Kitap G etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap G etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2011 Pazartesi

Gün Olur Asra Bedel - Cengiz Aytmatov

0 yorum | Devamını Oku...
Cengiz Aytmatov, dünyanın en önde gelen roman ve öykü yazarlarındandır. Yapıtlarını Rusça veya Kırgızca olarak kaleme alan Aytmatov, roman ve öykülerinde Kırgız halkının yaşamını, kültürel yabancılaşmadan çevre kirliliğine değin pek çok sorunu değişik ve çarpıcı üslûpla kaleme almıştır.

Pek çok ödül ve nişanın sahibi olan Aytmatov, yazarlığın yanında Kırgızistan’ın Lüksemburg Büyük Elçiliği görevini yürütmektedir.

“Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir…gider gelirdi.. Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği Sarı Özek uzar giderdi. Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırdı. Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider, gelirdi…”

Aytmatov’un çok tanınan eserlerinden biri olan “Gün Olur Asra Bedel”, diğer adıyla “Gün Uzar Yüzyıl Olur” esas itibarıyla Sovyetler Birliği döneminde yaşanan sosyal ve kültürel sorunların bir öz eleştirisidir. Aytmatov, romanında, geçmişin efsaneleriyle geleceğin bilim kurgusunu harmanladığı çok özel bir teknik uygulamıştır.

Çağdaş romancılığın başyapıtlarından biri olan Gün Olur Yüzyıl Olur, aslında yalın bir kurguya dayalıdır. Uçsuz bucaksız bozkırların kuş uçmaz kervan geçmez köşelerinin birinde, belki ayda bir trenin geçtiği istasyonda görevli iki arkadaştır, Yedigey ve Kazgangap.

Aytmatov romanında, sıradan bir yaşamdan, ulusal ve toplumsal sorunlara gönderme yapar.Yer, Sarı Özek bozkırıdır…Kırgızistan’ın uçsuz bucaksız bozkırlarının birinde Sarı Özek’teki basit ve tekdüze bir yaşamın; demiryolcu Yedigey’in, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri arkadaşı ve en yakın dostu Kazangap’ı, vasiyeti üzerine, atalarından miras kaldığına inandığı ve kutsal bildiği Sarı Özek bölgesinde bir mezarlığa gömmek istemesinin ve bu süreçte yaşadığı çelişkilerin öyküsüdür. Çevre ve kişiler, bize pek yabancı olmayan, Orta Anadolu bozkırlarının ve halkının adeta bir kopyasıdır.

Aytmatov’un yapıtlarında başlangıç, aynı zamanda bitiştir. Başlayan her şey biter, biten her şey de yeni bir başlangıçtır. Zamanın erdiği bozkırlarda, gün, yüzyıl kadar uzun; geçen yüzyıllar ise bugün kadar yakındır aslında. Aytmatov tren raylarının sonsuzluğa uzayıp giden kıvrımları arasında yiyecek arayan bir tilkinin yaşadıklarını adeta empatik yaklaşımla yaşatır bizlere.

Kazgangap, sağlığında, Kırgız efsanelerinin birinde adı geçen Nayman Ana türbesinin yer aldığı Ana Beyit bölgesine gömülmek istediğini söylemiştir.

Her şey, bir devenin sırtında Ana Beyit mezarlığına yol alan cenaze konvoyunun en önünde giden Yedigey’in bilincinde oluşur ve gelişir. Sarı Özek’teki istasyondan kutsal mezarlığa giden cenaze konvoyunun başını çeken Yedigey, can dostu Kazgangap’la yaşadıklarını, bu kısa yolculuk sırasında geri dönüşlerle bilinç üstüne çıkarır. Romanın ilerleyen sayfalarında, anlatılanların, bu yolculuk boyunca tahayyül edilenlerin ürünü olduğu ortaya çıkar. Yedigey, koca ömrü, bir güne hatta saatlere sığdırır; geçmişin, şu anın ve geleceğin aynı şey olduğunu, deve sırtındaki bilinç akışlarında yaşar ve yaşatır.

