Anasayfa » Kitap B Kategorisindesiniz
Tanpınar, bu eserin konusu için: 'Hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır.' demektedir. Tanpınar'ın en önemli denemelerinden biri olan bu kitapta beş şehir anlatılmaktadır: Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul. Tanpınar' ın gözlemleri, etkileyici üslubu birleşince edebiyatımızın en değerli eserlerinden biri doğmuştur. Türk Edebiyatında en kıymetli denemelerden biridir.BEŞ ŞEHİRTanpınar, bu eserin konusu için: 'Hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır.' demektedir. Tanpınar'ın en önemli denemelerinden biri olan bu kitapta beş şehir anlatılmaktadır: Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul. Tanpınar' ın gözlemleri, etkileyici üslubu birleşince edebiyatımızın en değerli eserlerinden biri doğmuştur. Türk Edebiyatında en kıymetli denemelerden biridir.Eserden seçmelerAnkaraBelki Millî Mücadele yıllarının bıraktığı bir tesirdir, belki doğrudan doğruya çelik zırhlarını giymiş ortada dolaşan bir eski zaman silahşoruna benzeyen kalesinin bir telkinidir; Ankara, bana daima dasitani ve muharip göründü. Şurası var ki şehrin vaziyeti de buna müsaittir. Daha uzaktan gözümüze çarpan şey iki yassı tepenin arasındaki geçidiyle tabii bir istihkam manzarasıdır…Ankara, uzun tarihinin şaşırtıcı terkipleriyle doludur. Asırlariçinde uğradığı istilalar, üst üste yangınlar ve yağmalar, şehirde geçen zamanların pek az eserini bırakmıştır. Acayip bir karışıklık içinde bu tarih daima insanın gözü önündedir. Türk kültürünün kendinden evvel gelmiş medeniyetlerden kalan şeylerle bu kadar canlı surette rast gele karıştığı, haşır neşir olduğu pek az yer vardır...ErzurumHiçbir yerde memleketin Birinci Cihan Harbi'nde geçirdiği tecrübenin acılığı burada olduğu kadar vuzuhla görülemezdi. Bu, eski ressamların tasvir etmekten hoşlandığı şekilde, ölümün zaferi idi. Dört yıl, bu dağlarda kurtlara insan etinden ziyafetler çekilmiş, ölüm her yana dolu dizgin saldırmış, seçmeden avlamıştı. Uğursuz tırpan durmadan, bir saat rakkası gibi işlemiş, rast geldiği her şeyi biçmişti. Bununla beraber, nüfusu altmış binden sekiz bine inen Erzurum Millî Mücadeleye ön ayak olmuş, Ermenistan zaferini idrak etmiş, yavaş yavaş sağ kalan hemşerilerini toplamaya başlamıştı.Erzurum Türk tarihine, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse, bu yükseklik daima göz önünde tutulması gereken bir şey olur. Malazgirt Zaferinin açtığı gedikten yeni vatana giren cedlerimizin fethettikleri büyük, merkezi şehirlerden biridir.Tarihimizin ikinci dönüm yerinde, Millî Mücadelenin ilk temeli gene Erzurum'da atılır. Her şeye rağmen hür, müstakil yaşamak iradesi, ilkin bu kartal yuvasında kanatlanır. Atatürk, Erzurum'dan işe başlar. Tıpkı ilk fatihler gibi oradan Anadolu'nun içine doğru yürür; ordan başlayarak yurdumuzu, milletimizin tarihî hakları adına yeni baştan fethederiz.KonyaKonya, bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkırın kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya'ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri susuzluğumuza uzaktan gülen bu rüya, yolun her dirseğinde siline kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi Selçuklu Sultanlarının şehrinde bulursunuz.Mevlana şairdir. Şiiri inkâr etmesine, küçük görmesine rağmen Şark'ın en büyük şairlerinden biridir. Nasıl Garp Orta Çağı,bütün azap korkusu, içtimai düzen veya düzensizliği ile rahmaniyet iştiyakı ve adalet susuzluğu ile Dante'nin eserinde toplanırsa, Müslüman Şark'ta bütün varlık hikmeti, Hakk'la Hakk olmak ihtirası ve cezbesiyle Divan-ı Kebir'dedir.BursaBu devir, haddi zatında bir mucize, bir kahramanlık ve ruhaniyet devri olduğu için, Bursa, Türk ruhunun en halis ölçülerine kendiliğinden sahiptir, denebilir. Bu hakikati gayet iyi gören ve anlayan Evliya Çelebi, Bursa'dan bahsederken "Ruhaniyetli bir şehirdir." der.İster istemez sayarsınız: Gümüşlü, Muradiye, Yeşil, Nilüfer Hatun, Geyikli Baba, Emir Sultan, Konuralp... Bunlar hakikaten bir şehrin semt ve mahalle adları; yahut tıpkı bizim gibi muayyen bir zaman içinde yaşamış birtakım insanların anıldıkları isimler midir? Hepsinin mazi dediğimiz o uzak masal ülkesinden toplanmış hususi renkleri, çok hususi aydınlıkları ve geçmiş zamana ait bütün duygularda olduğu gibi çok hasretli lezzetleri vardır...Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan aklan seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer. İlk önce Edirne'nin kendisine ortak olmasına, sonra İstanbul'un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için için ağlamıştır.Evliya Çelebi, Bursa çeşmelerinden bahsettikten sonra sözü, "Velhasıl Bursa sudan ibarettir." diyerek bitirir. Canım Evliya!Şimdi Bursa'da asıl zamanın yanı başında, bizim için ondan daha başka ve daha derin olarak mevcut olan ikinci zamanı yapan şeyin ne olduğunu öğrenmiş gibiyim. Bu ses ve onun etrafı kucaklayan, her dokunduğu şeyin özünü bir ebediyette tekrarlayan akisleri, bu mevsimlerin ve düşüncelerin ezeli aynası, zamanın üç çizgisini birden veren tılsımlı bir aynadır. Sanatın aynası da bundan başka bir şey değildir.İstanbulAsıl İstanbul, yani surlardan beride olan minareyle camilerin şehri, Beyoğlu, Boğaziçi, Üsküdar, Erenköy tarafları, Çekmeceler, Bentler, Adalar, bir şehrin içinde âdeta başka başka coğrafyalar gibi kendi güzellikleriyle bizde ayrı ayrı duygular uyandıran, hayalimize başka türlü yaşama şekilleri ilham eden peyzajlardır.Her İstanbullu az çok şairdir; çünkü irade ve zekâsıyla yeni şekiller yaratmasa bile, büyüye çok benzeyen bir muhayyile oyunu içinde yaşar. Ve bu, tarihten gündelik hayata, aşktan sofraya kadar genişler."Teşrinler geldi, lüfer mevsimi başlayacak." Yahut "Nisandayız, Boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır." diye düşünmek, yaşadığımız anı efsaneleştirmeye yetişir. Eski İstanbullular bu masalın içinde ve sadece onunla yaşarlardı.Bugün mahalle kalmadı. Yalnız şehrin şurasına burasına dağılmış, eski, fakir mahalleliler var. Birbirlerinin hatrını sormak, bir kahvelerini içmek, geçmiş zamanı beraberce anmak için zaman zaman gömüldükleri köşeden çıkan, bin türlü zahmete katlanarak semt semt dolaşan ihtiyar mahalleliler...Bugünün mahallesi artık eskiden olduğu gibi her uzvu birbirine bağlı yaşayan topluluk değildir; sadece belediye teşkilatının bir cüzü olarak mevcuttur. Zaten mahallenin yerini yavaş yavaş alt kattaki üsttekinden habersiz, ölümüne, dirimine kayıtsız, küçük bir Babil gibi, her penceresinden ayn bir radyo merkezinin nağmesi taşan apartman aldı.Beylerbeyi'nde, Emirgan'da, Kandilli veya İstinye'de günün her saati birbirinden ayrı şeylerdir. Beykoz, Çubuklu, ağaçlarının serin gölgesinde henüz son rüyalarını üstlerinden atmaya çalışırken Yeniköy ve Büyükdere gözlerinin ta içine batan güneşle erkenden uyanırlar. Kuzguncuk'ta sular, sahil boyunca, arasına tek tük sümbül karışmış bir menekşe tarlası gibi mahmur külçelenirken, ince bir sis tabakasının büyük zambaklar gibi kestiği İstanbul minareleri kendi hayallerinden daha beyaz bir aydınlığa benzer.
