Vücudumuz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Vücudumuz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2012 Salı

Diş Anatomisi, Kaç çeşit diş vardır?

0 yorum | Devamını Oku...
Diş Anatomisi, Kaç çeşit diş vardır?

Kuron: Dişin üst kısmıdır ve gözle açıkça görülebilen tek yerdir. Kuronun şekli dişin fonksiyonunu belirler. Örneğin, ön dişler besinleri koparmak için keskin bir şekle, azı dişleri ise besinleri öğütmek için düz yüzeylere sahiptir. 

Dişeti Çizgisi: Dişle dişetinin birleştiği yerdir. Doğru fırçalama ve diş temizliği yapılmadığı takdirde, dişeti çizgisinde plak ve tartar oluşarak, dişeti iltihabı ve dişeti hastalığına neden olabilir.

Kök— Dişin kemiğe gömülü olan kısımdır. Kök, dişin yaklaşık üçte ikisini oluşturur ve dişi yerinde tutar.

Mine:Dişin en dış tabakasıdır. Mine aynı zamanda vücuttaki en sert ve en çok mineralli dokudur . Doğru ağız temizliği sağlanmadığı takdirde durum çürümeyle sonuçlanabilir.

Dentin: Minenin altındaki diş tabakasıdır. Çürük mineden içeri ilerleyebilirse, bir sonraki ulaşacağı yer dentindir. Bu bölümde pulpaya giden milyonlarca kanalcık bulunmaktadır.

Pulpa:Dişin merkezindeki, sinir dokuları ve kan damarlarının bulunduğu yumuşak dokudur. Çürük pulpaya ulaştığında genellikle ağrı hissedilir.


Kaç çeşit diş vardır?
Her dişin özel bir fonksiyonu bulunmaktadır:

Kesici Dişler: Yiyecekleri kesmede kullanılan keskin ön dişler (Dört adet üstte ve dört adet altta bulunur).

Kaninler: Köpek dişi adı da verilen bu dişler, sivri uçlara sahiptir ve koparmaya yararlar.

Küçük azı Dişleri: Bu dişlerin çiğneme yüzeyleri üzerinde iki tümsek (sivri uç) bulunur. Küçük azı dişleri ufalamaya ve koparmaya yarar.

Azı Dişleri: Yiyecekleri öğütmek için kullanılırlar. Çiğneme yüzeyinde birden çok tümsekcik vardır.

İnsan Vücudundaki Organların Yerleri

0 yorum | Devamını Oku...
Kalp
İçi boş, kas yapısında bir organ olan kalp göğüs boşluğu içinde her iki akciğer arasında büyük bir alanı kaplar. Etrafı, perikard adı verilen bir zar ile sarılıdır. Kalp, iki akciğer arasında tepesi aşağıda tabanı yukarıda bir koni gibidir. Üçte biri orta çizginin sağında, üçte ikisi sol yanındadır. Genel olarak sternum ( iman tahtası ) arkasında eğik olarak durur. Ekseni, yukarıdan aşağıya, arkadan öne ve sağdan sola doğrudur.
Günde yaklaşık 100 bin, yılda 40 milyon, tüm insan hayatı boyunca yaklaşık 2,5 milyar kere, hiç durmadan yaklaşık 8 ton kanı vücuda pompalar.
Büyüklüğü yetişkin bir insan kalbinin büyüklüğü yaklaşık olarak yumruğunun büyüklüğü ile eşdeğer sayılır. Taban tepe uzaklığı 12 cm, en geniş yerinde 8-9 cm, ön-arka çapı 6 cm. dir. Erkekte ağırlığı 280-340 gr. kadında 230-280 gr. arasındadır. Bölümleri; Sağ atrium (Sağ kulakçık) Sol atrium (Sol kulakçık) Sağ ventrikül (Sağ karıncık) Sol ventrikül (Sol karıncık)

Her canlıda dokuların, organların ve hücrelerin; oksijen, karbondioksit, aminoasitler, yağlar, vitaminler ve mineraller gibi madde ve besinlere gereksinimi vardır.
metabolizma faaliyetleri sonucunda oluşan artık ürünlerin de vücuttan uzaklaştırılması, vücut ısısının düzenlenmesi, asit-baz dengesinin korunması, hormonlar ve enzimlerin vücudun gerekli bölgelerine taşınması gerekir. Bütün bu işlemleri kalp ve damarlardan oluşan dolaşım sistemi yapar.
Kalp bu sistem içerisinde motor görevi yapar. Kalp dakikada 60-80 vuruş arasında değişen bir hızla kanı vücuda pompalar.


Karaciğer
Diyaframın hemen altında, sağ tarafta, yaklaşık olarak 2 kilogram ağırlığında koyu kırmızı renkte yumuşak bir organdır.
Karaciğerin görevi :
a. Proteinlerin üretilmesi ve depolanması, protein met@bolizmalarının birçok yan üretimlerinin tanzim ve kontrol edilmesi.
b. Şekerin depolanması ve kanda bulunması gereken şeker miktarının ayarlanması.
c. Vücuttaki toksik ve zararlı maddelerin nötralize edilmesi.
d. Depo edilmiş yağların kullanılması.
e. Kanın pıhtılaşması için gerekli maddelerin üretilmesi.
f. Safra ve safra tuzlarımın üretilmesi. Bunlar kanallardan bağırsaklara ifraz edilmekte ve sindirime yardımcı olmaktadırlar.
g. Kırmızı kan hücreleri ve başka kan elemanlarımın üretimi için gerekli ve önemli olan maddelerin üretimi ve depolanması.
h. Günde yaklaşık olarak 4 su bardağı (1 litre) safra salgılar.
i. Vücudun ısısını ayarlar.
j. Vücudun ihtiyacı olan su ve vitaminleri yapar.
k. Kan miktarını ayarlar.
l. Hormonların görevleri üzerinde etkili olur.

Akciğer
Göğüs boşluğu içinde bulunan ve solunuma yarayan organ. Göğüs boşluğunun sağ ve sol yanlarında bulunan iki ayrı parçadan meydana gelmiştir. Üzeri Plevra denen bir zarla kaplıdır. İçerisi, hava ile dolu olan ve "akciğer kesecikleri" denen boşluklardan yapılmıştır. Sağ akciğer üç loba, sol akciğer iki loba ayrılmıştır. İç yan yüzlerinden bronşlar, atardamarlar, toplardamarlar lenfalar ve sinirler çıkar. Ana görevi atmosferdeki oksijeni kan dolaşımına nakletmek ve kan dolaşımındaki karbondioksiti atmosfere çıkartmaktır.


Dalak
Karın boşluğunun solunda, midenin arka tarafında bulunan dalak; eskimiş kırmızı kan hücrelerini yok eder, gerektiği zaman da yeni kırmızı kan hücreleri imal eder. Sıtma ve tifo gibi bulaşıcı hastalıklar veya kansızlık sonucu dalak hastalanabilir.


İnce Bağırsak
İnce bağırsak kıvrımlı bir yüzey yapısına sahiptir ki bu besinlerin bağırsak duvarından difüzyonu ve böylece de emilimi için uygun olan yüzey alanını arttır. Yetişkin bir insanın ince bağırsağı, ortalama olarak, yaklaşık 7 metre uzunluğundadır.

Kalın Bağırsak (kolon)
İnce bağırsak ile anüs arasındaki kısımdır. Toplam uzunluğu 1.5 metre olup, sindirim sisteminin beşte birini oluşturur. Karın içerisinde ters dönmüş U harfi şeklinde karnın sağ alt tarafından kör barsak (çekum ) ile başlar ve yukarı doğru çıkar (çıkan kolon) karaciğer altından keskin bir dönüşle karnı yatay olarak (transvers kolon) geçer Sol üst köşede yerleşen dalağın altına geldiğinde yine keskin bir dönüş yaparak sol taraftan aşağıya doğru yönelir (inen kolon). İnenkolon, sigmoid kolon denilen kolonun son kısmı ile Rektumla birleşir.


Mide

Karın bölgesinin sol tarafında, kaburga kemiklerinin arkasında ve diyaframın altında, oyuk ve torba biçiminde olan bir organdır. Boş mide yaklaşık 15 - 20 santim uzunluğunda, 7,5 - 10 santim genişliğindedir.
Sindirim aygıtının yemek borusu ile bağırsak başı arasında bulunan kısmı olup, içine giren yiyeceklerin kimyasal ve fiziksel olarak parçalandığı yerdir. Mide kendi çıkardığı asitten kendini korumak için yapışkan, alkalen-bazik bir mukus da üretir.

Böbrek
Omurgalılarda bulunan fasulye şeklinde boşaltım organlarıdırlar.
Böbreğin görevi ,proteinlerin parçalanması sonucunda oluşan üre gibi zararlı maddeleri vücuttan uzaklaştırırken, diğer yandan vücudun sıvı, mineral ve asit-alkali dengesini de düzenler.


Pankreas

Karın boşluğunun üst tarafında ve bel omurlarının ön kısmında yerleşik bir organdır. Salgılarıyla sindirim fonksiyonuna yardımcı olur ve kan şekerini düzenler.Karın boşluğunun üst tarafında ve bel omurlarının ön kısmında yerleşik bir organdır. Salgılarıyla sindirm fonksiyonuna yardımcı olur ve kan şekerini düzenler.
Ortalama 15-20 cm uzunluğunda ve kadınlarda 55 gr erkeklerde 70 gr ağırlığındadır. Önden arkaya doğru yassılaşan pankreasın düzensiz olan biçimi çengele benzetilebilir.
Yetişkinlerde, günde 800-900 cm³ pankreas özsuyu salgılanır.

Yemek Borusu
Yenilen gıdaların ağızdan sonraki geçiş bölgesi, boğaz.İçten dışa doğru örtü epiteli, düz kas ve bağ dokudan oluşmuştur. Besinler yemek borusundan geçerken yemek borusu peristaltik hareketler yapar. Yemek borusunda sindirim gerçekleşmez. Besinler yemek borusundan mideye geçiş yapar. Yemek borusu ağız ve mideyi birleştirir.

Apandis
İnsanlarda, kalın barsağın bir çıkıntısı olan körbarsağın alt bölümüne tutunmuş, serbest olan öbür ucu çıkmaz halinde sonlanan solucan şeklinde bir barsak çıkıntısı. Bu çıkıntının uzunluğu, 7-12 cm. dir.Görevi bademciklerin ve lenf düğümlerinin görevine benzer; kalınbağırsakta bulunan mikropları yok ederek hastalık yapmalarını önlemeğe çalışır.

