmeyişi, bağımsızlık ve vatan uğruna gerekirse canını seve seve verecek kadar vefakar olduğu.

KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:

Yazar 1914-1924 yılları arasında yaşanan Milli Mücadele Devri’nde halkın içinde bulunduğu kötü durumu ele alıyor. Olaylar genelde ızdırap ve acı verici hadiselerden oluşuyor. Kitabı genel olarak ele alacak olursak, dokuz yaşında bir kız çocuğunun yaşadıklarından, yetmiş yaşında bir dedenin hayatını vatan için kahramanca feda etmesine kadar bir çok olay ve şahıs yer alıyor.

KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:

Kitabı okuduuğumda kendimi olayların içinde, sanki olayları yaşıyrmuş gibi hisettim. Bu da yazarın ne kadar iyi bir uslüp kullandığını ortaya koyuyor. Ayrıca olayları sade ve açık bir şekilde ifade edişi de esere ayrı bir güzellik katıyor. Okurken duygulanmamamk ise elde değil. Gerçekten geçmişimizi öğrenmemiz açısından okunması gereken bir yapıt.

KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:

27 Mart 1889′da Kahire’de doğdu. İlköğrenimine ailesiyle birlikte gittiği Manisa’da başladı. 1903′te İzmir İdadisi’ne girdi. Babasının ölümünden sonra annesiyle yine Mısır’a döndü, öğrenimini İskenderiye’deki bir Fransız okulunda tamamladı. 1908′de başladığı İstanbul Hukuk Mektebi’ni bitirmedi. 1909′da arkadaşı Şehabettin Süleyman aracılığıyla Fecr-i Âti topluluğuna katıldı. 1916′da tedavi olmak için gittiği İsviçre’de üç yıl kadar kaldı. Mütareke yıllarında İkdam gazetesindeki yazılarıyla Kurtuluş Savaşı’nı destekledi. 1921′de Ankara’ya çağrıldı ve bazı görevler verildi.

1923′te Mardin, 1931′de Manisa milletvekili oldu. Bir yandan da gazeteciliğini ve roman yazarlığını sürdürdü. Kadro Dergisi 1932′de Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin ile birlikte Kadro dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Savunduğu bazı görüşler aşırı bulunduğu için Kadro dergisinin 1934′te yayımına son vermek zorunda kalmasından sonra Tiran elçiliğine atandı. Daha sonra 1935′te Prag, 1939′da La Haye, 1942′de Bern, 1949′da Tahran ve 1951′de yine Bern elçiliklerine getirildi. 27 Mayıs 1960′tan sonra Kurucu Meclis üyeliğine seçildi. Siyasal hayatının son görevi 1961-1965 arasındaki Manisa milletvekilliği oldu. 13 Aralık 1974′te Ankara’da öldü

ESERLERİ
Roman: Kiralık Konak, Nur Baba, Hüküm Gecesi, Sodom ve Gomore, Yaban, Ankara, Bir Sürgün, Panaroma, 2 cilt, Hep O Şarkı. Hikaye Bir Serencam, Rahmet, Milli Savaş Hikâyeleri.

Anı: Zoraki Diplomat, Anamın Kitabı, Vatan Yolunda, Politikada 45 Yıl, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları.

Mahşer - Peyami SAFA

0 yorum | Devamını Oku...
ROMANIN KONUSU:

Nihad’ın Muazzez’e aşkını ve düşündüğü İstanbul’un nasıl değiştigini ,devletin ne kadar kötü duruma düştüğünü anlatıyor.

ROMANIN ÖZETİ:

Nihad vapurla İstanbul’a gelir.Çanakkale Savaşından daha yeni çıkmıştır ve uzun zamandır İstanbul’u görmüyordu.İlk olarak arkadaşı Faik’in yanına gitti.Daha sonra iş aramaya başladı.Bir gün Seniha Hanımla karşılaştı. Seniha onu evine davet etti.