Yazarı: Halide Nusret ZorlutunaÖZETBenim Küçük Dostlarım, adlı anı kitabı Halide Nusret Zorlutuna’nın yaşamış olduğu hikaye tarzı anılardan oluşmaktadır. Kitap okuduğunda Halide Nusret Zorlutuna’nın mesleğini ve öğrencilerini çok seven, kendini eğitime adamış idealist bir öğretmen olduğu görülür. Aşağıda, Halide Nusret Zorlutuna’nın yaşamış olduğu bu anılardan bazıları aktarılmaktadır.Mefharet ve ArkadaşlarıHalide Nusret Zorlutuna, öğretmen olarak girdiği bu sınıfta çok heyecanlanır. Bu anıda, sınıfta en çok dikkatini çeken Mefharet ve arkadaşlarından bahsetmektedir.Halide Nusret Zorlutuna, öğretmenliğinin bu ilk yıllarında, öğretmenlere ait bir not defteri olmadığı için kendine ait bir ‘öğrenci defteri’ icat eder. Bu defterde her öğrenciye altı sayfa ayırır. Defterde, her öğrencinin; adı soyadını, babasının adını ve doğum yılını kaydettikten sonra öğrencinin tasvirini yapar. Sonra aile durumunu, öğrenebildiği kadar öğrenip oraya kaydeder. Daha sonra çocukların ruhları üzerine eğilir. Onların iç dünyalarını tanımaya çalışır ve onlar hakkında küçük notlar alır. İşte bunlardan birisi de Mefharet’tir.Mefharet, hem çok güzel, hem de çok zeki olması nedeniyle Halide Hanımın dikkatini çeker. Mefharet, bu yönüyle de arkadaşları tarafından çok sevilir ve onlar tarafından üstün görülür. Herkes sınıfta onun üstünlüğünü kabul etmiştir. Bu nedenle de, Halide Nusret’in dikkatini celbeder.Bu sınıf, öğretmenliğinin ilk öğrencileri olduğundan, Halide Nusret için özeldir ve kitabında bu öğrencilerinin birçoğunun ismini zikreder. Bursalı kız Fatma, Nurettin, Adnan, Sedat gibi…NadideHalide Nusret Zorlutuna, sadece okulda bulunan öğrencilerle değil, öğretmen arkadaşlarının bahsetmesiyle tanıdığı Nadide isimli öğrencisiyle hastanede tanışır.Nadide yetim ve öksüzdür. Hayatta kimseciği yoktur. Çok güzel keman çalmakla beraber, çok da güzel bir sesi vardır. Halde Nusret, Nadide’nin umutsuz bir hastalığa yakalandığını öğrenir ve onunla hastanede ilgilenir. Halide Nusret ile Nadide, kısa bir sürede çok iyi bir dost olurlar. Fakat, bu dostluk kısa sürer. Çünkü Nadide vefat eder.İrfanİrfan’ı, hiçbir öğretmeni anlamamıştır. Hepsi O’nun dışarı vurduğu serseriliği, serkeşliği ve tembelliğinden bahseder, fakat O’nun iç dünyasında neler olduğunu, nasıl bir hayat yaşadığını bilemez. Bu durum, ta ki Halide Nusret Zorlutuna’ya kadar devam eder.Halide Nusret Hanım, İrfan’ı öğretmenlerin şikayetleri ile tanır ve dikkatini irfan üzerine yoğunlaştırır. İrfan, koca sınıfın içinde tek ödev yapmayan, suratsız, tembel, dalgın bir çocuktur.Halide Nusret Hanım, İrfan ile ilgili gerçeği, okulda nöbetçi olduğu bir gün İrfan’ın duvar dibinde kuru ekmek yediğini görünce fark eder. Bu olaydan sonra ailesi hakkında daha detaylı bilgi edinir ve gerçekleri öğrendikten sonra O’na daha hassas davranır. Bu vesile ile, aralarında çok güzel bir dostluk oluşur.OsmanOsman, on altı, on yedi yaşlarında, ortaokulun birinci sınıfında okuyan bir köy çocuğudur. Bu yaşta olmasına rağmen, bugüne kadar ne bir kitap, ne bir dergi, hatta günlük gazete bile okumamıştır. Okuma-yazma bilmediği için birkaç dersi zayıftır ama, çok güzel ve hayranlıkla ders dinlemektedir. Osman, bir gün, Halide Nusret’in, sınıfta okuduğu şiiri çok beğenir ve “Ben de böyle bir şiir okumak istiyorum, ” der. Halide Nusret Hanım da, Osman’ı şiir okumaya teşvik eder. Halide Nusret, Osman’ı, yazdığı bir kompozisyon dolaysıyla cesaretlendirip teşvik etmek için, yazılı kağıdına şöyle bir not yazar: “Biraz daha çalışırsanız başarırsınız. İstidadınız var.” Ayrıca, Halide Nusret Hanım, Osman’a, hep çalışmasını tavsiye eder ve O’na “Çalışan kazanır” der. Osman da, çalışır ve kazanır. Okuma-yazma öğrenir ve Türkçe dersini düzeltir.Bal gibi “isim tamlaması”O yıl derse girdiği X şubesi çok başarısız bir sınıftır. Ne iki satır okuyabilirler, ne de bir satır bir şeyler yazabilirler. Birçok öğretmen sınıftaki öğrencilerden umutsuzdur ve onların sınıfta kalacağını söylemektedir.Aradan aylar geçmesine rağmen çocuklar, isim ile sıfatı birbirinden ayıramazlar. Fiile bağ diyenler bile vardır. Halide Nusret Hanım X şubesi ile diğer sınıfı karşılaştırır ve “Çalışın, siz de yaparsınız; sizin onlardan ne eksiğiniz var?” diyerek onlara moral ve ümit verir. X şubesinden bir öğrenci “Hocam çalışıyorum ama unutuyorum” der. Halide Nusret Hanım, “Sen çalış, unutmazsın, çalış sana 7 vereyim” der ve haftaya onu sınav yapacağını söyler. Ertesi hafta çocuğu sınav yapar. Önce çocuğa, kitaptan istediği bir sayfayı okutur. Çocuk gayet iyidir. Daha sonra tahtaya çıkmasını ister. Çocuk tahtaya çıkarken, asıl sorunun tahtada olduğunu ve onların tahtadan korktuğunu fark eder. Çocuğa, “Ahmet’in arkadaşları yaramazdır”, diye yazdırır. Çocuk sevinir. Bunları bildiği anlaşılır ve anlatmaya başlar. “Ahmet özel isim, arkadaşı cins isim, Ahmet’in arkadaşı ‘bal gibi isim tamlaması’ ” der. Halide Nusret Hanım “Bal gibi isim tamlaması” ne demek diye sorar. Çocuk, defterde öyle yazıyor der ve o sayfayı gösterir. Hoca ne olduğunu anlamıştır. Bazen bir mısra, bazen bir deyim takılır, Halide Nusret Hanım’ın diline. O dönemde de “bal gibi” sözcüğü takılmıştır. Derste de isim tamlamasını bilemeyen öğrenciye, bu “Bal gibi isim tamlaması” deyip kızmıştır. Daha sonra küçük çocuğa “bal gibi” sözcüğünü açıklar ve sınıf içerisinde bir öğretmenin ağzından çıkacak kelimeleri özenle seçmesi gerektiğini, bir kere daha anlamış olur.Anıların, eğitimin öğeleri açısından değerlendirilmesi:1- ÖğretmenÖğretmen, öğrencileri arasında iyi kötü ayırımı yapmadan, tüm öğrencilerini çok sever.Öğrencilerine bir abla, anne, arkadaş gibi davranır.Başarısız öğrencileri teşvik edip, onları cesaretlendirir.Öğrencileri hakkında söylenenlere göre hareket etmez, “Kendim ne yapabilirim?” diye düşünür.Öğretmen için not önemli değildir. Öğretmen notu, öğrencileri korkutmak için değil, iyi yönde ve onları isteklendirmek için kullanmalıdır, düşüncesindedir.Öğrencilerine güven verir ve onlara güvenir.Öğrencileri ile ilgili tutmuş olduğu, onlara özel bir defteri vardır. Bu defterde, onlar ve aileleri ile ilgili bilgiler bulunmaktadır.Öğretmen okulda, Okul Aile Birliği’ni kurar ve bununla ilgili çalışmalara öncü olur. Öğretmenin öğrencileriyle olan ilişkisi sadece okulda değil, okul dışında da devam eder.