Safra kesesi

Karaciğerden salgılanan safranın toplandığı, karacigerin alt kısmında bulunan torba şeklinde bir organ.Kesenin görevi, safrayı depolayıp, yoğunlaştırmak, ve gerekli aralıklarla oniki parmak barsağına safra salgılamaktır.Yemek yendiği zaman safrakesesi kasılır ve konsantre safra ince barsağa akar ve yemeklerin sindirilmesine yardım eder.

Soluk Borusu
Nefes borusu (soluk borusu) veya trakea, vücutta solunan havanın geçtiği, boru şeklinde bir organdır. Bu boru havayı ciğerlerimize göndermemizi sağlar.Omurgalılarda trakea havanın boğazdan akciğerlere geçişini sağlarken, omurgasızlarda dışarıdaki havayı doğrudan iç dokulara ulaştırır.

Eğer soluk borumuza kazayla yiyecek kaçarsa soluk alamayıp tıkanabilir.Bu nedenle, biz yutkunurken küçük dil soluk borumuzu kapatır ve yiyeceklerin yemek borusundan aşağıya doğru gidip midemize ulaşmasını sağlar.


Anüs (makat)
Sindirim kanalının bitiş kısmı. Dışkılar boşaltım sırasında anüsten geçerek vücuttan atılırlar.

Rektum

Kalın bağırsağın son bölümüdür. Anüse açılır. Dışkının atılımdan önce tutulduğu yerdir. Rektumun son birkaç santimetresi deriye benzer bir doku ile kaplıdır. Kalın barsağın genişlemesi sonucu oluşan ortalama 15 cm uzunluğunda olup sindirim sistemimizin son kısmıdır.

Onikiparmak Bağırsağı
Onikiparmak bağırsağı midenin hemen ötesinde 5 - 10 santim kadar uzayan incebağırsağın bir kısmıdır. C harfi görünümündedir. Bu bağırsağın her zaman mide ile ilişik görülmesinin nedeni ise, mideye tesir eden rahatsızlıkların çoğunlukla onikiparmak bağırsağını da etkilemekte olmasından ileri gelmektedir.

Onikiparmak bağırsağının çeperi gıda maddelerinin sindirimine yardımcı olan bazı usareleri üretmektedir.. Safra onikiparmak bağırsağında depo edilmektedir ve pankreas usareleri da bu bağırsağa boşalmaktadır.

Vücut Anatomisi, İnsan Vücudu,İnsan Vücudundaki iç organlar

0 yorum | Devamını Oku...
İnsan Vücudu
İnsan Anatomisi
İnsan Vücudundaki iç organlar


Anatomi Canlıların yapısı ve düzeni ile ilgilenen bilim dalıdır.Temel tıp bilimlerinden biri olan insan anatomisi insan vücudundaki organların tanımlanması, büyüklük, biçim gibi özelliklerinin ortaya konması, birbirleriyle olan ilişkilerinin belirlenmesi ve bunların hekimliğe uygulanmasıyla ilgili bilimsel uğraş alanıdır.

İnsan vücudu temelde 3 çeşit olarak ele alınmaktadır bunlar ; ektomorf,endomorf,mezomorf olarak adlanrılmaktadır bu vücut tipleri kendilerine has özellikler göstermektedir.

Ektomorf : İnce kemik yapılı uzun ve zayıf adeleli olan insanlardır Ektomorfların güç kazanıp hacim yapmaları gerçekten uzun zaman gerektiren bir iştir.

Endomorf : Kalın kemikli çabuk şişmanlamaya eğilimli kısa boylu ve sağlam yapılı kişilerdir Endomorflar çok çabuk gelişebilirler kısa zamanda yüksek ağırlıklarla çalışmalarını sürdürebilirler. Vücutları kütleli ve adelelidir.Ancak bir o kadar şekil sahibi ve definisyona yatkın oldukları söylenemez bu nedenle yağ almaya yatkın ama yağ atma konusunda zorluk çekerler.

Mezomorf : Anatomik olarak ağırlık çalışmasına en yatkın vücut tipi bu tiptir. Bu tip vücutlara sahip olanlar geçiş bir yapıya sahiptir. ve çabuk adelenmeye müsaitlerdir.

Anatominin Alt Bölümleri:

* Topografik anatomi: Vücut yapılarını bölge bölge inceleyen anatominin alt dalıdır.
* Sistematik anatomi: Vücut yapılarını organların biraraya gelmesiyle oluşan organ sistemleri düzeyinde ele alan anatomi dalı.
* Karşılaştırmalı anatomi: İnsan ile başka canlıların vücut yapılarındaki benzer ve farklı tarafları karşılaştırmalı olarak ele alan ve bunu insan anatomisinin daha iyi anlaşılmasında kullanan anatomi dalı.
* Klinik anatomi: Vücut yapılarının hastalıklara tanı koyma aşamasındaki rollerini ortaya koyan alt uğraş alanıdır.
* Nöroanatomi: Sinir sistemi anatomisi ile ilgili dalıdır.
* Gelişimsel anatomi: Embriyoloji
* Mikroskobik anatomi: Histoloji
* Patolojik anatomi (anatomopatoloji): Hastalıklı organları inceler...
* Radyolojil anotomi:radyografi sonucu elde edilen radyogramda organ yapılarının ve organlar arası ilişkilerin incelenmesidir.

Anatominin İnceleme Alanına Giren Vücut Yapıları:

* Kemikler
* Kıkırdaklar
* Eklemler
* Ligamentler (Bağlar)
* Kaslar
* Solunum sistemi
* Dolaşım sistemi
* Ürogenital sistem
* Sindirim sistemi
* Sinir sistemi
* Endokrin sistem
* Deri

27 Aralık 2011 Salı

İç Organlarımızın Resimleri - İç Organlarımız ve Resimleri

0 yorum | Devamını Oku...
İç Organlarımızın Resimleri - İç Organlarımız ve Resimleri

Bu Sayfa üzerinde Vücudumuzdaki organların Görsel olarak çizimlerini göre bilirsiniz Resimlere detaylı bakmak için resmin üzerine tıklamanız yeterlidir. Bu şekilde Vücudumuzdaki organları daha yakından inceleme şansınız olacaktır.








19 Ekim 2011 Çarşamba

Terleyerek Soğumak

0 yorum | Devamını Oku...