Ertesi gün Seniha’nın yaşadığı eve gitti.Orada Muazzez ile tanıştı. Seniha Nihad’dan kızına öğretmenlik yapmasını ve onun bir kaç mektubunu kaydetmesini istiyordu. Nihad bu işi hemen kabul etti.Daha sonra Muazzez ile balkona çıktılar.İçerideki odada Seniha’yı ve Alaaddin Beğ’i gördüler.Aralarında kötü işler hakkında konuşuyorlardı.Bunları Nihad ve Muazzez duydular. Nihad çok şaşırmıştı.Çünkü o yıllardır bu insanlar için savaşmıştı.Muazzez ile bu konuları konuşmak için buluşma kararı aldılar.

Bir kaç gün sonra Nihad’la Muazzez buluştular.Seniha ve kocası Mahir Beğ’in yaptıklarını anlatıyordu.İkisinin ne kadar sahtekar insanlar olduklarını , Seniha’nın vücudunu kullanarak erkekleri nasıl kandırdığını ve daha sonra onları nasıl kullandığını anlatıyordu.Onlar bunlarla da kalmayıp Muazzez’in annesinin apartmanını dalavere ile almışlardı.. Nihad bunları duyunca şok olmuştu.

Nihad çalışmak için apartmana gitti. ilk iş olarak mektupları kaydetmeye başladı.Mektuplar hep sahtekarlıkları anlatıyordu. Bunları kaydetmeye mecburdu çünkü zar zor bir iş bulmuştu ve Muazzez’i görmek için başka çare yoktu.

Bir gün dolaşmaya çıktı ve sokakta Alaaddin Beğin gazetesinde çalışan hikaye yazarı Kerim Beğ ile karşılaştı.Biraz muhabbet ettiler. Nihad ona Mahir Beğleri ve çevirdikleri dalavereyi anlatıyordu.

Nihad iyice Muazzez’e alışmıştı.O da tabiki ona alışmıştı.Ama arada bir sorun vardı Muazzez’i Alaaddin Beğ İle evlendirmeyi düşünüyorlardı.Fakat bunu Muazzez istemiyordu.İlk başlarda Seniha Hanım’da buna izin vermiyordu ama Nihad ile Muazzez arasında bir yakınlaşma olduğunu anlayınca oda bunu kabul etti.

Bir gün yine dolaşırken Kerim Beğle karşılaştı.Ona olan biteni anlattı. Kerim Beğ ona kızı apartmandan kaçırmasını söyledi.Ama bunu Nihad hiç düşünmüyordu çünkü kendi karnını bile Seniha ’nın verdiği bir kaç kuruşla doyuruyordu.Ama aklında bu fikir kaldı ve bunu Muazzez’e açmayı düşündü.

Bir zaman sonra Muazzez ile konuşurken konuyu ona anlattı. Muazzez bu fikri biraz yadırgadıysa da eğer zor durumda kalırsa onunla beraber kaçabilecegini söyledi.

Bir akşam eğlencesinde mebus kendini kaybetti ve Muazzez’e saldırdı.O da Nihad‘dan yardım istedi. Nihad mebusu engelledi.Bunun üzerine Seniha ve Mahir Nihad’I evlerinden kovdu.Muazzez ’de bu saldırılara katlanamayacagını ve kaçmak için Nihad’ın dışarda beklemesini istedi.O akşam ikisi beraberce apartmandan kaçtılar.Birlikte Nihad ’ın arkadaşı Faik’in yanına gittiler ve bir kaç gün orda kaldılar.Bu zamanda Nihad bir ev aramaya Muazzez ise iki üç ev eşyası almaya başladı. Bir süre sonra Nihad Muazzez’i arkadaşları Haldun, Necdet ve Nail ile tanıştırdı .