Öğretmen öğrencilerini çok sever ve onlara elinden gelen her türlü desteği verir.2- ÖğrenciHalide Hanım’ın bu kitabında anlattığı öğrenciler, daha çok başarısız ve sorunlu öğrencilerdir.Öğrencilerin aileleri genelde ilgisiz ya da ailelerin de sorunlar vardır.Öğrenciler öğretmene ilk tanıştıklarında kötü davranıp dertlerini anlatmazlar ama, daha sonra onu tanıdıkça çok severler ve ona her şeyi anlatırlar.Bu kitaptaki başarısız, sorunlu öğrencilerin hemen hepsi (biri hariç) çok güzel yerlere gelirler.3- YöneticiBu kitapta sadece, bir okuldaki müdürden bahsedilir. Müdür çok babacan bir kişidir ve öğretmeni, öğrencilerinden gelebilecek tehlikelere karşı uyarır.4- Bina, Araç-GereçEğitimde kullanılan araç gereçler; yazı tahtası, defter, kitaptır.5- Eğitim ProgramıAnılarda, eğitim programı ile ilgili kayda değer öğeler bulunmamaktadır.Ölçme-değerlendirmeler, sözlü ya da yazılı olarak yapılır.6- ÇevreÖğretmen köy, kasaba ve şehirde öğretmenlik yapar.Anadolu’da öğretmenlik yaptığı zaman, buranın ve burada yaşayan insanların sıcaklığını ve içtenliğini dile getirir.
Oğuzlar’a her yıl altın, gümüş olarak gelen haraç bir sene at-kılıç ve çomak olarak gelir. Oğuz Beyi çok sinirlenir. Ama yanındakiler sinirlenmemesini söyler. ‘Bunları Begil denilen bir yiğit var, ona verelim, bize duacı olsun’ der. Begil çok yetenekli bir avcı ve çok iyi bir yiğittir.geyikleri ok atmadan sadece ipiyle avlar. Kazan Bey ‘hüner sende midir atta mıdır’ diye sorunca bendedir dedi ancak Kazan buna katılmadı. Buna üzülen Begil hediyeleri geri verir küser ve oradan ayrılır.
Evine döner ve ava çıkar. Avda ayağını kırarak sakatlanır. Önceleri kimseye söylemedi ama bu herkese yayıldı. Casus hemen bunu kafire iletti. Kafir ilinde de Begil’in casusu vardı ve ‘başınızın çaresine bakın’ diye haber gönderdi. Kafir Begil’in üzerine ordu gönderirken Begil oğluna şöyle der: ‘oğul git de oğuz ilinde Bayındır’ı bul, ondan yardım iste’ Oğlu kabul etmedi. ‘ben Allah yolunda gururumla savaşayım’ dedi. Begil de zırhını ve silahlarını oğluna giydirdi. Kafirlerle savaştı. Savaşırken de Allah’a yalvarmayı unutmadı. Allah ona kırk yiğit gücü verir. Sonunda putperest kafire karşı galip geldi. Mutluca evine döndü. Dedem Korkut geldi, dualar etti.
Oğuzların üstüne düşman gelir. Aruz Koca da kaçarken oğlu Basat’ı düşürür. Bir arslan alıp besler.Çocuk zamanla büyür, dev gibi olur. Evine çağırırlar, gelir. Ama tekrar aslanın yanına gider. Bu arada da bir peri kızı ile çoban çiftleşir. Bunların çocukları bir samanlıkta büyür ve gelişir. Büyüdükçe büyür, ele avuca sığmayan bir canavar olur. Bu yaratığın kafasında sadece bir göz vardır ve bu yüzden tepegöz denilmiştir. Bir türlü besleyemezler, ne verseler yer ama doymaz. Dağlara çıkar, harami olur. Her gün onlarca insan yer. Bunun üzerine Dede Korkut’u çağırırlar ve Tepegöz’e haraçta anlaşmak isterler. Her gün beş yüz koyunla, bu koyunu pişirecek aşçıya razı olur. O sırada Basat da geziniyordu, şehit veren ailelerin feryatlarını gördü ve sordu. Öğrenince Tepegöz’le savaşmaya gitti. Onu öldürdü, kafasını aldı.
Abdülhak Şinasi Hisar Kimdir:1883'te İstanbul'da doğdu. 3 Mayıs 1963'te İstanbul'da yaşamını yitirdi. Romancı.Türkiye'de ilk edebiyat dergilerinden 1882-1883'te yayınlanan Hazine-i Evrak'ın yayıncısı, öykü ve eleştiri yazarı Mahmud Celaleddin Bey'in oğlu. Babası ona hayranlık duyduğu iki şair Şinasi ile Abdülhak Hamit Tarhan'ın adlarını verdi. Çocukluğu Rumelihisarı, Büyükada ve Çamlıca'daki konaklarda geçti.Mürebbiyelerinden Fransızca öğrendi. Tevfik Fikret'ten Türkçe dersleri aldı. 1905'te Mekteb-i Sultani'yi (Galatasaray Lisesi) bitirdi. 1905-1908 arasında Paris'te Siyasal Bilgiler Yüksekokulu'nda öğrenim gördü. Jön Türk hareketine katıldı. 2'nci Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a döndü. 1909'da bir Fransız şirketine memur olarak girdi. 1924'te Reji İdaresi'nde çalışmaya başladı. Balkan Birliği Cemiyeti Genel Sekreterliği yaptı. 1945'te Uluslararası Barış Kongresi'ne katılmak üzere ABD'ye gitti. 1984'ten sonra ölümüne değin sürekli İstanbul'da kaldı.1921'den sonra "Dergâh" dergisinde "Kitaplar ve Muharrirler" başlığıyla yazdığı eleştirilerle adını duyurdu. Yarın, İleri ve Medeniyet dergilerinde şiirleri, eleştirileri yayınlandı. Cumhuriyet'ten sonra Ağaç, Türk Yurdu, Ülkü ve Varlık dergileriyle, Milliyet ve Dünya gazetelerinde yazdı. İlk romanı "Fahim Bey ve Biz" 1942 Cumhuriyet Halk Partisi yarışmasında üçüncülük ödülü aldı. Bu eser eleştirmenler tarafından "akıcı bir dil ve yetkin bir üslupla kaleme alınmış" diye değerlendirildi.Romanlarında Rumelihisarı, Büyükada, Çamlıca üçgeninde varlıklı, gününü gün eden, sorunsuz insanların yaşamlarını yansıttı. Bu çevrelerin dışındaki yaşamı basit ve aşağı buldu. Fransız edebiyatçılardan etkilendi. Kahramanlarının hepsini dengesiz, gariplikleri olan, içine kapanık, başarısız ve hayalleriyle avunan kişiler olarak kurguladı. Olaylardan çok kahramanlarının duygu ve düşüncelerine öncelik verdi. Şiirsel bir dil ve özgün bir teknik kullandı.Kitap Özeti:Boğaziçi Mehtapları, Abdülhak Şinasi Hisar'ın ilk kitabı “Fahim Bey” ve “Biz”den iki yıl sonra yayımlanan (1943), ikinci kitabıdır. Kendi romanlarına bile bunlar birer "hatıra" der. Ama Boğaziçi Mehtapları gerçekten bir "hatıra" ya da "deneme" türünde kaleme alınmıştır.Yer yer üslup işleyişi ile şaşırtıcı bir kalem ustalığından haber veren bu kitap, kendisinin "Boğaziçi Medeniyeti" adını verdiği, artık tarihe karışmış, kenarda köşede kalmış birkaç eski yalısının hatıralarda canlandırmaya yetmediğini, büsbütün aynı ve muhteşem bir güzellikler âleminin belki de böylesine bir ihtişamla, ancak şairin her şeyi yeniden yaratıp güzelleştiren hayalinde yaşamış bir "Binbir gece" âleminin tasviri ile doludur.Eski zamanın, politik yönünü değil, Boğaziçi'ndeki şiirli tecellisini tasvirde bu kadarla yetinemeyen Abdülhak Şinasi, Boğaziçi Yalıları ile gene o büyülü atmosferi anlatmaya devam etmiş. Sonra Eski Zaman Köşkleri ile eski İstanbul'un başka semtlerindeki şiiri; yüzlerce sahtesi arasına karımış beş on halis elması sadece pırıltı farkından tanıyıp ayıran bir kuyumcu sabrı ile, her şeyi silip yok eden