Gün Olur Yüzyıl Olur, dönemin yönetim anlayışına, Stalin diktatörlüğüne eleştirel bir bakış getirir. Bu eleştirel bakış, devlet kademelerinde görev yapan kişilere olumsuz karakterler çizilmesiyle kendisini gösterir. Roman kahramanlarında Sabitcan, bozkırın karşısında şehri, sıradan Kırgızın karşısında ise yönetime yakın, toplumsal yabancılaşmaya örneği temsil eder. Aytmatov’un yapıtlarında olumsuz kişilerin şahsında, sistemin yozlaşmış uygulamaları, üstü kapalı da olsa acımasızca eleştilir.

Yedigey, can dostu Kazgangap’ın naaşını vefa borcunu ödemek üzere küçük bir cenaze konvoyuyla Ana Beyit’e götürmektedir. Ancak, destan kahramanı Nayman Ana’nın mezarının bulunduğu Ana Beyit’te, Sovyet yönetimince bir uzay üssü kurulmuştur.

Cengiz Aytmatov, romanında “mankurt” kavramını bir sosyoloji terimi yapacak derecede çarpıcı sosyolojik saptama yapar. Mankurt, Aytmatov’dan sonra, geçmişini unutmuş, bedeniyle ve ruhuyla karşı tarafın buyruğu altına girmiş, yeni efendisine yaranmak için kendi değerlerine, ailesine ihanet edenlerin ortak adıdır.

Nayman Ana, mankurt olan oğlunu kurtarmaya çalışan, umut ve korku dolu bir yürekle çalkalanan bir Kırgız anasıdır. Onun mücadelesi, trajediyle bitse de, sonraki yüzyıllarda yaşanacaklara âdeta geçmiş çağlardan, ötelerden bir uyarıdır.

Kırgız ananın trajedisi, bulduğu sandığı bir anda, oğlunun okuyla öldürülmesiyle, efsaneden modern topluma bir projeksiyon tutar. Tarihsel mankurtlaşma, aslında, modern zamanlarda yaşanan mankurtlaşmanın iz düşümüdür âdeta.

Gün Uzar Yüzyıl Olur’da geçmiş ile şu an, gerçekler ile destanlar iç içedir. Juan Juanlar, Sarı Özek bozkırında yaşayan Naymanların topraklarını istilâ eder. Tutsak aldıkları Nayman gençlerinin kafalarına yaş deve derisinden bir başlık geçirirler. Güneş altında kurumaya ve daralmaya başlayan deri, esirlere korkunç acılar verir. Tutsaklar bu işkencenin sonunda ya ölürler ya da mankurtlaşırlar yani belleklerini ve bilinçlerini yitirirler. Juan Juanlar, tutsakların anılarını belleklerinden silmekle, insanlığın bilincini yok etmekle insanlık onurunu ayaklar altına almayı başarmış bir topluluktur.

Mankurtlaşan tutsak artık efendisinden başkasını tanımaz. Ne anasını, ne babasını, ne de bir başka şeyi hatırlar. Ağzı var, dili yoktur artık; isyanı ve itaatsizliği hiç düşünmeyen tek varlıktır yeryüzünde.,

Yedigey’in Kazgangap’ı gömmek istediği yer, Nayman Ana’nın mezarı artık uzay üssüdür. Romanda yerleşik sistemin değerlerini simgeleyen Kazgangap’ın oğlu Sabitcan ise babasının cenazesine dahi zorla gelmiştir; herhangi bir sorun çıkmadan bir an önce törenin bitmesini ve şehre dönmeyi istemektedir.