Terleyerek Soğumak
Yukarıda suyun termal özelliklerinden söz ederken sıraladığımız ikinci ve üçüncü maddeler, yani suyun gizli ısısının ve termal kapasitesinin tüm diğer sıvılardan yüksek olması da, bizim için çok önemlidir. Bu özellik, çoğu insanın neye yaradığını bilmediği çok önemli bir vücut işlevimizin temel anahtarıdır. Bu işlev, terlemedir.
Gerçekten de, terleme neye yarar?
Bunu incelemek için hikayeyi konuyu biraz daha baştan almak gerekir. Bütün memeli canlılar, aşağı yukarı aynı vücut sıcaklığına sahiptirler. 35-40°C arasında değişen bu sıcaklık, insanlarda da normal şartlarda 37°C civarındadır. Bu çok hassas bir ısıdır ve mutlaka sabit tutulması gerekir. Vücut sıcaklığı birkaç derece düştüğünde donma tehlikesi ile karşı karşıya geliriz. Birkaç derece yükseldiğinde ise ciddi biçimde güçten düşeriz. Vücut ısısının 40°C’nin üzerine çıkması ise, ölüm tehlikesi anlamına gelir.
Kısacası vücudumuzun ısısı ancak birkaç derece oynayabilecek kadar hassas bir dengeye sahiptir.
Ama vücudumuzun bu noktada önemli bir sorunu vardır: Sürekli olarak hareket etmektedir. Bütün fiziksel hareketler, makinaların çalışmaları da dahil, enerji üretimi gerektirirler. Enerji üretimi de her zaman için ısı açığa çıkarır. Bu ısıyı kolaylıkla hissedebilirsiniz de. Bu kitabı bir kenara bırakıp, kızgın Güneş’in altında 10 kilometre koşup geri gelirseniz, vücudunuzun ısındığını çok açık olarak hissedersiniz.
Ama aslında yine de fazla ısınmazsınız.
Isının birimi kaloridir. Normal bir insan 10 kilometrelik yolu bir saat içinde koştuğu zaman, yaklaşık 1000 kalorilik bir ısı açığa çıkarır. Eğer koşu sırasında bu ısı vücuttan atılmasa, koşan kişinin vücut ısısı o kadar artacaktır ki, koşucu daha birinci kilometrenin içinde komaya girecektir.
İşte bu büyük tehlike, suyun sahip olduğu iki özellik sayesinde engellenir.
Bu özelliklerin birincisi, suyun yüksek termal kapasitesidir. Yani suyun ısısını artırmak için çok yüksek kalori gerekir. Bu sayede, % 70′i sudan oluşan vücudumuz çok hızlı bir şekilde ısınmaz. Örneğin bizim vücut ısımızı 10°C arttıracak olan bir hareket, eğer vücudumuz temel olarak alkolden oluşsa, ısımızı 20°C arttıracaktır. Diğer maddeler daha da vahimdir: Tuz 50°C, demir 100°C, kurşun ise 300°C’lik artışlar yaşatacaktır. Ama suyun yüksek termal kapasitesi, bizi bu gibi korkunç ısı değişimlerinden korur.
Suyun termal özellikleri, vücutta oluşan fazla ısıdan terleme yoluyla kurtulmamızı sağlar.
Vücut, açığa çıkan ısı karşısında kendisini serinletmek için terleme mekanizmasını kullanır. Terleme sırasında deriye yayılan su, hızla buharlaşır. Bu buharlaşma sırasında ise, gizli ısısı çok yüksek olduğu için, yüksek ısıya ihtiyaç duyar. Bu ısıyı vücudumuzdan çekip alır ve böylece bizi soğutmuş olur. Bu soğutma o kadar etkilidir ki, bazen üşütmeye bile neden olabilir.
Ancak başta da belirttiğimiz gibi 10°C’lik bir artış bile bizim için ölümcüldür. Bunu gidermek içinse, suyun diğer bir özelliği, yani gizli ısısının yüksekliği devreye girer.
Bu sayede, üstte ele aldığımız 10 kilometre koşucusu, sadece bir litre terinin buharlaşması sayesinde, vücut ısısını 6°C düşürür. Ne kadar fazla enerji harcarsa vücut ısısı o kadar artacak, buna karşılık o kadar fazla terleyip-soğuyacaktır. Vücudun bu mükemmel termostat sistemini mümkün kılan etkenlerin başında ise, suyun termal özellikleri gelmektedir. Başka hiçbir sıvı su gibi iyi terletemez. Eğer su yerine başka bir sıvı, örneğin alkol kullanılsa, sıcaklık 6°C değil, sadece 2.2°C düşecektir. Amonyak ise 3.6°C’lik bir düşüş sağlayabilir.
Olayın çok önemli bir başka yönü daha vardır. Eğer vücudun içinde oluşan ısı, yüzeye, yani deriye aktarılamazsa, suyun sözünü ettiğimiz bu iki özelliği ve buna dayalı terleme sistemi yine de bir işe yaramayacaktır. Bu nedenle, vücudun yapısının, ısıyı çok hızlı iletebilir olması gerekir. İşte bu noktada suyun bir diğer özelliği devreye girer: Su, diğer bilinen tüm sıvıların aksine, çok yüksek bir termal iletkenliğe, yani ısıyı iletebilme yeteneğine sahiptir. Bu sayede vücut, içinde oluşan yüksek ısıyı hızla deriye taşır. (Hatta bunun için deriye yakın olan kan damarları genişler ve biz de bu yüzden ısındığımız zaman kızarırız.) Eğer suyun termal iletkenliği birkaç kat kadar daha az olsa, vücutta oluşan ısının yüzeye taşınması çok yavaşlayacak, bu da yine memeliler gibi kompleks canlıların yaşamını imkansız hale getirecektir.
Tüm bunlar, suyun birbirinden farklı üç termal özelliğinin ortak bir amaca, yani insan gibi kompleks canlıların serinletilmesine hizmet ettiğini göstermektedir. Su, bu iş için seçilmiş özel bir sıvıdır.
Ilık Bir Dünya
Suyun, Henderson’ın The Fitness of the Environment (Çevrenin Uygunluğu) adlı kitabında dikkat çekilen beş farklı termal özelliği, aynı zamanda Dünya’nın ılık ve dengeli bir iklime sahip olmasında da büyük rol oynar.
Suyun gizli ısısının ve termal kapasitesinin diğer sıvılara göre çok yüksek olması, denizlerin karalara göre daha geç ısınıp daha geç soğumalarını sağlar. Bu nedenle Dünya’da kara üzerindeki ısı farklılıkları en sıcak yer ile en soğuk yer arasında 140°C’ye kadar çıkarken, denizlerin ısı farklılığı en fazla 15-20°C arasında değişir. Aynı durum gece-gündüz arasındaki ısı farkında da yaşanır. Karada gece ile gündüz arasındaki fark kurak ortamlarda 20-30°C’ye kadar çıkarken, denizlerde en fazla birkaç derecelik bir ısı farkı olur. Sırf denizler değil, atmosferdeki su buharı da çok büyük bir denge sağlamaktadır. Gece-gündüz arasındaki ısı farkının, su buharının çok az bulunduğu çöllerde çok fazla, deniz iklimi yaşayan yerlerde ise çok daha az olması, bunun bir sonucudur.
Denizlerdeki büyük su kitlesi, Dünya’nın ısısının dengelenmesini sağlar. Bu nedenle denize yakın bölgelerde, özellikle sahillerde, gece ile gündüz arasındaki ısı farkları çok azdır. Suya çok uzak olan çöl bölgelerinde ise, gece ile gündüz arasındaki ısı farkı 40oC’ye kadar çıkabilir.
Suyun bu kendine özgü termal özellikleri sayesinde, kış ile yaz ya da gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı daima insanların ve diğer canlıların dayanabileceği bir sınırda kalmaktadır. Dünya üzerindeki su miktarı karalara oranla daha az olmuş olsaydı, gece ile gündüz sıcaklıkları arasındaki fark çok artacak, karaların büyük kısmı çöle dönecek ve yaşam imkansızlaşacak ya da en azından çok zorlaşacaktı. Ya da suyun termal özellikleri farklı olsaydı, yine yaşama son derece elverişsiz bir gezegen ortaya çıkacaktı.
Henderson, suyun tüm bu termal özelliklerini inceledikten sonra şu yorumu yapar:
Özetlemek gerekirse, suyun bu özelliği üç yönden büyük önem taşımaktadır. Öncelikle, Dünya’nın ısısını düzenlemeye ve dengelemeye yarar. İkincisi, canlıların bedenlerinin ısı dengesinin mükemmel bir biçimde korunmasını sağlar. Üçüncüsü, meteorolojik çevirimleri destekler. Tüm bu etkiler, olabilecek en yüksek uygunlukta gerçekleşmektedir ve başka hiçbir madde bu yönden su ile karşılaştırılamaz.(1)
Yüksek Yüzey Gerilimi
Suyun şimdiye dek ele aldığımız tüm özellikleri, termal, yani ısıyla ilgili özelliklerdir. Ancak suyun diğer bazı önemli fiziksel özellikleri de vardır ve bunlar da yaşam için yine olağanüstü derecede uygundur.
Bu özelliklerin biri, suyun son derece yüksek olan yüzey gerilimidir. Yüzey gerilimi, ansiklopedik kaynaklarda "sıvıların yüzeyinin gerilmiş bir zar gibi davranması özelliği" diye tarif edilir. Bunun nedeni, sıvıyı oluşturan moleküllerin birbirlerini çekmeleridir.
Bitkiler, suyun yüksek yüzey geriliminden yararlanacak şekilde tasarlanmışlardır. Yüzey gerilimin tırmandırıcı etkisi sayesinde, suyu metrelerce yukarıdaki yapraklarına ulaştırabilirler. Yüzey geriliminin örneklerini en çok suda görürüz. Suyun yüzey gerilimi çok yüksek olduğu için, birtakım ilginç fiziksel olaylar yaşanır. Örneğin bir su kabı, kabın yüksekliğinden biraz daha yüksek bir su kütlesini taşırmadan taşıyabilir. Ya da metal bir iğne suyun üzerine dikkatli bir biçimde yatay olarak konduğunda, batmadan yüzebilir.
Suyun yüzey gerilimi, bilinen diğer sıvıların hemen hepsinden daha yüksektir ve bunun çok önemli bazı biyolojik etkileri vardır. Bitkilerdeki etki, bunların başında gelir.
Bitkilerin, hiçbir pompaları, kas sistemleri vs. olmadan, toprağın derinliklerindeki suyu metrelerce yukarı taşıdıklarını düşündünüz mü? Bu sorunun cevabı, yüzey gerilimidir. Bitkilerin köklerindeki ve damarlarındaki kanallar, suyun yüzey geriliminden yararlanacak şekilde tasarlanmışlardır. Yukarı doğru gidildikçe daralan bu kanallar, suyun yukarı doğru "tırmanmasına" neden olurlar.Bu üstün tasarımı mümkün kılan şey, biraz önce belirttiğimiz gibi suyun yüksek yüzey gerilimidir. Eğer suyun yüzey gerilimi diğer sıvıların çoğu gibi düşük düzeyde olsa, geniş karasal bitkilerin yaşaması fizyolojik olarak imkansız hale gelecektir.
Yüksek yüzey geriliminin bir başka önemli etkisi ise, kayaların parçalanmasıdır. Su, yüksek yüzey gerilimi nedeniyle, kayaların içinde bulunan küçük çatlakların en derinliklerine kadar sızar. Daha sonra havalar soğur ve sular donar. Donup buza dönüşen su, olağanüstü bir etki gösterip genleştiği için, kayaları zorlar ve zamanla parçalar. Bu, kayaların içindeki minerallerin doğaya kazandırılması ve aynı zamanda toprak oluşumu açısından hayati bir öneme sahiptir.
Suyun Kimyasal Özellikleri
Suyun tüm bu fiziksel özelliklerinin yanısıra, kimyasal özellikleri de yaşam için olağanüstü derecede idealdir. Bu özelliklerin başında, suyun çok iyi bir çözücü olması gelir. Neredeyse tüm kimyasal maddeler, suyun içinde uygun bir biçimde çözünürler.