zamanın insafsız pençesinden kurtarıp ölümsüzlüğe kavuşturmuştur.KİTAPTA, YEDİ BÖLÜMDE YİRMİ SEKİZ YAZI YER ALIR.Bu başlıklar gelişigüzel değil, son derece planlı bir çalışmanın göstergesidir. Bu başlıkları Boğaziçi Medeniyeti’ni kavratmak için bir yol haritası olarak yazar. Bu başlıklar ve onların altında işlenen konular şöyle sıralanır:Hazırlanış: Boğaziçi Medeniyeti, Mazinin Yoksullukları, Tabiat Sevgisi, Musiki İptilasıToplanış: Bu Gecelerin Kıymeti, Saz Fasılları, Kayıklar ve Sandallar, Yan yana Gelenler ve GelmeyenlerMusiki Faslı: Kayıklar ve Sandalların Kervanı, Saz Fasılları, Saz Sesleri, Hanende SesleriSükût Faslı: Boğaziçi Cenneti, Mehtap, Yalıların Önünden Geçiş, Sessizliğin ŞiiriAşk Faslı: Mehtapta Görülen Güzellikler, Karanlıkta Parıldayan Arzular, Şarkıların Dedikleri, Herkesin Aslanı, Söyleyen SazDağılış: Fanilikler, Sönüş, Ayrılış, UnutuluşHatırlayış: Mazi Cenneti, Bizimle Beraber Yaşayan Hâtıralarımız, Hâtıralarımızın Zaman İçinde Devamı, Başka Dünyaların Bizden GörebilecekleriKitaptan bazı bölümlerden alıntılar:Tabiat Sevgisi Parçasındanİstanbul’da tabiatın emsalsiz güzelliği, şüphe yok ki Boğaziçi’ndedir ve İstanbul’un en güzel semti olan Boğaz’a o zaman gösterilen rağbet tabiata duyulan sevgiyi ve verilen kıymeti gösteriyordu. Theophile Gautier için olduğu gibi o zamanki hanımlar ve beyler için de tabiat var olan, görülen, sevilen bir şeydi. Bu ruhlar İnsan güzelliği kadar tabiat güzelliğini de duymasını ve sevmesini biliyorlardı. Bu insanlar daha tabiatla aralarını büsbütün açmamışlardı. Ruhları ve vücutları birbirlerinden tamamıyla ayrılmamıştı. Şehir her yanından denizlere ve dağlara, Boğaziçi de her yanından kırlara açılıyordu. Nakil vasıtalarının iptidailiği, kulübelerde oturanlardan ta saraylardan oturanlara kadar herkesi mevsimle alakalandırır, sıcak ve soğuk, rüzgâr ve kar, yağmur ve çamur herkesi meşgul ederdi. Soğuğu ve sıcağı bütün insanlar duyarlar, konakların, köşklerin odaları da mangallarla ısınırdı.Eski evlerin hayatı insanları tabiattan şimdiki apartmanlar gibi ayırmazdı. Eve bahçeden geçilir, bahçe sulanmak için bir kuyudan su çekilir, çiçekler bahçeden evlere girer, lavanta çiçekleri temizliği duyuran kokularını yataklara dökerdi. İnsanlar ne tattıkları zevki değiştiren mevsimleri, ne de sevdikleri hayvanları düşünmemezlik edemezdi. Evin en rahat köşelerinde kediler horlardı. Daha eskiden İstanbullu ata biner, ava giderdi. Şehirde kira arabaları kadar da kiralanan binek hayvanları vardı. Boğaziçi’nde de yalılar Önünde oltayla yahut da açıkta kayıkla balık tutulurdu.Boğaziçi’nin hemen kendine mahsus olan ve sularının nefis meyvelerine benzeyen balıkları vardır. Bunlar da insanla, saatler ve mevsimlerle alakalandırır. Çünkü bazıları hemen her akşam, bazıları geceleyin tutulur, ekserisinin, birbirini takip ile, aylara göre değişen ve hemen bütün seneyi kaplayan ayrı ayrı mevsimleri vardır.Sessizliğin Şiiri ParçasındanMaziyi anlamak ve duymak için bilinmesi lazım gelen, şimdi elimizden kaçırmış olduğumuz bir nimet, bize yardım elini uzatan bir ilah vardı ki o da her günümüzü saran nefis bir sessizlikti. Sükût, gramofonlarla yenilerek, radyolarla kovularak, otomobil, otobüs, tramvay gürültüleriyle delik deşik edilerek gitgide o kadar azalmış, daralmış, ufalmış, yeni hudutlarının içinde kalmış ve bizim saatlerimizin çoğundan o kadar uzaklaşmıştır ki bazen ona rast gelince bir lezzet gibi duyuyoruz. Biraz süren sessizlik bize ilaç diye koklanan bir ruh gibi tesir ediyor ve musiki yerine geçiyor. Vaktiyle Shakespeare de tam bir sessizliğin en tatlı bir musiki makamına geçtiğini söylemekte haklıydı. Sükûta şimdi bir koruya, bir bahçeye girer gibi erişiyoruz. O zamanlarsa bu bizim tabii ve hemen da imi iklimimizdi. Sükût esas ve onun haricinde şarkı ve saz ise nadir tadılır zevklerdi. O zamanlarda bol bol kandığımız ses sizliğe biz elbette şimdiki kadar acıkmış ve susamış değildik. Fakat bilakis ona pek alışkın olduğumuzdan tadını çıkarmasını daha iyi bilirdik.Hayat mefhumunun düşünülmesi gündelik patırtılar arasında o kadar güçleşiyor ki bunu duyabilmek ve tadabilmek için şehrin gürültülerinden kurtulmuş, yıkanmış olmak lazım geliyor. Şimdi sükûttan öyle mahrumuz ki geçenlerde Boğaziçi kıyılarında dolaşırken eskiden bildiğim bir ruha tekrar kavuşur gibi olmuştum. Onu birdenbire tanıyamadım. Tattığım lezzete akıl erdiremiyordum. Sükût içinde kendi kulaklarımın uğultusunu işitiyordum. Meğer bu beni yavaş yavaş sarmış olan eski, rahat ve tatlı sessizlikmiş. Onun nurunda vücudumun ve ruhumun, eyvah! Ne boş patırtıların kurbanı olarak ne kadar yorgun, ne kadar yıpranmış olduğunu gördüm.Şarkıların Dedikleri ParçasındanBoğaziçi’nde bazı yaz günleri her zamankinden daha güzel olur. Bu harikulade günlerde gökyüzü daha parlak, deniz daha berrak, dünya daha tılsımlı, hayat daha mucizeli, ta biat daha ilahî görünür. Bu müstesna günler ruhlarımızı son haddine kadar açar; fakat asla mesut etmez. Bilakis onların acı duyulan bir tadı vardır. Zira bilinmez nasıl bir yerden sırrını vermeyen bir ruh sanki bize bakar; acır mı, acımaz mı? Bilemeyiz; küçüklüğümüzü gördüğünü sanırız ve mahzun oluruz. Genişlemiş ruhumuza o günlerde hayat, bütün lezzetiyle, sanki az gelir.Ömrümüzün tabiat kadar güzel olmadığını ve dünya kadar ebedî olmadığını daha çok duyarız. Henüz çocukken hassaslığımın daha çoğaldığı böyle günlerde, artmış bir merakla, bir çiçeğe, mesela bir sümbüle ve ya denizin içinde açılır kapanır bir köpüğe benzeyen bir pelteye bakarak uzun uzun daldığımı hatırlarım. İnsan o nazlı çiçeği gördükçe hep mahvolan bu güzellikler nedir ve niçindir? Veya denizde canlanmış bir köpük gibi açılan kapanan peltenin âdeta nebati hayatını gördükçe hep mahvolan bu hayatlar nedir ve niçindir, demek ihtiyacını duyardım. O ihtişamlı günlerde bütün bu sualler hep cevapsız kalırdı. Şimdi ne hatırımdaki o güzel günlere baksam güya o nazlı çiçeğin bir nida işareti gibi açılıp beklediğini ve sularda yüzen peltenin bir sual işareti gibi açılıp kapandığını görüyorum.Mazi Cenneti ParçasındanGeçmiş bir zamanı diriltmek, kendi gençlik çağımızı tekrar etmek gibi tamamen imkânsızdır. Fakat insanın da, mille tin de sağlam temelleri bu tekrar dirilmesine imkân olmayan geçmiş zamanlarıdır. Milliyetçilik muarızları en evvel millî maziyi unutturmak isterler. Bu millete yapılabilecek en sinsi ve en şeytani hücum onun vicdanından mazisini almak, hafızasında mazisini yok etmektir. Bundan mahrum edilen bir millet en emin kuvvetini kaybetmiş olur. Bize saldıran düşman daima topraklarımıza ve ölülerimize hücum eder. Zira biz o topraklarla o ölülerin mahsulleri ve devamlarıyız.Herkesin kendi mazisine hasret çekmesi tabiidir. Zira bu en güzel hayat çağında, yirmi yaşlarında bulunduğu zamanı sevmesi ve ona tahassür etmesi demektir. Mazi en kıymetli zamanlarımızdır. Zira hatırımızda bugünlerimize kadar devam etmesiyle, en çok uzamış olan, en çok yaşamış bulunduğumuz zamanımızdır. Mazi hâle uzaklığı nispetinde sağlamdır ve biz ona hayatımızı uzattığı nispette bağlı kalırız.