Üsse yaklaşan cenaze konvoyunu durduran nöbetçiler, buranın askerî bölge olduğunu söyleyerek cenaze konvoyunun Ana Beyit’e girmesine izin vermek istemezler. Tartışma sürerken Nöbetçi subay gelir. Nöbetçi subay Kırgız kökenli bir delikanlıdır. Kendi halkından bir muhatapla karşılaşan Yedigey sorunu çözeceği inancıyla konuyu açıklamaya başlar. Nöbetçi subayın cevabı çok kısa ve çarpıcıdır: “Yoldaş, Rusça konuş” . Yedigey afallayarak niçin Kırgızca konuşmadığını sorar. Kırgız subay görevde olduğunu, görevde iken Kırgızca konuşamayacağı cevabını verir.

Konvoy çaresizlik içinde, kutsal topraklardan uzaklaşır. Yedigey başka bir yerde cenazeyi yaparak gömer; ancak Kırgız geleneklerini, tam olarak bilmeden ve uygulayamadan gömmek onu çok rahatsız etmiştir.

Aytmatov, baskıcı bir rejimin yerel ve ulusal değerleri silmeye çalıştığı bir zamanda alegrofik imgelerle ulusal kimliğini örten perdeyi aralamayı bilmiş, toplumsal sorunları ve bu sorunların derin yapılarını zamanın gündemine taşıma olanağını yaratmış ve romanlarıyla insanlığın hizmetine sunmuştur.

Gurbet Hikayeleri - Refik Halid Karay

0 yorum | Devamını Oku...
1.KİTABIN KONUSU :

Kitabın konusunu bir veya birden fazla kişinin başından geçmiş, yaşanmış olaylar oluşturmaktadır. Memleket özlemi kitapta çok olarak işlenmiş konular arasındadır.

2.KİTABIN ÖZETİ :

Eskici :

Hasan adında bir çocuk vardır ve İstanbul’da yaşamaktadır. İstanbul’da yaşarken anne ve babasını kaybetmiş, hiç yakın akrabası kalmamıştır. Yöre halkı Hasan’ı Filistin’e halasının yanına göndermeyi uygun görmüşlerdir. Hasan’ı vapura bindirip Filistin’e gönderirler.

Halasının yanına giden Hasan, o yörenin diline yabancı olduğu için hiç kimsyle konuşmaz. Bir gün halasının evine ayakkabıları tamir için bir eskici gelir ve Hasan onun karşısına oturarak onu seyretmeye başlar. Daha sonra eskiciye ‘ çiviler ağzını acıtmıyor mu?’ der. Eskici önce çocuğun Türkçe konuşmasını garipser. Daha sonra sen nerelisin diye sorar. Hasan anlatmaya başlar. Hiç durmadan konuşmaktadır. Eskiciyle beraber memleketlerinden bahsederler. Eskicinin işi bitmiş, gitme zamanı gelmiştir. Ayrılırken hasan çok ağlar ama elinden hiçbir şey gelmez.

Köpek :

Osman memleketinden uzun süre önce ayrılır ve Lübnan’da çalışmaya başlar. Osman kimseyle konuşmayan çok yalnız biridir. Bir gün yine işe çıkmışken arkasına bir köpek takılır. Ona bakınca onunda memleketinden uzak olduğunu düşünür. Köpeğin kaderinin kendisine benzediğini düşünerek onu yanına alır. Artık her yere onunla gider olmuştur. Köpek, Osman’ın yanına geldiğinden beri kilo alır, Osman’la oynamaya onu sevmeye başlar.

Bir gün Osman’ı Lübnan’da zabitler yakalar. Yasak olarak çalıştığından dolayı onu şehir dışı etmek isterler. Ama köpeğin onunla beraber gitmesini istemezler. O zamanlar hayvanların hastalık bulaştırma tehlikesi olduğu için, onları şehir dışı etmek yasaktır. Bu nedenle Osman’ı köpeksiz şehir dışı ederler. Osman çok üzülür hatta ayrılırken köpekle bile vedalaşır. Köpek ağlamaklı olmuştur ama bir şey yapamaz. Osman’ın eski neşesi artık kalmamıştır. Kader yine ona kazığını atmıştır.