Nihad ile Muazzez birlikte bir eve taşındılar. Nihad iş arıyordu fakat İstanbul’da iş bulamıyordu. Ay başı yaklaşmıştı ve ev sahibi Emine Hanım birkaç gün sonra kirayı almak için gelecekti. Nihat bunun için Faik’ten borç istemeye gitti ama onda da metelik yoktu. Kahveye uğradılar ve orada Rıza’yla karşılaştılar. Rıza bir aktördü ama artık geçimini dalavere ile sağlıyordu. Nihad’a biraz para verdi ve tiyarosunda suflör olarak çalışmasını istedi,oda kabul etti

Nihad tiyatroda işe başlamaya gitti ama ortalarda kimseler yoktu. Rıza’yla birkaç kişi tiyatroya geldiler. Tiyatro hiçbirinin umrunda değildi. Daha bir prova bile yapmamışlardı. Ertesi gün tiyatro sahneleniyordu.Nihad bir kutuya girdi ve oyunculara rollerini okuyordu.Ama hiç biri birşey anlamadıgı ve duymadıgı için komik bir durum oluşuyordu.Nihad kutunun içinden yere düştü ve kaçar gibi orayı terketti.Rezil olmuştu.

Nihad bundan sonra çok degişti.Dünya’ya lanet etmeye ve Devlet’in bu gidişatına dur demeye kararlıydı.Bunun için ihtilal yapmayı düşünüyordu.Kendi gibi düşünenlerle toplantılar yapmaya başlamıştı.Bu durum Muazzez’in hiçte hoşuna gitmiyordu.Nihad bir yandanda mebusun gazetesi için Kerim Beğin aracılığıyla eserler çeviriyordu.

Bir gün Nihad ile Muazzez tartışmaya başladılar.Muazzez Seniha’yı görmek istiyordu ama Nihad buna izin vermiyordu.Muazzez çok ısrar etmesine rağmen Nihad’ı bir türlü kandıramıyordu.Ertesi gün Muazzez hastalandı.Nihad onun yanından hiç ayrılmıyordu.Akşam olunca kapı çalındı.Dışarda bir zabit Nihad’ı karakola götürmek istiyordu.Nihad ne oldugunu anlamadan zabitle beraber karakola gitti.Devlet hakkında kötü söz söylemekten üç gün içeride yattı.Daha sonra doğru Muazzez’in yanına gitti.O hala yaşıyordu ve Muazzez apartmana gitmek istedigini söylüyordu.Nihad yine kabul etmiyordu.

Ertesi gün Nihad uyandıgında Muazzez’in apartmana gittigini öğrendi.Üç gün geçti .Muazzez eve döndü ve Nihad ile konuşmaya çalıştı fakat Nihad hiç yanıt vermiyordu.En sonunda Muaazzez dayanamıyarak evden çıkıp gitti.

Nihad mahalleden başka bir yere taşındı.Nişantaşında Şükriye adında bir kadının evinde kalmaya başladı.Kimseyle konuşmuyordu.Herkes onu merak ediyordu.Bir gün ev sahibi dayanamayıp Nihad’a ne oldugunu sordu.Oda olan biteni anlattı.Kadın bu duruma çok üzüldü,yardım etmeyi çok istiyordu ama elinden bir şey gelmezdi.

Bir süre sonra Nihad Muazzez’in yanına gitti ama onu bulamadı.Aklında intihar etme fikri yatıyordu çünkü dünyadan bıkmıştı.En sonunda ayaklarını bağlayarak kendini denize attı.Ama tekrar yaşamayı seçti.Denizden karaya çıktı ve doğru Kerim Beğ’i görmek için apartmana gitti.Ordanda Kerim ile beraber Kerim’in evine gittiler.Kerim ona güzel bir iş bulmuştu ve Muazzez’in onu aradıgını söylüyordu.Bunun üzerine ikisi beraber direk Muazzez’in yanına gittiler.

Muazzez ile Nihad barıştılar.Nihad Muazzez’i intihar etmek istediği yere götürdü ve ayagına bağladıgı kemeri ona gösterdi.Muazzez çok şaşırmıştı ama Nihad bunları gerçekten yapmıştı.İkisi birlikte ufka baktılar ve hayat onlar için yeni başlıyordu.

3.KİTABIN ANAFİKRİ:

İnsan ne kadar kötü duruma düşerse düşsün hayatından bezmemeli,aşkını.sevgisini kaybetmeyip sabretmelidir.