Ahmet Haşim, 1921′de nesir yazmaya başlamıştır. İlk nesirlerini topladığı Bize Göre ile Türk Edebiyatının ‘en orijinal üslupçusu’ olarak kabul edilmiştir. Ahmet Haşim‘in derli toplu, bir konu etrafında şekillenen yazılarında zarif, ince, sanatlı, işlenmiş, nükteli, şiirsel bir dil dikkati çekmektedir. Bize Göre’de 42 fıkra bulunmaktadır.Eserden SeçmelerGARDEN BARDA KONUŞAN İKİ ADAM- Şu ışıklar içinde görünüp kaybolan kadınlara bak! Ne derilerindeki beyazlık insan derisi beyazlığı, ne gözlerindeki siyahlık, insan gözü siyahlığı, ne dudaklarındaki kızıllık, insan dudağı kızıllığıdır. Tabiatın eserleri hiç de bu sahne yaratıkları kadar güzel değil! Kırmızı, sarı, yeşil, siyah boyalar, renksiz etleri, çipil gözleri, soluk dudakları değişikliğe uğratarak, harap uzviyetlerden birer gençlik ve güzellik mucizesi vücuda getirmiş. Kim diyor ki kadın şimdi, eskisi gibi, yüzünü sıkı örtüler altında saklamıyor? Ya boya örtüleri? Bunların altında hakiki çehreyi hiç görmek kabil mi? Boyalar olmasa bilmem kadın ne yapardı?- Kadın ne yapardı bilmem… Fakat boyalar olmasa bilmem ki göz nasıl boyanırdı? Senelerden beri leylek görmüyordum. Hatta bu kanatlı yaz seyyahlarının son senelerde İstanbul’a az rağbetleri herkesin dikkatini çekmişti. Sonradan öğrendik ki Mısırlılar, bilmem ne sebepten dolayı bu saygı değer kuşları arsenikli yemlerle öldürüyorlar mış.Geçen gün sokakta, gölgeleri mor ve keskin yapan bir Afrika güneşi aydınlığında yürürken, birden damlar tarafından gelen bir leylek gagası takırtısıyla durdum. Senelerden beri hasret kaldığı dost sese kavuşan kulağım, âdeta mesut ağızların geniş tebessümüyle gerilmişti.Leylek, yaz mevsiminin kuşu değil, bizzat yazdır. Kırmızı gagasının takırtısı, ses hâline gelmiş bir sıcak temmuzdur. Bir baca üstünden ufka çizilen bir leylek şekli, muhayyileye neler hatırlatmaz: Maviliği içi bayıltan sonsuz, derin gökyüzü…Yeşil bir vadide gizlenmiş minareli, küçük, beyaz bir şehir… Yarasaların uçuştuğu, kavak ağaçlarının hafif hafif sallandığı yeşil bir akşam… Sıcak bir Asya gecesi: Damların yan duvarlarına dayanarak, gizli gizli konuşan ve doğacak bakır bir ayı bekleyen siyah zülüflü, kırmızı dudaklı, altın ve mercan gerdanlıkiı kadınlar…Alçak bir gece semasına serpilmiş büyük yıldızlar… Bütün bu yıldızların içinde bir leyleğin düşünen gagası…Muhakkak, leylek, ressam ve şairi birtakım karışık ve mevzun hayallere davet etmek üzere yaratılmış bir kuştur. İşte onun içindir ki maddeye tapan Mısır köylüsü, kendisine yaramayacak kadar güzel olan bu hayvanı öldürmek cesaretini kendinde buluyor.SİNEMABoş vaktim oldukça sinemaya giderim .Yumuşak bir karanlığa gömülmüş, makinenin hışırtısını dinleyerek, vücudumun değil, ruhumun bir çetin yol üzerinde mola verdiğini hissederim. Karanlık, ölümün bir parçasıdır, onun için dinlendiricidir. Büyük dinlenme, bir karanlık denizine dalıp bir daha ışığa kavuşmamaktan başka nedir?Sinemanın diğer bir fazileti de olgun yaşın, kafatası içinde, bir deste deve dikeni gibi sert duran acıtıcı mantığı yerine, çocuk safdilliğini ve kolayca aldanış kabiliyetini koymasıdır. Rüya alemi üzerine açılmış sihirli bir pencereyi andıran beyaz perdede koşuşan, döğüşen, düşen, kalkan şu ahmak şahısların tatsız tuhaflıklarından veyahut kovboy süvariliklerinden veya harikulade hırsızlık vak’alarmdan, başka türlü tat almak kabil olur muydu? İnsan saflığıyla beslenen sinema e-debiyatı, henüz kıymetsiz yazarın işidir. Resmi, beyaz perde üzerinde kımıldayan şu rimel ile kirpiğin her teli bir ok gibi dikilmiş güzel kadının gözünden, damla damla akan sahte gözyaşları, zevkini ve aklıselimini şapka ve bastonuyla birlikte vestiyere bırakmayan adamı, teessürden değil, ancak can sıkıntısından ağlatabilir.Sinema, böyle yormayan masum bir göz eğlencesi kaldıkça, yorgun başın munis bir sığmağıdır. Her zevkini kaybetmiş ruhu, çocukluk tazeliğine kavuşturan bu karanlıkta, basit musiki, tatlı bir ninni vazifesini görür. Ben, en güzel ve en dinlendirici uykularımı sinemanın, ipek yastıklar gibi başın arkasına yığılan yumuşak karanlığına borçluyum.ŞEHİR HARİCİÜç dört seneden beri uzak çiftliğinde, anlar, inekler, keçiler ve tavuklardan müteşekkil dost bir hayvan çemberi ortasında yaşayan akıllı bir dostumu ziyarete gittim.Şehirden tamamen uzaklaşan bu dostu, ilk bakışta, tanımak müşkül oldu: Saçları vahşi bir gelişme ile başını sarmış, rengi bakır kırmızılığı almış, dişleri uzamış, lehçesinde çetin sesler belirmişti. Alnında ne hüzünden, ne neşeden eser kalmamıştı. Tabiat, dostumu kendine benzetmiş ve onu bir kaya parçasına döndürmüştü.Tabiatın insana yapacağı en büyük iyilik, şüphe yok ki vücudu böyle haşin bir zırh ve içindeki ruhu da böyle bir çelik külçesi hâline getirmektir. Şehirlerin san derisini kırların kızıl derisine değişmedikçe güneşin ve toprağın kardeşi olmak kabil mi?Derler ki: Aynı ağaçların, aynı tepelerin ve aynı göklerin sonsuz bir tekrarından başka bir şey olmayan kır aleminin saadetleri, sırf şairane bir icat eseridir. Gerçekten, yaşamak hünerindeki aczi yüzünden, şehirde mesut olamayan şair, C>kt-ruva sınırı dışında bir cennet var olabileceğini zannetmiş ve başkalarını da buna inandırmak için asırlardan beri manzum sözün telkin kudretinden yardım dilemiştir. Bu itibarla şairin kırı, olsa olsa kolay süt, ekmek, peynir ve bal temin eden bir çiftlik olabilir.Fakat kır, hakiki kır, sert toprakla sert insanın boğuştuğu bir âlemdir.