Bunun yaşam için çok önemli bir etkisi, suda çözünen sayısız yararlı mineral ve benzeri kimyasalların, nehirler aracılığıyla denizlere aktarılmasıdır. Bu şekilde denizlere, yılda 5 milyar ton kimyasal madde taşındığı hesaplanmaktadır. Bu maddeler, sudaki yaşam için zorunludurlar.
Suyun yüksek akışkanlık değeri, bizim için hayati öneme sahiptir. Eğer suyun akışkanlık değeri biraz bile az olsaydı, kanın kılcal damarlar yoluyla taşınması imkansızlaşacaktı. Örneğin, karaciğerin yanda görülen karmaşık damar ağı hiçbir zaman kurulamayacaktı.
Suyun yüksek akışkanlık değeri, tüm canlılar için zorunludur. Bitkiler de, yandaki yaprakta görüldüğü gibi, suyu çok ince damarlarla taşırlar. Su, neredeyse bilinen tüm kimyasal reaksiyonları hızlandırır (katalize eder.) Suyun bir başka kimyasal özelliği ise, kimyasal reaktifliğinin ideal düzeyde olmasıdır. Su ne sülfürik asid gibi aşırı derecede reaktif ve dolayısıyla parçalayıcı bir bileşim, ne de argon gibi hiçbir reaksiyona girmeyen durgun bir maddedir. Michael Denton’ın belirttiği gibi, "suyun reaksiyona girme düzeyi, onun hem biyolojik hem de jeolojik görevleri açısından olabilecek en uygun değerdedir".
Suyun kimyasal özelliklerinin yaşam için uygunluğu, su hakkında yapılan her yeni araştırma ile biraz daha detaylı bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Yale Üniversitesi’nden ünlü biyofizik profesörü Harold Morowitz, bu konuda şu yorumu yapar:
Son yıllarda, suyun daha önceden bilinmeyen bir özelliğinin anlaşılmasına yarayan gelişmeler olmuştur. Bu özelllik (proton iletkenliği), sadece suya has bir özellik olarak gözükmektedir ve biyolojik-enerji transferi ile hayatın kökeni açısından çok büyük öneme sahiptir. Bilgilerimizde arttıkça, doğanın (yaşam için) kusursuz uygunluğuna olan hayranlığımız da artmaktadır.(2)
Suyun İdeal Akışkanlık Değeri
Sıvı dendiğinde hepimizin gözünün önünde son derece akışkan bir madde canlanır. Oysa gerçekte sıvıların akışkanlıkları birbirinden çok farklı olabilir. Örneğin katran, gliserol, zeytin yağı ve sülfürik asit arasındaki akışkanlık farklılıkları çok yüksektir. Bu sıvılar su ile karşılaştırıldıklarında ise, ortaya çok daha büyük farklar çıkar. Çünkü su, katrandan 10 milyar kat, gliserolden bin kat, zeytin yağından yüz kat ve sülfürik asitten de 25 kat daha akışkandır.
Su, üstteki karşılaştırmadan da anlaşıldığı gibi, çok yüksek bir akışkanlığa sahiptir. Hatta, eter ve sıvı hidrojen gibi normal formu gaz olan maddeler bir kenara bırakılırsa, suyun tüm sıvılar içinde akışkanlık değeri en yüksek madde olduğunu söyleyebiliriz.
Peki acaba suyun bu akışkanlık değerinin bizim için bir önemi var mıdır? Bu hayati sıvı, biraz daha az ya da fazla akışkan olsa, bizim için fark eder miydi? Michael Denton bu sorulara şöyle cevap verir:
Eğer akışkanlığı daha yüksek olsaydı, su, hayat için uygun bir temel olma özelliğini kesinlikle yitirirdi. Örneğin akışkanlığı sıvı hidrojen kadar yüksek olsaydı, canlıların yapıları, tahrip edici etkiler karşısında çok daha şiddetli hareketlere maruz kalacaktı… Hassas moleküler yapıların su tarafından desteklenmesi mümkün olmayacak, canlı hücresinin son derece hassas olan yapısı yaşamını sürdüremeyecekti…
Öte yandan, suyun akışkanlığı biraz daha az olsaydı, (proteinler, enzimler gibi) makromoleküllerin ve özellikle mitokondri gibi özelleşmiş yapılar ile küçük organellerin kontrollü hareketleri imkansız hale gelecekti. Aynı şekilde hücre bölünmesi de imkansızlaşacaktı. Hücrenin tüm yaşamsal faaliyetleri fiili olarak donacak ve bizim bildiğimize benzer bir hücre yaşamı mümkün olmayacaktı. Hücrelerin embriyogenez (anne rahmindeki gelişim) sırasındaki hareket etme ve sürünme yeteneklerine bağlı olan daha yüksek organizmaların gelişimi ise, suyun akışkanlığının çok az bile daha düşük olması durumunda, kesinlikle gerçekleşemeyecekti.(3)
Suyun akışkanlık değeri, sadece hücre içindeki hareketler bakımından değil, aynı zamanda dolaşım sistemi açısından da çok önemlidir.
Bir milimetrenin çeyrekte birinden daha büyük bir vücuda sahip olan tüm canlılar, merkezi bir dolaşım sistemine sahiptirler. Çünkü bu büyüklükten sonra, besinlerin ve oksijenin "difüzyon" yoluyla, yani doğrudan hücre içindeki sıvıya bırakılıp alınarak taşınması mümkün değildir. Vücudun içinde çok sayıda hücre vardır ve dışarıdan alınan havanın ve enerjinin, hücrelere birtakım "kanallar" yoluyla pompalanması, artıkların da başka birtakım "kanallar" tarafından toplanması gereklidir. Bu kanallar, damarlardır. Kalp ise bu damarlardaki akışı sağlayan pompadır. Damarların içinde akan şey ise, "kan" olarak bildiğimiz sıvıdır ki, aslında temel olarak sudan oluşur. (Kanın içindeki hücre, protein ve hormonlar çıkarıldığında geriye kalan ve "plazma" adı verilen sıvının % 95′i sudur.)
İşte bu nedenle, suyun akışkanlığı, dolaşım sisteminin verimli çalışabilmesi açısından çok önemlidir. Örneğin eğer suyun akışkanlığı katranınkine benzer bir değerde olsa, elbette hiçbir kalp bunu pompalayamayacaktır. Katranınkinden 100 milyon kat yüksek bir akışkanlık değerine sahip olan zeytinyağına benzer bir su bile, kalp tarafından pompalansa dahi, vücudun her tarafını kaplayan milyarlarca kılcal damarın içine giremeyecek ya da çok büyük bir akış zorluğu ile karşılaşacaktır.
Bu kılcal damarlar konusunu biraz daha yakından ele alalım. Kılcal damarların amacı, vücudun dört bir yanındaki hücrelerin her birine gerekli oksijen, enerji, besin, hormon gibi maddeleri taşıyabilmektir. Bir hücrenin bir kılcal damardan yararlanabilmesi için de, ondan en fazla 50 mikronluk bir mesafe kadar uzak olması gerekir. (Bir mikron, milimetrenin binde biridir.) Daha uzakta kalan hücreler, beslenemeyerek öleceklerdir.
İşte bu nedenle insan vücudu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, kılcal damarlar vücudun her bir parçasını ağ gibi sarar. Vücudumuzdaki ortalama 5 milyar kılcal damarın toplam uzunluğu 950 km. yi bulur. Bazı memelilerde, tek bir santimetrekarelik bir kas alanı içinde, 3000 tane açık kılcal damar yer alır. Eğer insan vücudunun en küçük kılcal damarlarının 10 bin tanesini yan yana getirirsek, toplam kalınlıkları ancak bir kurşun kalemin kurşun kısmı kadar olur. Bu kılcal damarların çapı, 3-5 mikron arasında değişir. Bu, milimetrenin binde üçü ya da beşi demektir.
Ancak elbette kanın bu kadar daracık damarlar arasında tıkanmadan ve ağırlaşmadan hareket edebilmesi, suyun yüksek akışkanlığı sayesinde mümkün olmaktadır. Michael Denton, bu akışkanlığın birazcık bile daha düşük olması durumunda hiçbir kan dolaşımı sisteminin işe yaramayacağını şöyle anlatır:
Bir kılcal damar sistemi, ancak kanalların içine pompalanan sıvının yüksek bir akışkanlığa sahip olması durumunda çalışır. Yüksek akışkanlık çok önemlidir, çünkü sıvının damar içindeki hareketi, sıvının akışkanlığına doğru orantı ile bağlıdır… Buradan açıklıkla görmek mümkündür ki, eğer suyun akışkanlığı sadece birkaç kat daha fazla olsa, kılcal damarlardaki kan akışı için çok büyük bir pompalama basıncı gerekecek ve herhangi bir kılcal damar sistemi işlemez hale gelecektir.
Eğer suyun akışkanlık değeri biraz az olmuş olsa ve en küçük kılcal damarın çapı 3 mikron yerine 10 mikron olmak zorunda kalsa, bu kılcal damarlar, yeterli oksijen ve glikoz oranını ulaştırabilmek için (beslemeleri gereken) kas dokusunun neredeyse tamamını kaplayacaklardır. Açıktır ki, (bu durumda) geniş yaşam formlarının dizaynı imkansız hale gelecek ya da olağanüstü derecede sınırlanacaktır.
Dolayısıyla, suyun hayata uygun bir temel olabilmesi için, akışkanlığının şu anda sahip olduğu değere çok çok yakın olması, zorunludur.(4)
Bir başka deyişle, suyun tüm diğer özellikleri gibi akışkanlığı da, yaşam için olabilecek en ideal değerdedir. Sıvıların akışkanlıkları arasında milyarlarca kat farklılıklar vardır. Ama su, bu milyarlarca farklı akışkanlık değeri içinde tam olması gereken değerle yaratılmıştır.
Sonuç
Bu bölüm başından bu yana incelediğimiz tüm bilgiler, suyun; termal özelliklerinin, kimyasal ve fiziksel özelliklerinin, akışkanlık değerinin yaşam için tam olması gereken şekilde olduğunu göstermektedir. Su yaşam için o kadar uygundur ki, bazen bu uygunluğu korumak adına doğa kanunlarına istisna oluşturmaktadır. Örneğin, bilinen tüm sıvıların aksine, + 4°C soğukluktan sonra beklenmedik bir biçimde genleşmeye başlamakta ve böylece buzun yüzmesini sağlamaktadır. Su, başka hiçbir sıvıyla kıyaslanamayacak kadar yaşama uygundur. Dahası, Dünya gibi tüm diğer şartları (ısısı, ışığı, elektromanyetik alanı, atmosferi, yüzeyi vs. ile) yaşama uygun olan bir gezegenin büyük bölümü, yaşam için tam gerekli miktarda su ile doldurulmuştur. Tüm bunların bir rastlantı olamayacağı ve ortada bir tasarım bulunduğu apaçıktır. Bir başka deyişle, suyun tüm fiziksel ve kimyasal özellikleri, bu sıvının insan yaşamı için özel olarak yaratıldığını göstermektedir. İnsan yaşamı için özel olarak yaratılmış olan Dünya, yine insan yaşamına temel oluşturması için özel olarak yaratılan bu suyla canlandırılmıştır. Allah, suyla bize hayat vermiş, yediğimiz her türlü besini suyla topraktan bitirmiştir. İşin en önemli yanı ise, modern biliminin ortaya çıkardığı bu gerçeğin, yine, 14 asır önce insanlara yol gösterici olarak vahyedilen Kuran’da verilen bilgiler oluşudur. Allah, Kuran’da insanlara su hakkında şöyle buyurmuştur:
Sizin için gökten su indiren O’dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 10-11)