4.OLAYIN KAHRAMANLARI:

NİHAD:Çanakkale’de savaşmıs yirmialta yaşında dürüst ,hayatını kendıi emeğiyle kazanmaya çalışan romanın asıl kahramanıdır.

MUAZZEZ:Genç ve güzel ,iyi bir aile terbiyesi almış ,insanları seven ve onlara değer veren namuslu bir kızdır.

SENİHA HANIM:Bir kaç kez evlenip boşanmış en sonunda kendi gibi sahtekar biriyle evlenmiş,zeki, işten pazarlıklı bir kadın.

MAHİR BEY:Seniha’nın kocasıdır.Tüccardır ama gelirinin çogunu devleti soyarak karşılayan namussuz bir kişidir.

ALAADDIN BEY:Mebus ve ayrıca bir gazetenin sahibidir.Seniha’nın etkisinde kalan dalavereci bir şahıstır.

FAİK:Nihad’ın en yakın arkadaşıdır.İyi ve her zaman yardım sever biri olarak romanda görülür.

EMİNE HANIM.Faizci,sadece paraya deger veren , beş para etmez bir kadındır.

ŞÜKRİYE HANIM:Nihad’ın ev sahipliğini yapmış,ihtiyar ve oldukça iyi bir kadındır.

5.KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ:

Peyami Safa

(1899- 15 Haziran 1961): Yazar. İstanbul’da doğdu. Meşhur şair İsmail Safa’nın oğludur. Düzenli bir öğrenim göremedi. Kendi kendisini yetiştirdi. 13 yaşında hayata atıldı. Posta Telgraf Nezaretinde çalıştı. Öğretmenlik (1914-1918), gazetecilik (1918-1961) yaptı. Hayatını yazıları ile kazandı. İstanbul’da öldü.

Romanları: Gençliğimiz (1922), Şimşek (1923), Sözde Kızlar (1923), Mahşer (1924), Bir Akşamdı (1924), Süngülerin Gölgesinde (1924), Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925), Canan (1925), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930), Fatih-Harbiye (1931), Atilla (1931), Bir Tereddüdün Romanı (1933), Matmazel Noralya’nın Koltuğu (1949), Yalnızız (1951), Biz İnsanlar (1959). Hikâyeleri: Hikâyeler (Halil Açıkgöz derledi, 1980). Oyunu: Gün Doğuyor (1932). İnceleme- denemeleri: Türk İnkılâbına Bakışlar (1938), Büyük Avrupa Anketi (1938), Felsefî Buhran (1939), Millet ve İnsan (1943), Mahutlar (1959), Mistisizm (1961), Nasyonalizm (1961), Sosyalizm (1961), Doğu-Batı Sentezi (1963), Sanat- Edebiyat-Tenkid (1970), Osmanlıca-Türkçe- Uydurmaca (1970), Sosyalizm-Marksizim- Komünizm (1971), Din-İnkılâp-İrtica (1971), Kadın-Aşk-Aile (1973), Yazarlar-Sanatçılar- Meşhurlar (1976), Eğitim-Gençlik-Üniversite (1976), 20. Asır- Avrupa ve Biz (1976). Ders Kitapları: Cumhuriyet Mekteplerine Millet Alfabesi (1929), Cumhuriyet Mekteplerine Alfabe (1929), Cumhuriyet Mekteplerine Kıraat (I-IV, 1929), Yeni Talebe Mektupları (1930), Büyük Mektup Nümuneleri (1932), Türk Grameri (1941), Dil Bilgisi (1942), Fransız Grameri (1942), Türkçe İzahlı Fransız Grameri (1948).