1.KİTABIN KONUSU : Roman, San-Taş Vadisi’nde etrafındaki beş-altı insanla yaşamak zorunda olan, dedesinden başka seveni olmayan, gerçek hayatında mutsuz olan fakat hayal dünyasında mutlu olmaya çalışan bir çocuğun psikolojisini konu almakyadır.2.KİTABIN ÖZETİ : Çocuk San-Yaş Vadisi’nde dedesi, üvey ninesi, Orozkul, Bekey hala, Seydahmet, Gülcemal ve köpeği Beltek ile berabar yaşamaktadır. Vadide sadece üç ev vardır. İlk evde dedesi ve üvey ninesi ile çocuk;ikincide Mümin dedenin büyük kızı Bekey hala ile kocası korucubaşı Orozkul; üçüncüde ise tembel işçi Seydahmet ile karısı Gülcemal ve küçük kızları yaşamaktadırlar.Çocuk bu küçük dünyada mutlu olmaya çalışmaktadır. Hiç arkadaşı yoktur ve okula henüz başlamamıştır. En büyük zevkleri dedesinin kendisine dere kıyısında yaptığı gölette yüzmek; “Deve, Kurt, Eyer ve Tank? isimlerini verdiği kayalarıyla konuşmak; dedesinden masal dinlemek ve dağa çıkıp dedesinin dürbünüyle kasabaya, Isık Göl’e ve San-Taş Vadisi’ne daha yakından bakmaktır. Her akşam eline dürbününü alıp, dağ başına çıkar ve Isık Göl’de ancak beş-altı dakika görünüp kaybolan beyaz gemiye bakar.Annesi ve babası onu çok küçük yaşlarda terketmişlerdir. Annesi şehirde kendine yeni bir yaşam kurmuştur. Çocuk babsının beyaz geminin kaptanı olduğuna, bir gün başı insan başı olan bir balık olup beyaz gemiye kadar yüzeceğine ve babasıyla konuşacağına inanmaktadır. Dedesi çok iyi kalpli, çalışkan,köse bir insandır. Çevresindekiler ona Kıvrak Mümin lakabını takmışlardır. Damadı Orozkul’un yanında çalışır ve onun emirlerini yerine getirir. Orozkul şişman, koca kafalı içki içmeyi çok seven, çabuk sinirlenen bir korucubaşıdır. Mümin’in kızı ve Orozkul’un karısı olan Bekey kısır bir kadındır. Orozkul bunu Bekey’in suçu olarak bilir ve her akşam içip onu döver. Orozkul arada bir arkadaşlarıyla içmeye gider ve sarhoş olunca yanındakilere birer tomruk sözü verir. Tomruğu kesip dağdan indirme, çayın karşısına geçirme ve kamyona yükleme zamanı gelince de verdiği söze pişman olur ama iş işten geçmiştir. Arada bir vadiye şehirden “Maşin Mağaza €? denilen içi ıvır zıvır dolu bir araba gelir. Bir gün yine Maşin Mağaza geldiğinde dedesi çocuğa bir okul çantası alır. Ertesi yıl çocuk okula başlar. Çocuk dedesinden masal dinlemeye bayılır. Her akşam artık ezberlediği “Boynuzlu Maral Ana €? masalını dinler . Dedesine göre hepsi Boynuzlu Maral Ana’nın soyundan gelmektedirler. Çocuk da buna inanmaktadır. Masala göre maral ana San-Taş Vadisi’ni terketmiştir ama onları sürekli korumaktadır. Mümin çocuğu her gün atıyla okula göyürüp getirmektedir. Okul çok uzaktadır ama hiç geç kalmamıştır.Çocuk bir gün yol kenarındaki kayalarıyla oynarken San-Taş yakınlarından kuru ot almaya gelen beş-altı kamyonluk bir konvoy görmüştür. Çocuk en öndeki kamyonun peşine takılıp koşmaya başlar. Çocuğu gören şoför durur ve çocukla biraz konuşur. Şoför genç ve yakışıklı biridir. Adı Kulubeg’dir. Çocuğa dedesini tanıdığını, kendisinin de Boynuzlu Maral Ana’nın soyundan geldiğini söyler ve ayrılır.Ertesi gün Mümin dede ile Orozkul yine dağdan bir ağaç indirirler. Bu sırada uzun zamandan beri ormanda görülmeyen maralları görürler fakat işleri olduğundan onlarla ilgilenemezler. Akşam olmuştur. Dede, Orozkul’a söyleyip çocuğu okuldan almaya gitmek ister fakat Orozkul ağacı indirmeleri gerektiğini söyleyip izin vermez. Tomruğu çaydan geçirirlerken tomruk çayda kayalara takılır. Çıkarmak için çok uğraşırlar ama çıkaramazlar. Dede vaktin çok ilerlediğini farkeder, daha fazla dayanamaz ve daha önce hiç yapmadığı bir şey yapıp Orozkul’dan izin almadan çocuğu almaya gider. Çocuk akşama kadar okulun kapısında dedesini beklemiş ve ağlamaktan gözleri şişmiştir. Dede yolda çocukla öğretmenine rastlar. Çocuğu öğretmeni eve getirmektedir. Dede öğretmenden özür dileyip çocuğu alır ve yola koyulurlar. Çocuk dedesine küsmüştür. Hiç konuşmamaktadır. Dede çocuğun gönlünü almak için Boynuzlu Maral Ana’yı gördüğünü söyler. Çocuk bu habere çok sevinir. Dedesine ormana gitmek için yalvarır fakat akşam olduğu için eve dönerler. Eve geldiklerinde Orozkul’u sabahki olaydan dolayı çok sinirlenmiş bulurlar. Orozkul o gün Bekey halayı yine dövmüştür. Çocuk evin bu durumuna çok üzülür ve yatmaya gider.O gece müthiş bir dipi çıkar. Gece yarısı Kulubeg ve arkadaşları yolda kaldıkları için Mümin dedenin evine sığınırlar. Kulubeg ve arkadaşlarının gelmesiyle evdeki hava biraz yumuşar. Sabah kamyoncular evden ayrılırlar. Aynı gün Orozkul’un tomruk sözü verdiği arkadaşı tomruğu almak için gelir. Adı Koketay’dır. İri yapılı, esmer biridir. Tomruk ise hala önceki gün bıraktılları yerde çayın içinde beklemektedir. Tomruğu almak için Orozkul, Koketay ve Seydahmet yola koyulurlar. Dede de Orozkul’un kendini affedeceği düşüncesiyle peşlerine takılır. Orozkul kıyıda emirler yağdırırken Mümin dede, Seydahmet ve Koketay tomruğu çıkarmaya çalışmaktadırlar. O sırada çayın karşısında birkaç tane maral görürler ama işlerini bırakamayacaklarından marallarla ilgilenemezler. Biraz uğraştıktan sonra tomruğu çıkarıp kamyona yüklerler.