Yağlar

0 yorum | Devamını Oku...

YAĞLAR
Yağlar insan vücudu için gerekli olan enerjinin en önemli kaynaklarından biridir. her bir gram yağda 9 kalori bulunur. Diğer kalori kaynakları olan karbonhidrat ve proteinlerin bir gramında 4 kalori, alkolün ise bir gramında 7 kalori bulunur.
Vücudumuz beslenme ile aldığı yağı depolar ,( vücudun yağ depolama kapasitesi sınırsızdır) enerjiye gereksinimi olduğu zaman bu depoları kullanır. Yağlar ayrıca A, D, E, K vitamini gibi yağda eriyen vitaminlerin emilimini sağlar, vücut ısısının korunmasını ve organların dış darbelerden korunmasını sağlar.
Ancak yağın fazlası obezite, kalp hastalıkları ve kansere neden olabilir. Önerilen günlük yağ alımı günlük gereksinim duyulan kalorinin % 25-35 ini karşılayacak miktarlarda olmalıdır.
Yağlar yağ asitleri denilen temel ünitelerden oluşur. Yağların tipleri çeşitli farklı özellikleri olan yağ asitlerinin değişik karışımı ile oluşur:
Doymuş Yağlar:
Genel olarak hayvansal gıdalarda bulunan doymuş yağlar fazla alındığında kolesterol düzeyini yükseltir, kalp hastalıkları, kanser ve şişmanlık için risk faktörleri oluşturur.Doymuş yağ asitlerinde yağ asidi zincirini teşkil eden karbonların zincir haricinde olan bağlarının hepsi Hidrojenle bağlanmıştır.Doymuş yağ asitleri insan vücudunda sentez edilirler.Hiç yağ yenmese bile bu tip yağ asitleri karbonhidrat ve protein metabolizması ile oluşan moleküllerden sentez edilebilir.
Et, tam yağlı mandıra ürünlerinde (peynir, süt ve dondurma), kümes hayvanlarının derisinde ve yumurta sarısında bulunur. Hindistan cevizi, hurma yağı ve kakao yağı gibi bazı bitkisel besinler de doymuş yağ bakımından zengindir. Doymuş yağlar oda sıcaklığında katı haldedirler. Ancak zeytinyağ, ayçiçek yağı, kanola yağı, soya yağı, yerfıstığı yağı gibi sıvı yağlar da çok küçük miktarlarda olsa bile doymuş yağ içerirler.
Doymuş yağlar vücutta hem toplam kolesterol, hem de kötü kolesterol olarak bilinen LDL (düşük yoğunluklu kolesterolün) yükselmesine neden olur.Bu da kalp hastalığı riskini arttırır.
Günlük alınan toplam kalorinin en fazla % 7 sinin diyetteki doymuş yağlardan gelmesi önerilmektedir. Örneğin günlük 2000 kalori alan bir kişi en fazla 140 kaloriyi diyetindeki doymuş yağlarla alabilir. Yağın her bir gramında 9 kalori olduğu düşünülürse günlük alınacak maksimum doymuş yağ miktarı 15-16 gr civarında olmalıdır.
Doymamış Yağlar:
Doymamış yağlar vücudun gereksinim duyduğu zorunlu yağ asitlerinin en iyi kaynaklarıdır.Oda sıcaklığında sıvı haldedirler ve büyük çoğunluğu bitkisel kaynaklıdır.Doymamış Yağ asitlerinde bir veya daha fazla karbonun birer bağı hidrojenle bağlanmamıştır.
Doymamış yağlar tekli (monoansatüre) ve çoklu (poliansatüre) yağlar olarak ikiye ayrılırlar.Tekli doymamış yağ asitleri insan vücüdunda sentez edilebilir.Tekli doymamış yağların günlük kalori gereksiniminin maksimum % 15 ini, çoklu doymamış yağ asitlerinin ise maksimum % 10′unu karşılayacak şekilde alınması önerilmektedir.
Tekli doymamış yağlar Zeytin ve kanola yağları, kabuklu yemişler ( fındık, fıstık, ceviz), kabuklu yemiş yağları (yer fıstığı ve badem yağları), avokado tekli doymamış yağları çok miktarda içerir. Bu yağlar oda sıcaklığında sıvı halde kalırken buzdolabına konduğunda yavaşça katılaşır.Çoklu doymamış yağlar gibi oksidasyona yatkın değildirler. Doymuş yağların yerine tekli doymamış yağların konması HDL kolesterol azalmasına karşı koyarken hem total hem de LDL kolesterolü azaltacaktır.
Çoklu doymamış yağlar: Diyette doymuş yağ asitlerinin yerine çoklu doymamış yağların konmasiyle LDL’de düşme sağlanabilir. Çoklu doymamış yağ asitlerinin omega-3 ve omega-6 yağ asitleri olmak üzere iki ana grup vardır.
Omega-6 yağ asitlerinden (major omega-6 yağ asidi Linoleik Asittir) zengin bitkisel yağlar mısır özü, ayçiçeği, soya fasülyesi yağıdır.Vücutta Linoleik asit araşidonik aside metabolize olur, bir kısmı da gamma linoleik aside dönüştürülür. Linoleik asit vücutta serbest radikal oksidasyonuna yatkın olduğundan, diyette alınan linoleik asit miktarı total kalorinin %10′unu geçmemelidir.
Omega-3 yağ asitlerinin major yağ asidi Alfa Linoleik Asittir. Alfa linolenik asit vücutta eikosapentaenoik aside (EPA) ve dokosahexaenoik aside (DHA) metabolize olur. Eikozapentanoik asit ve dokosahegzanoik asit soğuk su balıklarında ( somon, sardalya, uskumru, ton balığı vs.) bol miktarda bulunmaktadır. Balıklardaki bu yağ asidinin kaynağı beslendikleri deniz yosunlarıdır. Omega-3 yağ asitleri trigliserid düzeyini düşürürler ve yemek sonrası trigliserid artışını da engellemekte çok etkindirler. Bu etki LDL- ve VLDL yüksekliği gösteren kombine hiperlipidemilerin tedavisinde yararlı olabilir. Bunların kalp koruyucu etkisi, ayrıca, koagülasyon eğilimini, aritmileri ve ani ölümü azaltmalarına bağlıdır . Omega-3 yağ asitlerini tüketenlerde koroner kalp hastalığına bağlı ölümler daha düşük bulunmuştur . Yapılan çalışmalarda etkili bulunan omega-3 yağ asidi dozu 850 mg ile 1.5 g’dır. Günde yağlı bir porsiyon balık yenmesi ile yaklaşık 900 mg omega-3 yağ asidi alınabilmektedir. Bu nedenle haftada en az 2 defa balık yenilmesi (300 g) önerilmektedir. Diğer bir omega-3 yağ asidi, alfa-linoleik asitin de MI riskini azalttığını gösteren çalışmalar vardır. Bu nedenle omega-3 yağ asitlerinin diyetle alınımı arttırılmalıdır. Omega-3 yağ asitleri yağlı deniz balıklarından başka bazı bitkilerde keten-tohumu ve yağında, kanola yağında, soya yağında ve fındıkta bulunmaktadır. Günde 5-6 adet gibi az miktarda fındık yenmesinin küçük bir yararı sözkonusu olabilecekken, total kaloriyi ve omega-6 yağ asitleri alımını da arttıracak şekilde daha fazla tüketilmesinin bir itiyat haline gelmesinden, kaçınılmalıdır.
Omega-6 ve Omega-3 yağ asitlerinin ne oranlarda alınması gerektiği konusunda henüz tam bir görüş birliğine varılmamıştır. Son zamanlarda diyetle alınacak Omega-6/Omega-3 oranının 3/1 olması gerektiği konusunda yoğunlaşılmıştır. Ancak 1/1 olması konusunda da görüş bildiren çalışmalar vardır. Kaba olarak diyetle alınan omega-3 ü arttırmak, omega-6 yı ise sınırlamak akılcı olacaktır.
Trans Yağlar:
Trans yağlar, sıvı bitki yağlarının hidrojenizasyonu ile oluşan yağlardır.Yağ ne kadar hidrojene ise oda sıcaklığında o kadar katı olacaktır.
Hidrojenize bitkisel yağlar ile pişirilen yiyeceklerde bulunurlar. Krakerler, margarinler, patates cipsleri, patlamış mısır, kremalı-karamelli bisküviler, şekerlemelerde bulunur. Trans yağları bazı et ve mandıra ürünlerinde de doğal olarak bulunabilir.
Trans yağlar en tehlikeli yağlardandır. Vücuttaki LDL(kötü kolesterol) düzeyini yüksellttiği gibi HDL (iyi kolesterol) düzeyini de düşürür.Ayrıca kanser riskini (özellikle göğüs kanseri) arttırdığı düşünülmektedir. Kaçınılması gereken yağlardır.
Yağ Doymuş Tekli doymamış Çoklu doymamış Trans
Kanola yağı 7 58 29 0
Ay çiçeği yağı 11 20 67 0
Mısır yağı 13 24 60 0
Zeytin yağı 13 72 8 0
Soya yağı 16 44 37 0
Yer fıstığı yağı 17 49 32 0
Hurma yağı 50 37 10 0
Hindistan cevizi yağı 87 6 2 0
Yemeklik Margarin 22 29 29 18
İç yağı 39 44 11 1
Tere yağı 60 26 5 5

17 Ekim 2011 Pazartesi

Kimler kan veremez?

0 yorum | Devamını Oku...
• Hepatit B (Hiçbir zaman kan veremezler)
• Hepatit C (Hiçbir zaman kan veremezler)
• AIDS (Hiçbir zaman kan veremezler)
• Sıtma (Tedavinin sağlanmasından 3 yıl sonradan itibaren kan verebilirler)
• Frengi geçiren hastalar, iyileşmeden 1 yıl sonra kan verebilirler.
• Creutzfeldt-Jacob hastalığı olanlar, hiçbir zaman kan veremez.
• Chagas Hastalığı ( Alınan kan sadece fraksinasyon amaçlı kullanılabilir)
• Tüberküloz (Tedavinin sağlanmasından 5 yıl sonra kan verebilirler)
• Diabet (İlaç kullanmayan veya ilaç kullandığı halde, kan şekeri regüle edilmiş olanlar kan verebilir)
• Anemi (Anemi teşhisi konmuş kişiler kan bağışçısı olamazlar)
• Gebeler kan veremez. Doğum veya gebeliğin sonlan(dırıl)masından 6 hafta sonra kan verebilirler.
• Koroner kalp hastalığı, angina pektoris, ciddi kardiyak aritmi, serebrovasküler hastalıklar, arteriyal tromboz veya rekküren venöz trombozu olan kişiler kan veremezler.
• Allerji ( Astım hastaları kan veremez. Polen allerjisi olanlar ise, sadece allerjileri oldukları dönemde kan veremezler.)
• Otoimmün hastalığı olanlar kan veremezler.
• Kanama diatezi (Kanama eğilimi) olanlar ömür boyu kan veremezler.
• Bronşit (Kronik bronşit hastaları kan veremez)
• Kronik nefrit ve pyelonefritli hastalar kan veremez. Akut glomerulonefrit geçirmiş olanlar ise, iyileşmeden 5 yıl sonra bağış yapabilir.
• Malign (Habis) hastalığı olanlar, gönüllü donör olarak kabul edilmezler.
• Brusella almış olanlar, tam iyileşmeyi takiben iki sene sonra kan bağışı gönüllüsü olabilirler.
• Epilepsi hastaları, kan veremezler.
• Osteomyelit geçirmiş hastalar, tam düzelmeden 5 yıl sonra kan verebilirler.
• Cerrahi: Büyük ameliyatlardan sonra 6 ay boyunca kan bağışı alınmaz.Mide rezeksiyonu geçirenler ise, hiçbir zaman donör olamazlar.
• Transfüzyon: Kan veya kan ürünü alan donörler, 1 yıl boyunca kan veremezler.
• Attenüe virus aşısı yapılmış olanlar 3 hafta kan veremez.( Su çiçeği, sarı humma, kızamık, kızamıkçık, oral polio, kabakulak)
• Ölü bakteri aşısı olanlar, 5 gün donör olamazlar.( Kolera, tifo, antrax)
• İnaktif virus aşısı ve toxoid alanlar ise 3 gün kan veremezler ( Polio-injeksiyon , influenza, rabies, difteri, tetanoz
)

Kimler kan verebilir?

0 yorum | Devamını Oku...
• Donör: Kan bağışı yapan kişi.
• Yaş: 18 - 65 yaşları arasında olan her sağlıklı kişi kan verebilir.

• Sıklık: Erkekler,en sık 2 ayda bir; kadınlar ise, en sık 3 ayda bir olmak üzere ve yılda toplam 4 üniteyi geçmemek koşuluyla kan verebilirler.