Miskinler Tekkesi (Reşat Nuri Güntekin)

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN ADI : Miskinler Tekkesi
KİTABIN YAZARI : Reşat Nuri GÜNTEKİN
YAYIN EVİ ve ADRESİ: İnkılap Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret A.Ş Ankara Cad.NO:95 İSTANBUL
BASIM YILI : 1999
HAZIRLAYAN : Mehmet UYSAL

ÖZETİN PLANI
1. Kitabın Konusu
2. Kitabın Özeti
3. Kitabın Ana Fikri
4. Kitap Hakkında Şahsi Görüşler
5. Kitabın Yazarı Hakkında Kısa Bilgi

1. Kitabın Konusu: Kitap, Türkiye’deki dilencilerin dünyasını ve cahil hocaları başarıyla tasvir eder. Yazarın en dikkate değer eserlerinden biridir. Padişah II.Mahmut dönemi ileri gelenlerinden olup padişaha yakınlığıyla tanınan Kocabaş Kazasker Şemsettin Molla’ nın torununun hayatı üzerine kurulmuş bir kitaptır. Padişahın ekmek kırıntılarının kat kat işlemeli bohça ve sedef kutularda saklandığı bir ortamda, padişah dilencisi bir dedenin torunu olan ve hem meşrutiyet hem cumhuriyet dönemlerinde yaşayan roman kahramanı, bir çeşit soya çekimle dilenciliği meslek edinir.

2. Kitabın Özeti: Küçük yaşlarda ev halkının kızmasına rağmen dilenci taklidi yapmasıyla başlayan dilencilik özentisi, ona hayatının sonuna kadar götürür. Çocukluğunda oyunlar oynamayı sevmeyen, oturduğu yerden kalkmak istemeyen bir yapıya sahipti.

Korkak pısırık bir kişi olan daha sonra yaş onyedi onsekiz olunca delikanlılığında verdiği cesaretle, biraz havalanıyor. Kolalı gömlekler, ütülü pantolonlar giyip dışarı çıkıyor, ama yine de rüyasında kendisini Don Kişot gibi görmekten alamıyor. Evine giren hırsızı yakalayıp polise teslim ediyor, piyangodan çıkan parayla babannesinin borçlarını kapatıyor, gibi rüyalar biraz daha cesaretlendiriyor.
Mahallesinde çıkan yangında içeridekileri kurtarmaya gitmek istiyor fakat bacısı izin vermiyor.Bunlar umursamaz bir tavırla evde oyun oynamaya başlıyorlar, arada bir yukarı çıkarak yangının sönüp sönmediğine bakıyorlardı. Ama sabaha karşı evlerinin de yanmasına mani olamadılar.

Burdan başka bir mahalleye taşınırlar. Yeni evleri eski evleri kadar güzel olmamasına rağmen tek tesellisi bir görüşte aşık olduğu komşu kızı Mesrure’ dir. Mesrure’ yi evin bir köşesinden izliyor, ama bir türlü cesaretini toplayamıyordu. Biraz da korkuyordu. Çünkü kafası çok büyük olduğu için mesrure’ nin cevabının ‘hayır’ olabileceği endişesi vardı. Mesrure’ nin babası aile dostu olmaya başladı. Akşamları evlerine gelir, oturur, muhabbet ederlerdi. Mesrure’ nin babası şiiri çok severdi. Ve arada bir dörtlükler okuyordu. Babasını etkilemek için kendini şiire adamıştı. Mesrure’ nin babası şiir okumaya balayınca o da sonunu getiriyordu. Babası gerçekten etkilenmişti. En sonunda dadıların da aracılığıyla Mesrure’ ye teklif götürdüler. Sonunda kabul etti. Ama meşrutiyet inkılabının olduğu yılda, dayısı yüzünden evleri dağılır. Büyükannesi ve bacısıyla birlikte başka bir eve taşınırlar. Babaannesini kaybeder. Artık evden ayrılma zamanı gelmiştir. Sakallı Talat diye biriyle tanışır, arkadaşlık kurar. Talat memurdur. Talat’ ın tavsiyesiyle Zeynep Hanım Konağı’ nda eğitim almaya başladı. Edinmiş olduğu çevre yüzünden Sinop’ a gönderilir. Salıverilmesiyle, kendisine kalacak bir yer bulup burayı arzuhal ve köylü mektupları yazmaya başlar.