Çocuk o gün hastadır ve önceki gün akşamdan beri evde yatmaktadır. Akşam üzeri kahkaha sesleriyle uyanır ve bahçeye çıkar . Herkes neşe içindedir ve hepsi de sarhoştur. Dede ise et dolu bir kazanın yanına çökmüş sessizce kazanın altındaki ateşle oynamaktadır. Çocuk hemen dedesinin yanına gider. Ona seslenir fakat dede duymaz. Birkaç defa daha seslenir fakat dede hiç cevap vermez. Çocuk kötü birşeyler olduğu hissine kapılır. Az ilerde Bekey’i, Seydahmet’i,Gülcemal’i ve Koketay’ı görür. Hepsi de yiyip içmekte ve eğlenmektedirler. Çocuk önce neler olduğunu anlamaz. Avlunun dışında henüz kanı kurumamış geyik derisini, bağırsak eşeleyen Beltek’i ve elindeki baltayla Maral Ana’nın boynuzlarını kırmaya çalışan Orozkul’u görünce neler olduğunu tahmin eder. Çocuk bu korkunç manzara karşısında dayanamayıp içeri kaçar ve yorganın altına girip ağlamaya başlar. Bu arada Kulubeg’in gelip onu kurtaracağını ve Orozkul’a haddini bildireceğini hayal etmektedir. Az sonra sofra içeri kurulur. Çocuk hayalinden yine kahkahalarla uyanır. O sırada Seydahmet olanları anlatmaktadır. Çocuğun bir türlü anlam veremediği olaylar şöyle cereyan etmiştir: Tomruğu çıkardıktan sonra Seydahmet ile Mümin dede ormana çalışmaya giderler. Bu arada maralları yine görürler. Seydahmet onları vurmak ister, dede ise buna karşı çıkar. Seydahmet dedeyi dinlemeyip maralların peşine düşer. Dede de Seydahmet’in arkasından gider. Seydahmet maralları vuracaktır ama sarhoş olduğu için nişan alamaz ve tüfeği dedeye verip maralları vurması gerektiğini, vurmazlarsa kaçıracaklarını ve Orozkul’un dedeyi affetmeyeceğini söyleyip dedeyi kandırır. Dede ise maralları vurursa Orozkul’un onu affedeceğini ve herşeyin düzeleceğini düşünerek marallardan birini istemeye istemeye vurur.Çocuk bunları duyunca çıldıracakmış gibi olur ve dışarı kaçar.Dedesini yerde toz toprak içinde yatarken bulur. Ona birkaç defa yine seslenir ama dede yine duymaz. Olanlara dede kendi de inanamamaktadır. Çocuk dedesinden bir tepki alamayınca balık adam olup babasına ulaşacağını düşünerek koşar ve kendini dereye atar. Hızla akan su çocuğu alıp götürür fakat çocuk hiç bir zaman balık olmayacaktır.3.KİTABIN ANAFİKRİ : İnsanları güçsüz ya da hoşgörülü oldukları için ezmeye çalışmamalı ve küçük çıkarlar uğrunda doğaya zarar vermemeliyiz.4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE KİŞİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ :a.OLYLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ : Romanda olaylar belli bir sıra dahilinde anlatılmamış; atlamalar yapılmıştır. Buna rağmen okuyucu olaylar arasında bağlantı kurmakta zorlanmamaktadır. Kitaptaki olaylar genelde bir-iki kişi arasında yaşanmış küçük olaylardır.Olayların tasviri iyi olduğu için okuyucu olayları kolayca hayal edebilmektedir.b.KİŞİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ :(1)MÜMİN DEDE : Çok iyi kalpli, yardımsever,çalışkan bir insandır. 60-70 yaşlarında köse bir ihtiyardır.Damadı Orozkul’un yanında çalışmaktadır. Vadideki üç evin birinde ikinci karısı ve torunu ile yaşamaktadır.(2)ÇOCUK : 5-6 yaşlarında, kısa boylu, kepçe kulaklı, çirkin bir çocuktur.Hiç arkadaşı yoktur. Hayalperest ve mutsuzdur. Doğayı çok sever.(3)OROZKUL : Şişman, koca kafalı, içki içmeyi çok seven, insanlardan ve doğadan nefret eden, sinirli,umursamaz biridir. Korucubaşıdır fakat ormana en çok o zarar vermektedir.(4)BEKEY : Orozkul’un karısı ve Mümin’in kızıdır.Kısırdır,sabırlı ve hoşgörülü bir kadındır.(5)SEYDAHMET : Uzun boylu, çirkin biridir.Tembeldir. Orozkul’un ve dedenin yanında çalışmaktadır. Bir karısı ve bir kızı vardır.(6)GÜLCEMAL : Seydahmet’in karısıdır. Günlerini genelde çocuğun ninesine ve Bekey’e yardım etmekle ve kızına bakmakla geçirir.(7)KULUBEG : Genç , yakışıklı ve güçlü bir şofördür.Mümin dede ve çocuk gibi boynuzlu maral ananın soyundan geldiğine inanmaktadır.(8)KOKETAY : Orozkul’un arkadaşıdır. İri yapılı ,esmer tenli bir adamdır.Romanda ayrıca çocuğun annesi, babası,boynuzlu maral ana, köpeği Beltek, kayaları “Eyer, Tank, Deve, Kurt €? karakterlerinden de bahsedilmektedir ama bu karakterler hakkında çok fazla bilgi sunulmamıştır.5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER : Kitabın başlığı ile içeriği arasında bence uyumsuzluk var.beyaz gemiden kitapta çok fazla bahsedilmemekle birlikte olayların beyaz gemi ile alakası yok denecek kadar az.Betimlemeler yetersiz ve akıcılık kısıtlı.Buna rağmen okuyucu olaylar arasında bağlantı kurmakta zorlanmıyor. Kişilerin fiziki özellikleri üzerinde çok az durulmasına karşın; çocuğun psikolojisi iyi anlatılmış.6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ :Cengiz AytmatovDünyanın yaşayan büyük edebiyatçılarından Kırgız, Türk romancısı Cengiz Aytmatov , Kırgızistan’ın Talas bölgesinde, Şeker adlı köyde 12 Aralık 1928'de dünyaya gelmiştir. Babası Törekul Aytmatov ;Annesi, Tatar Türklerinden Nagim Gamzeyova hanımdır. Çocukluk yılları 2. Dünya harbine rastlayan ve 1945'te savaşın bitmesiyle yeniden eğitim hayatına dönen Aytmatov, 1950'de Kırgızistan Ziraat Enstitüsü’nü bitirmiş bir ziraatçıdır. Ancak edebiyata olan tutkusu onu ziraatçılıktan ziyade edebiyata çekmiş ve edebiyat eğitimi almak için Devlet Edebiyat Enstitüsü’ne devam etmiştir.Eserlerini Rusça ve Kırgızca kaleme alan Cengiz Aytmatov, eserlerinde başta Ruslaştırma politikası olmak üzere, Kırgız Türkleri’nin tabii hayatlarını, yabancılaşmayı, modernizm karşısında tabiatın tahrib edilişine kadar pek çok meseleyi eserlerinde usta bir uslübla kaleme alma başarısını göstermiş nadir sanatkarlardan biridir. Dünya çapında ünlü bir edebiyatçı olarak adına iki defa jübile yapılan (1988'de 60.yıl , 1998'de 70.yıl) , hakkında konferanslar ve sergiler düzenlenen Cengiz Aytmatov, halen yazarlığın yanında Kırgızistan ‘ın Lüksemburg Büyükelçiliği görevini yürütmektedir.