• Vücut Ağırlığı: 50 kg'ın üzerinde olan herkes kan bağışı yapabilir.

• Miktar: Bağışlanan kan standart olarak 450 mL'dir. İnsan vücudunda toplam 5000-6000 mL kan olduğu düşünülürse, bu miktar, toplam kan hacminin sadece % 7,5-9' u kadardır.Kan bağışını takiben, eksilen sıvı hacmi, damar dışındaki sıvının, damar içine geçmesiyle saatler içerisinde karşılanır. Hücrelerin yenilenmesi süreci ise, 2 ay kadardır. Düzenli aralıklarla yapılan kan bağışının sağlık açısından herhangi bir sakıncası olmadığı gibi, aksine bir çok yararı mevcuttur.

• Anemi: Kansızlık, elbetteki kan bağışı için engeldir. Günlük yaşamın olağan sayılabilecek ve çoğunlukla psikolojik kaynaklı olan halsizlik, bitkinlik gibi durumlar, anemi olarak algılanmamalıdır. Anemi tanısı, kan testleriyle yapılmaktadır. Kan bağışı için kriter hemoglobin değeridir.

• Saklama: Kanın saklanma süresi, torba içindeki antikoagülan solüsyonun niteliğine bağlıdır. Bugün kullanılmakta olan torbalarda bu süre 35-42 gündür.Bu süre, kanın tüketimi için fazlasıyla yeterli bir depolama süresidir.

• Sterilite: Kan torbaları, tek kullanımlık ve steril olarak imal edilmektedir. Bu sebeple, kan bağışı sırasında donöre herhangi bir hastalık bulaştırılması söz konusu değildir.

• Yan Etki: Kan bağışının, kilo aldırma, zayıflatma, halsiz bırakma, kaşıntı ve bağımlılık gibi yan etkileri yoktur.

• Tansiyon: Sistolik kan basıncı 180 mmHg'yı, diastolik kan basıncı ise, 100 mmHg'yı aşmamalıdır.

• İlaç Kullanımı: Almış olduğunuz ilaçlar, kanınıza geçmektedir. Bu ilaçlardan bazıları kan bağışı yapmaya engel teşkil eder.Kan bağışından önce, eğer sağlığınız açısından mecbur değilseniz, ilaç almayınız. Almak durumundaysanız, kan verip veremeyeceğinizi kan merkezi doktorlarımıza danışabilirsiniz.

1. Aspirin kullanımı; Kan bağışına engel değildir. Sadece, trombosit 3. Accutan veya benzeri retinoik asit türevi ilaçları kullananlar, ilacı bıraktıktan 4 hafta sonra gönüllü donör olabilir.amaçlı kal alımında veya tromboferezde dikkat edilmelidir.
2. Tegison (Sedef hastalığında kullanılan bir ilaç) kullananlar, ilacı kestikten 3 yıl sonra kan verebilir.

4. Faktör konsantresi kullananlar, donör olamazlar

Kan Vermenin Faydaları Nelerdir?

0 yorum | Devamını Oku...
• Kemik iliğinin yağlanmasını önleyip, kan yapımı canlı tutulur.

• Verilen kanın yerine, anında vücuttan genç hücreler dolaşımına katıldığı için, bağışçı daha dinç ve canlı olur.

• Kandaki yüksek yağ oranı düşer.

• Kan bağışı kalp krizi ihtimalini %90 azaltır.

• Kan bağışlayan kişide baş ağrısı, stres, yüksek tansiyon, yorgunluk gibi rahatsızlıkların giderilmesinde çok büyük katkısı olur.

• Kan bağışçısı her kan verdiğinde: AIDS, Hepatit B, Hepatit C, Sifilis

• Kan grubu taramasından ücretsiz olarak yararlanmış olur.

• Bağışlanan kan, Trafik kazasında yaralanan bir kimsenin, kan uyuşmazlığı olan bir bebeğin, kan bulunmazsa ölecek bir hastanın hayata dönmesine bir vesile olacaktır.

• Kan bağışında bulunanlara KAN SİGORTA KARTI tahsis edilir. Bu kart gerçekleşmesini arzu etmediğimiz acil kan ihtiyaçlarında size ve soyadınızı taşıyan bütün yakınlarınıza Kızılay Kan Merkezlerinden azami öncelikli kan alma ve sosyal güvencesi olmayanlar için ücretsiz kan temin edilmede kullanılır.

Küçük Kan Dolaşımı ve Büyük Kan Dolaşımı Nedir?

0 yorum | Devamını Oku...

BÜYÜK VE KÜÇÜK KAN DOLAŞIMI
İnsan organizmasındaki kan dolaşımı, "Büyük kan dolaşımı" ve "Küçük kan dolaşımı" olarak iki sistemde düşünülebilinir. Büyük kan dolaşımı sol ventrikülden başlar.

Büyük Kan Dolaşımı
Sol ventrikül kasılıp içindeki temiz kanı aortaya pompalar. Aorta ve ondan kaynaklanan pek çok yan ve uç dal, bu kanın dokular düzeyindeki kılcal damarlara ulaşmasını sağlar. Kılcal damarlar düzeyinde doku ile temiz kan arasında madde alışverişi gerçekleştikten sonra, kan kılcalları terk edip toplardamarlara girer.

Toplardamarlardaki kan halk arasında "Pis kan" olarak bilinmektedir. Pis sözcüğünün bilimsel bir yanı olmadığı gerçektir. Bu nedenle toplardamar kanı için, pis deyimi yerine karbondioksit ve hücre metabolizması artıkları yönünden zenginleşmiş kan dersek, konuyu daha bilimsel bir açıdan ele almış oluruz. Vücuttaki bütün toplardamarlar, sonunda "Vena kava süperior" ya da "Vena kava inferior"a boşalırlar. Vücudun bütün toplardamar kanını toplayan bu iki büyük toplardamar sonunda kalbin sağ atrium denilen odacığına açılır. Böylece büyük kan dolaşımı tamamlanmış olur. Görüldüğü gibi sol ventrikülden başlayıp, vücudu dolaştıktan sonra sağ atriumda biten büyük kan dolaşımı, dokulara oksijenden zengin taze kan sağlamakla kalmıyor -aynı zamanda dokulardaki metabolizma artıklarını ve karbondioksiti bu bölgelerden uzaklaştırıyor.

Küçük kan dolaşımı ise kalbin sağ ventrikül denilen odacığı ile sol atrium denilen odacığı arasında gerçekleşmektedir. Büyük dolaşımdan, vena kavalar yolu ile sağ atriuma taşınmış olan kan, sağ atriumun kasılmasıyla sağ ventriküle pompalanır. Böylece pis kan sağ ventriküle girerek, küçük dolaşım sistemine katılmış olur.

Küçük Kan Dolaşımı
Sağ ventrikül kasılarak içindeki pis kanı pulmoner delikten geçirerek, trunkus pulmonalise pompalar. Bilindiği gibi trunkus pulmonalis, biraz yukarıda sağ ve sol akciğerlere giden iki dala ayrılır. Sağa giden dala "Sağ pulmoner arter", sol akciğere giden dala ise "Sol pulmoner arter" denilmektedir. Böylece sağ ventriküldeki pis kan, özellikle karbondioksit yönünden temizlenip oksijen yönünden zenginleşmesi için akciğerlere ulaşmış olur. Akciğerlere gelen kan, buradaki hava keseciklerinin duvarlarındaki (alveol septumları) kılcal damarlara yayılır. Bu düzeyde akciğer have keseciklerindeki temiz hava ile kılcallardaki kan arasında büyük bir hızla gaz alışverişi gerçekleşir.

Kan karbondioksidini akciğer havasına verirken, ondan oksijeni-alır. Böylece vücudun karbondioksitten zengin toplardamar kanı, akciğerlerde karbondioksitini azaltıp oksijenden zenginleşerek, atardamar kanma, yani temiz kana dönüşmüş olur. Akciğerlerde atardamar kanı haline gelmiş olan kan, daha sonra pulmoner venalar denilen dört toplardamar aracılığıyla kalbin sol atrium denilen odacığına taşınır. Böylece küçük dolaşım da son bulmuş olur. Sol atrium daha sonra kasılıp kendisine getirilmiş olan temiz kanı sol ventriküle pompalayarak, bu kanın büyük dolaşıma katılmasını sağlar.

Özet olarak şunu söyleyebiliriz: Büyük dolaşımda toplardamar kanı haline (pis kan) gelen atardamar kanı (temiz kan), küçük kan dolaşımına girerek, yeniden atardamar kanı haline gelir.

Kan Grupları Hakkında Detaylı Bilgiler

0 yorum | Devamını Oku...