Düşüncesiz bir şekilde İstanbul’ a döner. Talat’ la tekrar karşılaşır. Talat yine elinden tutar ve bir iş bulur. Mektepte yazı hocalığı ve katiplik yapacak, mektepte kalacaktı. Askerlik yaşı glmişti. Ama bütün yoklamalarda kafası büyük olduğu için sorun çıkıyordu. Bugün git yarın gel diyorlardı. Sonradan askere de alındı ve Mısır’ a yolculuk başladı. Yolculukta kargaşa çıktı ve yürüyerek memlekete geri dönmeye başladı. Yürüye yürüye Konya’ ya geliyor, kendini biraz toplayarak İzmir’ e hastaneye gidiyor hiç parası kalmadığı için taburcu bile edilemiyor. Hastane müdürü, ölmüş bir kişinin elbselerini vererek taburcu eder. İzmir işgal altında olduğu için tütün deposunda kalıyordu. Günleri artık çok daha kötüye gidiyordu. Cami önünde beklerken kadının birinden ilk sadakasını alıyor. Bu parayla akşama yiyecek alıyor ve kaldığı yere götürerek oradakileri sevindiriyor.

Dilenciliğe başlamasıyla kazanci bayağı artıyor. Artık doktorlara büyük belediye memurlarının maaşına yaklaşmaya başlamıştı. Kendine bir ev bile tutmuştu. Arap komşuları vardı çevresinde. Kaldığı yerdeki Arap komşuları, sabah erkenden çıkıp akşam geç dönmesini merak etmişler, iş arıyorum cevabını almışlardır. İş istediği yerlerden aldığı cevaplar üzüyor fakat yılmıyordu. Sonunda dilediği oldu ve iş buldu. Sevinçliydi. Çünkü başkaları gibi çalışarak ekmeğini kazandığı gündü.

3. Kitabın Ana Fikri: ‘İnsan yedisinde ne ise; yetmişinde de o olur’ derler, ama insanın ne olursa olsun, her türlü durumda kendini bırakmamalı, hayata iki elle sarılmalıdır.

4. Kitap Hakkında Şahsi Görüşler: Kitap okumaya değer bir kitap olarak Türk eserler kitaplığında yerini almıştır. Olaylar gerçeğe yakın, kişileri çok mükemmel şekilde tahlil etmiştir. Bu yönüyle kitap çok akıcı ve sürükleyici bir hale gelmiştir. Kitaptan gerçekten de memnun kaldım ve tavsiye etmekteyim.

5. Yazar Hakkında Kısa Bilgi: 1889 yılında İstanbul’ da doğan Reşat Nuri GÜNTEKİN, ilk öğrenimini Çanakkale’ de yaptı.Çanakkale İdadisi’ nde, Mekteb-i Sultani’ de (Galatasary Lisesi) ve İzmir’ de bir Fransız okulunda okudu. 1912’ de Edebiyat Fakültesini bitirdi.

1916-1919 yılları arasında İstanbul’ da Vefa ve Erenköy Liseleri’ nde öğretmenlik yaptı. 1931’ e kadar çeşitli liselerde Türkçe, Fransızca, edebiyat, felsefe ve pedagoji dersleri verdi. Ardından Milli Eğitim Bakanlığı müfettişi oldu. 1939’ a kadar Anadolu’ yu dolaştı.

1939 –1943 yılları arasında Çanakkale milletvekili, 1950’ de Paris’ te kültür araşesi ve Türkiye’ nin UNESCO temsilcisiydi. 1954’ te emekli oldu. İstanbul Şehir Tiyatroları edebi kurul üyeliğine seçildi. 1956 yılında aralık ayında tedavi için gittiği Londra’ da kanserden öldü.

Hakkımızda

Bu Sayfa Üzerinde Aklınıza gelecebilecek tüm sorulara cevap arayacağız, sormak istediginiz birşey varsa iletişim kısmından yazabilirsiniz.

Takip Listemizden

İstatistikler


Sitemizde 33 kategoride toplam yazı bulunmaktadır!

Görüntülenme

back to top