KonuBir savaş sonrası kör olan teğmenin nişanlısıyla beraber yaşadıkları olaylar…ÖzetNüfus Müdürü emeklisi olan rahmetli Necip Efendinin kızı Bedriye ile Şimşeklerin Ahmet Efendinin oğlu, Teğmen Selim’i nişanlanmasıyla olaylar başlar.Kız on sekiz, oğlan ise yirmi bir yaşındaydı. Komşu çocukları oldukları için önceden tanışıyorlardı. Bedriyelere gelip giden Zilha Kadının yardımıyla, komşu kapısı önünde Selimle Bedriye beş dakikacık konuşup, el sıkıştılar. Onlar için bu konuşma, bir konuşmadan daha çok bir anlaşma niteliğindeydi. Elleri birbirinden kolay kolay ayrılamamıştı.Bir zaman sonra Selim İstanbul’daki alayına gider ve bir süre sonra savaş patlak verir. Selim, üç ay içinde siper vuruşmalarına alıştı. Tabi bunu yaparken vatan sevgisinin yanı sıra Bedriye’ye ulaşma özlemi vardı. Daha sonra vuruşmada Selim’in akciğerinde iki kurşun kalmış,bir gülle parçası ile de kafa kemiği kırılmıştı;ama ölmedi,ancak iki gözü de görmez oldu.Hastahanede doktorların artık hiç göremeyeceğini söylememesine rağmen o artık her şeyin farkındaydı. Almanya’ya yolladılar, ama onlar da Türk doktorlarının teşhisini doğru bulmuşlardı.Daha sonra annesini görmek için memleketine giderken annesinin öldüğünü, evlerinin kapalı olduğunu trende öğrendi. Bir yandan acı acı ağlar, bir yandan da onun kendisini bu durumda görmediğine sevinir.Trenden indikten sonra dayısının evine gider. Ama onlar da kör, kendi işini bile halledemeyen birisine yardım etmek istemezler. O da bunun farkına varınca Fatma’ya evini temizletir ve yerleşir.Zilha Kadın, Bedriye’yle beraber Selimi görmeye gelirler. Ama bundan Selim’in haberi yoktur. Bu görme işlemi bir müddet devam eder. Bu süre içinde Selim Bedriye’den bahsetmez. Bir müddet sonra mahallede Selim dul bir kadın bulursa onunla evlenecek, kendisine baktıracakmış diye dedikodu çıkar.Bunun üzerine Bedriye üzülür ve Zilha Kadına bu durumu öğrenmesini ister. Selime niye Bedriyeyi sormuyorsun deyince; Selim:”Nasıl sorayım Zilha bacı, bak ben ne oldum.”diyerek ağlar. Yan tarfta konuşmayı dinleyen Bedriye de ağlar. Bedriye ona varmak istediğini ve evleneceği tek kişinin o olabileceğini, onu her haliyle sevdiğini ve kabul edeceğini söyletir. Bunun üzerine Selim de kabul edince evlenirler.Ortaokul öğretmen ve öğrencileri onlara hediye olarak kucaklar dolusu çiçekler getirirler. Çocuklar Selimin dizlerine sarılarak:”Seni unutmayacağız, siz bizim için gözlerinizi verdiniz.” der ve ağlarlar. Selim de ağlayarak:”İki gözüm değil, bin gözüm olsaydı da sizin o parlak gözleriniz uğruna verseydim.”der.Ana FikirGünlük hayatımızda acısıyla tatlısıyla birçok olaylarla karşılaşabiliriz. Özellikle kötü olaylar karşısında insanlar güzel olaylara nispeten biraz daha fazla üzülmektedir. Okuduğumuz bu parçada hayatında büyük ve çok zor acılar çekmiş bir insan potresi çizerek karşımıza çıkan Selim gibi bu kötü olaylar bizi hiç bir zaman yıldırmamalı; hatta ve hatta bu olaylar bizler daha fazla hırs ve azim vermelidir.Bunlara ek olarak bu duygu ve düşüncelerle yeşeren beraberliklerde hiçbir zaman solmaz ve kırmızı şarap misali giderek tatlılaşarak ve aynı şekilde güzelleşerek devam eder. Unutmayalım ki sabır ile perçinleşen duygular her zaman güzel ve sağlıklı meyveler verir.Şahıslar ve OlaylarTeğmen Selim: Vatanına son derece bağlı, seve seve canını feda etmeye hazır, yürekli ve fedakâr bir kişi. Bedriye’yi çok seven ama kendi kör olduğu için onun hayatını karatmak istemeyecek kadar dürüst ve anlayışlı bir yapıya sahip.Bedriye: Selimi deliler gibi seven, güzel ve alımlı. Sevdiğini ne olursa olsun bağlı kalabilecek bir yapıya sahip.Fatma: Hizmetçi Zilha Kadın: Bedriye ile Selimi birleştirmek için elinden ne geldiyse yapan, ikisini de çok seven bir büyükleri.Yazar Hakkında Bilgi29 Mart 1883’te doğdu. Ancak kısa bir süre okula gitti, kendi kendini yetiştirdi. Girdiği (1906) İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde 1908’den sonra müfettiş olarak çalıştı. Büyük Millet Meclisi kurulunca Anadolu’ya geçti.Ortaelçilikle Azerbaycan (Bakü)’da 4-5 yıl kaldıktan (1920-1924) sonra İstanbul’da bir süre Kabataş ve Galatasaray liselerinde tarih-coğrafya öğretmenliği yaptı. Tahran elçisi (1925-1930), Elazığ milletvekili (1930-1932), Kabil (1932) elçisi oldu. Bilecik milletvekili ve CHP Genel Sekreteri seçildi (1941), 1945’te genel sekreterlikten ayrıldı. 1946’da tekrar Bilecik milletvekili oldu 1908’de Tanin gazetesinde, 1911’de Çığır ve 1925’te Meslek dergisinde hikayeleri çıktı ise de sanat hayatına, Ayaşlı ve Kiracıları bir yana, 1946’ya kadar uzun bir ara verdi. Bu tarihten sonra yayımladığı hikayelerle sevilen, aranan bir hikayeci oldu. Hikayelerinde M.S., M.Ş.E., Mustafa Yalınkat, M. Oğulcuk… gibi çeşitli imzalar kullandı. Hayattan aldığı konuları konuşur gibi, temiz bir dille, sadelik, içtenlik ve rahatlıkla edebiyatsız, oyunsuz yazdıHikayeleri: Birinci Kitap(1946), İkinci Kitap (1946), Bu ilk baskıya girmiş, girmemiş hikayeleri sonradan yeni başlıklarla tekrar yayınlandı: 1. cilt Temiz Sevgiler (1965), 2. cilt Ev Ona Yakıştı (1972). Muzaffer Uyguner’ce derlenen Bütün Eserleri 14 kitapta toplandı (1983-1992).Romanları: Ayaşlı ve Kiracıları (1983), Vassaf Bey (1983), Miras (1988).Hikaye kitapları: Otlakçı (1983), Mendil Altında (1983), Sahan Külbastısı (1983), Veysel Çavuş (1984), Bir Kucak Çiçek (1984), İhtiyar Çilingir (1984), Hava Parası (1984), Bizim Nesibe (1985), Kelepir (1986), Gödeli Mehmet (1986), Güllüce Bağları Yolunda (1992). Daha sonra Gönül Kaçanı Kovalar (1993) ve Tahran Günlüğü (1998) yayımlandı.