Kan Grupları 
İnsanların kanları, alyuvarlardaki aglütinojenlerin çeşitlerine ve durumuna göre gruplandırılmıştır.
İnsan kanı temel kan grupları olarak 0 (sıfır), A, B ve AB olmak üzere dörde ayrılmıştır.
0 (sıfır) gurubu kanda, alyuvarlarda aglütinojen yoktur.
A gurubu alyuvarlarda yalnız
A, B gurubu alyuvarlarda yalnız
B ve AB gurubu alyuvarlarda ise hem A hem de B aglütinojenleri bulunur.
Rh Nedir Kan grupları üzerinde çalışmalar sürerken bazı insanların kanlarında bulunan alyuvarlarda Rhesus faktörü adı verilen bir maddenin varlığı ortaya çıkarılmıştır. Rhesus faktörü kısaca Rh faktörü olarak belirlenmektedir. Rh faktörü pozitif (+) ve negatif (-) işaretleriyle belirtilir. İnsanların yüzde 85inde Rh faktörü pozitif olarak vardır. İnsanların yüzde 15inde ise Rh faktörü yoktur ve bu insanlar Rh (-) olarak belirlenir.
Kanlar Birbirine Nasıl Verilir Bir insandan diğerine kan aktarılması (transfüzyon) yapılırken hem kan gruplarına hem de o gruplarda Rh faktörünün bulunup bulunmadığı göz önüne alınır. Rh faktörsüz kanı olan kişiye Rh faktörlü kan verilemez. 0 (sıfır) gurubu olan bir insan, yalnız kendi gurubundan kan alabilir, ama hem kendi gurubuna hem de diğer gruplara kan verebilir, çünkü alyuvarlarında aglütinojen yoktur. 0 (sıfır) gurubu kanı olanlara genel verici denir. AB kan gurubu olan bir insan, her gruptan kan alabilir, çünkü kan serumunda hem A hem de B aglütinojenleri vardır. Ancak kendi gurubundan başka gruplara kan veremez. AB kan gurubundan olanlara genel alıcı denir. A kan gurubu olan bir insan, kendi gurubundan ve 0 (sıfır) gurubundan kan olabilir ve kendi gurubu ile AB gurubuna kan verebilir. B kan gurubundan olan bir insan, kendi gurubu ile 0 (sıfır) gurubundan kan alabilir ve kendi gurubu ile AB gurubuna kan verebilir.
Farklı Kan Gruplarından Birbirine Kan Verilirse Ne Olur 
Kan gruplarının özellikleri ve Rh faktörü kalıtsaldır. Kan grupları uyuşmayanlar arasındaki kan alışverişi sonucu kan alan kişide aglütinasyon olur ve kan alanı öldürür. Kan aktarımında Rh faktörü göz önünde tutulmalıdır. Bunun nedeni, Rh negatif guruba girenlerin kan serumunda antikor bulunmasıdır. Evlenmelerde Rh faktörünün önemi bu nedenle büyüktür. Rh faktörü pozitif bir erkekle Rh faktörü negatif olan bir kadının evlilikleri sonucu çocuk, babanın Rh pozitif faktörlü kanını alabileceğinden, annenin Rh negatif faktörlü kanında çocuktan anneye geçen Rh pozitif faktörüne karşı oluşacak antikorlar çocuğa geçer ve çocukta ağır bir hastalık oluşarak ölüme neden olur.
Bir Defada İnsandan Ne Kadar Kan Alınabilir 
Bir insana kan verilmesi, ya da aktarımı toplardamar aracılığı ile yapılır ve bir keresinde ancak, 300 gram kan verilebilir. Bu miktar gerekirse tekrarlanır.
Kan Grupları Nasıl Bulunmuştur 
Kan transfüzyonlarının, kan grupları hakkında hiçbir bilgi olmadığı halde önceleri başarıyla sürdürülmesi dikkat çekicidir. Landois 1875’de köpek kanının başka bir cinsin kanı ile karıştırıldığında 2 dk. içerisinde hemen daima lizise (hücre parçalanması) neden olduğunu bildirmiştir. Bu çalışmadan haberdar olan Karl Landsteiner 22 kişide yaptığı çalışmada eritrosit ve serum arasındaki reaksiyonları tarif ederek 1901’de sonuçlarını yayınlamıştır. Landsteiner önceleri A, B, C olmak üzere üç kan grubu tanımladı. Sonraki yıl öğrencileri olan DeCastello ve Sturli 155 kişiyi kapsayan daha geniş bir çalışma ile kan grup sistemini A, B, O, AB olarak tanımladılar (1902). (19. yy’ın ikinci yarısında Alman bir doktorun şu sözleri şaşırtıcı değildi. Koyun kanı nakletmek için üç tane koyuna ihtiyaç vardır; ilki kanı alınan, ikincisi kanın nakledilmesine müsaade eden, üçüncüsü ise nakli gerçekleştiren olarak). 1922’de Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden Landsteiner 1930 yılında Nobel Tıp Ödülü’ne layık görülmüştür.
Diğer kan grup sistemleri tanımlanmadan neredeyse yarım yüzyıllık bir zaman geçmiş ve 1939’da Phillip Levine tarafından sunulan bir olgu ile Rhesus (Rh faktörünün bulunduğu maymunun adı) faktörünün varlığına dikkat çekilmiştir. Sonraki birkaç yıl içerisinde yapılan benzer çalışmalarla yeni antijen sistemleri tanımlanmıştır.
Anne ve Babanın Kan Grupları Çocuklara Nasıl Etki Eder 
Kan grupları anne ve babadan çocuklarına Mendel kanunlarına göre genetik olarak aktarılır. Buna göre anneden 1 ve babadan 1 gen çocuğa aktarılır. Bu Mendel çaprazlaması ile açıklanabilir: Aşağıdaki tabloda A pozitif bir anne ile B pozitif bir babanın çocuklarında görülebilecek kan grupları verilmiştir. AB, A, B ve O kan grubundan çocuklar dünyaya gelebilir.
Eğer anne veya baba AA ise buna homozigot (anneden ve babadan gelen genlerin aynı karakterde olması) denir. AO gibi bir gen dağılıma ise heterozigot (anneden ve babadan gelen genlerin farklı karakterde olması) denir. Homozigot anne ve homozigot bir babanın çocukları aynı kan grubundan olacaktır. Yan yana gelen iki gen için baskınlık (dominantlık) veya  çekiniklik (resesiflik) söz konusudur. Baskın gen çekinik genin özelliklerini baskılar ve onun özelliklerini örter. A B O sisteminde A ve B baskın O ise çekiniktir. Dolayısıyla kişi AO ise O çekinik kalır ve kişi A grubu olarak belirlenir. O grubunun özellikleri ancak OO durumunda ortaya çıkar.
Genotip: Kişinin taşıdığı gen yapısını ifade eder. A grubu bir insanın genotipi AA veya AO dır.
Fenotip: Kişinin baskın genler dolayısı ile ortaya çıkan görünümü ifade eder. Genotipi AO olan bir bireyin fenotipi A’ dır. Bir kişinin kan grubundan bahsederken onun fenotipinden bahsediliyor demektir.
Rh sisteminde de Mendel  genetiği kuralları geçerlidir. Dolayısıyla Anne ve baba Rh pozitif olsalar bile çocukları Rh negatif olabilir.
Kan Uyuşmazlığı Nedir ?
Kan uyuşmazlığı anne kanında çocuğun kan grubuna karşı gelişen antikorların çocukta hastalık yapmasıdır.
Gerek AB0 gerekse Rh sisteminde anne ile çocuk arasında kan uyuşmazlığı görülebilir.  AB0 uyuşmazlığı Rh uyuşmazlığına göre daha sık görülmesine rağmen daha iyi seyreder, sarılık daha ender görülür, çocukta kalıcı hastalık yapma riski daha azdır, nadiren bebeğin kanının değişmesi gerekir. Rh uyuşmazlığı ise daha nadir görülür ancak kötü seyirlidir; sıklıkla sarılık yapar,çoğunlukla bebeğin kanının değişmesi gerekir, iyi tedavi edilemezse kalıcı arazlara yol açar veya ölümle sonuçlanabilir.
Rh negatif annenin Rh pozitif çocuğu olursa uyuşmazlık söz konusudur. Rh negatif bir annenin Rh pozitif bir çocuğu olması için baba Rh pozitif olmalıdır. Ancak şu da bilinmelidir ki Rh pozitif bir baba ile Rh negatif bir anneden Rh negatif bir çocuk da doğabilir. Böyle bir durumda uyuşmazlık yoktur. Diğer taraftan annenin Rh pozitif  çocuğun Rh negatif olduğu durumda da uyuşmazlık söz konusu değildir.
Annenin Rh negatif babanın Rh pozitif olduğu durumlarda gebeliğin dikkatli takibi ile her hangi bir risk olmaksızın sağlıklı bebekler doğar.
Gebelik takibinde annenin kanında  normalde olmaması gereken anti-Rh (anti-D) araştırılır, bu teste indirek coombs testi denilir. Doğum sonrası bebekte anneden geçen antikorların aranmasına ise direk coombs testi denilir.
Tedavide amaç annenin Rh  antikorları oluşturmasını engellemektir. Bunun sağlamak için kan grubu Rh negatif ve eşi Rh pozitif olan gebelere 28. haftada anti-D (Rhogam) iğnesi yapılır. Doğumdan sonra bebeğin kan grubu pozitif ise ilk 72 saat içinde yeniden anti-D yapılmalıdır. Düşük, dış gebelik, kürtaj gibi durumlarda da müdahaleyi takiben anti-D yapılır.
Sonuç olarak kan uyuşmazlığı şüphesi olan çiftlerin (Rh negatif anne ve Rh pozitif baba) çocuk sahibi olma konusunda endişeye kapılmamaları gerekir; itinalı gebelik takibi ve gerekli tedavi ile normal sağlıklı bebekleri olmaması için hiçbir neden yoktur.
Kanın Yapısı Ve Görevleri 
Kan; geçmişten günümüze sağlık ve yaşamın temel simgesi olarak görülmüş, modern tıpta “tek kaynağı insan olan yaşamsal bir ilaç” olarak kabul görmektedir.
Kalbe gelen kan pompalanarak, damar içinde yol alır. Kan; damarlarımızda bir nehir gibi dolaşarak vücuttaki tüm hücrelere besin ve oksijen taşır. Hormonların taşınması, hastalık etkenleriyle (virüs, bakteri v.b.) savaş, pıhtılaşma gibi birçok konuda da görevlidir.
Aynı zamanda hücreler tarafından oluşturulan karbondioksit, atık ve zehirli maddeleri de hücrelerden alarak ilgili organlara taşır.
Birincil önem taşıyan görevi oksijenin taşınmasıdır. Yeterince oksijen taşınmazsa;
- Dokular ve organların görevlerinde aksamalar olur.
- Aksamalar öncelikle yaşamsal önemi olmayan organlarda görülür (kas ve deri gibi).
- Kalp, beyin gibi doku ve organlar korunur. Oksijensizlik ilerlerse bu organ ve dokular da etkilenir.
İnsan Vücudunda Ne Kadar Kan Vardır 
Normal bir insanda 5000-6000 mL (5-6 litre) kadar kan bulunmaktadır. Ortalama vücut ağırlığının % 8’ini oluşturur.
Kanın;
- % 40-50′si hücrelerden
- % 50-60‘ı sıvı kısım olan plazmadan meydana gelmektedir.
Kan Hücreleri :
Kemik iliğinde üretilirler. Kemik iliği gerektiğinde bu hücrelerin üretilmesini hızlandırabilir. Üçe ayrılırlar.
1) Alyuvar (Eritrosit)
2) Akyuvar (Lökosit)
3) Kan Pulcukları (Trombosit)
Alyuvar (Eritrosit)
- İçlerindeki hemoglobin sayesinde oksijen ve karbondioksit taşınmasında rol oynar.
- Kana kırmızı rengini veren hücredir.
- 1 mm3 kanda ortalama 5 milyon alyuvar bulunur.
- İnsan vücudunda 120 gün yaşar.
Akyuvar (Lökosit)
- Yabancı maddelerle veya hastalık etkenleriyle ( virüs, bakteri v. b. ) karşılaştığımızda vücudumuzu koruyan savunma hücreleridir.
- Hastalık etkeni vücudumuza girdikten sonra akyuvarlar antikor üretirler. Bu antikorlar hastalık etkenine karşı savaşırlar.
- Her bulaşıcı hastalığın pencere dönemi dediğimiz bir dönemi vardır.
- Bu dönemde hem hastalık etkeni hem de antikorlar savaş için çoğalırlar.
- Eğer bu dönemde test yapılırsa; etken belirli seviyeye gelmediği için hastalık saptanamaz.
- Akyuvarların birçok çeşidi olmakla birlikte, her çeşidin yaşam süresi farklıdır.
- 1 mm3 kanda ortalama 6 – 10 bin kadar akyuvar bulunur.
Plazma :
Kanın sıvı kısmına plazma denir. Tüm kan hücreleri bu sıvı içerisinde bulunur. Plazma;
- Su (% 92),
- Elektrolitler (sodyum, potasyum, klor v.b.),
- Albumin, globulin, immünglobulin gibi yaşamsal proteinlerden oluşur.
Kan Grubu Nasıl Öğrenilir Hangi Teknikler Kullanılır
Kan merkezlerinde eritrosit antijen ve antikor reaksiyonlarının gösterilmesinde RIA (Radioimmun assay) , EIA (Enzymeimmun assay) de dahil olmak üzere çok sayıda yöntem mevcuttur. Ancak, bu yöntemlerin en basit olanı aglutinasyon tekniğidir.
Elektrolitli ortamda eritrositlerin yüzeyindeki antijenler, ortamda bulunan özgül antikorlarla birleşecek olurlarsa, gözle görülebilecek kümeler oluşturarak çökerler. Bu olaya Hemaglutinasyon denir.
Zeta Potansiyel 
Serum fizyolojik içerisinde süspanse edilen eritrositler, birbirlerine yaklaşık 25 nm uzaklıkta bulunurlar. Bu uzaklık, RBC yüzeyindeki negatif elektriksel yükün birbirine itmesi ile oluşur. RBC yüzeyindeki negatif yükün derecesine zeta potansiyel denir. Süspansiyon içindeki katyonlar (+ yüklü iyonlar, ör: Na+) RBC yüzeyini kuşatırlar ve RBC yüzeyindeki negatif elektriksel yük ile onu kuşatan katyonların oluşturduğu potansiyel farkı, kısaca zeta potansiyel diye nitelenebilir.
Hemaglutinasyon Sonuçlarına Etki Eden Faktörler
1. Fiziksel Koşullar
a. İnkübasyon Isısı
IgM tipi antikorlar……….. 4-27 C° (Oda ısısı)
IgG tipi antikorlar ………..30-37 C° (İnkübatör)
b. İnkübasyon Süresi
c. Santrifüj hız ve süresi
d. Ortam: pH, LISS solüsyonu, enzimler, makromoleküller
2. Eritrositler
a. Yüzey antijenlerinin sayısı, tipi, lokalizasyonu ve immunojenitesi
b. Homozigot veya heterozigot olmaları
3. Serum
a. Protein İçeriği
b. Antikorların Yapı ve Türleri
Yeni doğanlar ve yetişkinlerin antijenik reaktivitesi farklıdır. A ve B (Ayrıca P1,Lua, Lub, Yta, Xg ve Vel) antijenlerinin aktivitesi yetişkinlere göre oldukça düşüktür, ancak Rh (Ayrıca K, Fy, Jk, MNSs, Di, Do, Sc, Coa, Aua) aktivitesi, doğumda tam gelişmiştir.
Hemaglutinasyonu Kolaylaştıran Faktörler
1. Eritrositler arası mesafeyi kısaltma
a. Proteolitik enzimler: Papain, bromelin, ficin, neuraminidase, tripsin
b. Albumin: Muhtemelen RBC yüzeyindeki negatif elektrik yükü nötralize ederek etki göstermektedir.
c. Polikatyonlar: Polybrene ve protamin gibi polikatyonların eklenmesi ortamın katyon yoğunluğunu artırır ve RBC yüzeyindeki negatif yükün nötralizasyonunu sağlar.
d. LISS (Low ionic strength solution) : Ortamdaki ion sayısını azaltır.
e. Santrifüj: Santrifügasyon sırasında RBC’ler birbirlerine yaklaşırlar.

2. İki eritrosit arasında köprü oluşturma: Coombs Serumu
Yöntemler
Slide Yöntemi
Tüp Yöntemi
Jel Santrifügasyon Yöntemi
Mikroplate Yöntemi
Manual Polybrene Testi
Yarı veya Tam Otomatize Sistemler
Slide Yöntemi
ABO ve RhD antijenlerinin hızlı bir şekilde tanımlanmasında kullanılır. Eşit miktarda antiserum ile parmak ucundan alınan kan veya %20’lik eritrosit süspansiyonu lam veya fayans üzerinde çevirme hareketi ile karıştırılır. Eritrositlerin kümeler oluşturması, yani aglutinasyon oluşumu gözlenir. Tepkime yüzeyi geniş olduğundan buharlaşma fazladır. Bu sebeple 1-2 dakika (max.5 dakika) içinde değerlendirilmelidir.

Tüp Aglutinasyon Testi

Serum fizyolojikle hazırlanan eritrosit süspansiyonu ile antijen bir tüpte karıştırılır. 1000 rpm devirle 1 dakika santrifüge edildikten sonra tekrar süspanse edilir ve aglutinasyon değerlendirilir. Bu değerlendirme mikroskopla veya mercekle yapılabilir. Alternatif olarak bir damla kan lama alınarak, mikroskopla küçük büyütmede de incelenebilir. Fiziksel koşullar uygun olarak hazırlandığında, sonuçlar oldukça güvenilirdir. Buharlaşma sorunu yoktur. İstendiğinde 37 C°’de 1-2 saat inkübe edilebilir. Öte yandan RBC yıkama işlemlerinin fazla olması nedeniyle kontsyon olasılığı diğerlerine göre daha fazladır.

Jel Santrifügasyon Yöntemi

Jel testi birçok yönden tüp yöntemine benzer. Testte 5×7 cm büyüklüğünde plastik kartlar kullanılır. Her kartın üzerinde 6 mikrotüp vardır. Mikrotüplerin tabanı, değerlendirmeyi kolaylaştırmak için konik; üst kısmı ise, inkübasyon gerektiren testler için daha geniş olarak yapılmıştır. Tüplerin içerisinde Sephadex-G 100 maddesini içeren bir jel vardır. Bu madde başlangıçta toz halindedir; ancak buffer ile karıştığında jel halini alır. Kartlar için jel hazırlanırken, önce buffer ile yıkanarak şişmesi sağlanır. Daha sonra da buffer içerisinde süspansiyonu hazırlanır. Kullanılacağı testin özelliğine göre serum fizyolojik veya LISS, buffer olarak kullanılır.
Testte zaman ve hız yönünden standardize edilmiş bir santrifüj kullanılmaktadır. Santrifügasyon işlemi, 70x’de 10 dakika yapılır. Deneysel çalışmalar, santrifüj ekseninin de önemli olduğunu göstermiştir. Bu nedenle, eksen santrifüj gücü ile düşey ve yatay planda tam bir doğru oluşturmaktadır.
Buffer ile yıkama sırasında şişen jel, sadece aglutine olmayan RBC’lerin geçişine izin verir. Aglutine olmayan eritrositler, santrifüj işlemi sırasında jel tabakasını geçerek, konik kısımda çökerler. Aglutine olmuş eritrositler ise üst kısımda kümeler oluştururlar. Kuvvetli aglutinasyonda çok büyük kümeler oluşur ve jel üzerinde bir tabaka meydana getirirler. Zayıf aglutinasyonda ise küçük kümeler oluşur ve reaksiyonun şiddetini değerlendirmek de kolaylaşmış olur.

Mikroplate Yöntemi

Mikroplate yönteminde U veya V tabanlı plastik 96 godeli mikrotitrasyon plakları kullanılır. Eritrosit süspansiyonu U pleyt için %1-2’lik, V pleyt için %0,03 konsantrasyonda hazırlanır. 20 µL antiserum ve 20 µL eritrosit süspansiyonu godeye eklendikten sonra plak, santrifüge edilir. U pleytler çalkalanıp klasik teknikler gibi değerlendirilirken, V tabanlı pleytler 75 C°’de 10 dakika inkübe edildikten sonra değerlendirilir. Düşük konsantrasyonda eritrosit kullanıldığı için diğer yöntemlerden daha duyarlıdır. Çok az miktarda antiserum kullanıldığı için daha ekonomik bir metotdur.

Polybrene Yöntemi

Katyonik bir polimer olan polybrene normal eritrositlerde agregasyona neden olur. Bu agregasyon ortama sodyum sitrat eklendiğinde dağılır. Eğer eritrositler antikorlarla kaplanmış ise, polybrene eklendiğinde antikorlar, eritrositler arasında köprü oluşturarak aglutinasyona neden olur. Bu şekilde oluşan agregasyon, sodyum sitratla dağılmaz. Polybrene, hem manual hem de otomatik sistemlerde mikroplate veya tüpte kullanılabilir. Testte yapılacak ilk işlem, eritrosit yüzeyinin antikorlarla kaplanması için eritrosit süspansiyonu ile antiserumu inkübe etmektir. Daha sonra ortama polybrene eklenir. Agregasyon oluşumu izlenir. Santrifügasyon sonrası supernatant uzaklaştırılır ve ortama trisodyum sitrat-dextroz karışımı eklenerek aglutinasyon değerlendirilir.

Antiserumların Kalite Kontrolü

Kalite kontrolünde amaç, her işlemi periyodik olarak kontrol ederek organizasyon hatalarını önlemektir. Anti-A, Anti-B, ve Anti-D için günümüzde yeni standartlar oluşturulmuştur. Bu standartlar FDA standartlarıyla eşdeğerdir. Aşağıdaki tablolarda ABO ve Rh antiserumlarının kalite kontrol standartları belirtilmiştir.
ABO antiserumlarının Kalite Kontrolü
ParametreKalite GereksinimiKontrol SıklığıLaboratuarGörünümHemoliz, presipitasyon, partiküller ve jel formasyonu görülmemeliHergünGrup LabReaktivite ve Özgünlükİmmün hemoliz, rülo formasyonu veya prozone fenomeni olmamalıdır. Uygun antijenlerle kaplanmış eritrositlerle açık reaksiyona girmeli ve hatalı reaksiyon olmamalıdır.Her yeni serideGrup LabEtkinlikDilue edilmememiş serum, serum fizyolojikli test tüpünde %3′lük eritrosit süspansiyonuyla oda ısısında 3-4 pozitif reaksiyon verebilmelidir. Titrasyon, A1 ve B hücreleri ile Anti-A, Anti-B ve Anti-AB için 128; A2 ve A2B hücreleri için 64 olmalıdır. Her yeni seride Grup Lab

Hakkımızda

Bu Sayfa Üzerinde Aklınıza gelecebilecek tüm sorulara cevap arayacağız, sormak istediginiz birşey varsa iletişim kısmından yazabilirsiniz.

Takip Listemizden

İstatistikler


Sitemizde 33 kategoride toplam yazı bulunmaktadır!

Görüntülenme

back to top