Testi:

Ömer adında bir genç Lübnanda şoförlük yapmaktadır. Bir akşam arabasına üç bedevi biner ve ondan hemen bir doktara gitmesini isterler. Adamlardan biri nefes alırken zorluk çekmektedir. Ömer merak edip nesi olduğunu sorar. Bedevilerden yaşlıca olanı yanındakinin testisiden su içerken, testinin içine düşmüş olan bir arının boğazına kaçarak onu soktuğunu söyler.

Lübnan halkı o zamanlar hastalık bulaşır korkusuyla bardak kullanmaz, testiyle içerlerdi. Testiyle içerkende ağızdan birkaç parmak yukarıdan akıtarak içerelerdi. Bu tür olaylar orada çok sık olurdu.

Adam bir ara nefes almamaya başlar. O sırada ömer doktor yazılı bir yerde durur ve adamı içeri taşırlar. Fakat doktor birkaç saat önce hayata gözlerini yummuştur. Arı tarafından sokulan adamda aradan çok geçmeden doktorun yanında yerini alır.

3.KİTABIN ANA FİKRİ :
Kitapta, insanın memleketi kadar güzel bir yere sahip olamayacağı, onun kıymetini, ondan uzak kalanların daha iyi bildiğini ve uğruna her şeyden vazgeçilebilecek bir şey olduğu savunulmuştur.

4.KİTAPTAKİ ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ :

HASAN: Hasan kendi halinde, sevecen, yardımsever ve yaşamaktan zevk alan biridir. Başından geçen olaylar onu derinden etkilenmişse de, hayata bağlılığı fazla zayıflamamıştır.

ESKİCİ: Hayatta öylesine yaşayan, memleketinden uzun süre önce ayrılmış işini çok iyi yapan ve memleketlilerine karşı çok iyi davranan biridir

ÖMER: Küçük yaşta memleketinden ayrı düşmüş, çok iyi araba kullanan, bilgili, kültürlü ve görmüş geçirmiş birisidir.

OSMAN: Çok duygusal bir yapıya sahip, hayattta başından geçen olaylardan sonra kimseye güveni kalmamış, ama sevgiye sevilmeye muhtaç biridir.

5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER :

Kitap memleketimizin ne kadar güzel ve pahabiçilmez değerde olduğunu gözler önüne seren, okuyanı çok derinden etkileyen ve onların memleketlerine karşı olan duygularını çoşturan güzel bir yapıttır. Dili sade ve anlaşılması kolaydır. Yazar herkesin anlayacağı tüden bir üslup kullanmıştır. Herkesin okuması ve olaylardan ders çıkarması gereken bir kitaptır.

6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ :

1888'de İstanbul'da doğan Refik Halit, Bank-i Osmani serveznedarlarından, "bâlâ" rütbesine sahip Mehmed Halid Bey'in oğludur. Vezneciler'de Şemsu'l-Maarif ve Göztepe'de Taş Mektep'te okuyan ve ayrıca özel dersler de alan Refik Halid, Mekteb-i Sultani'yi terkettiği gibi, Mekteb-i Hukuk'u da yarıda bırakıp Maliye Merkez Kalemi'ne katip olarak girdi.

1908'de katipliği bırakarak, Servet-i Fünun'da ve Tercüman-ı Hakikat'te çalışmaya başladı, bu arada kendisine ait Son Havadis adıyla bir gazete çıkardı ancak bunu on beş sayı sürdürebildi. Fecr-i Ati Topluluğu'na katıldı, Servet-i Fünun'a yazılar verdi. Kalem adındaki mizah dergisinde de "Kirpi" müstear ismiyle siyasi mizah yazıları yazdı. Sada-yı Millet'te, bilahare Cem'de Kirpi müstear ismiyle yazılar yazdı.

Gazeteci Ahmet Samim'in 9 Haziran 1910'da İttihatçılarca katledilmesi üzerine İştirak adlı gazetenin 13 Haziran 1910 tarihli nüshasının buna ilişkin yazılara ayrılmasını sağladı ve bu yüzden İttihat ve Terakkicilerce mimlendi. "Kirpi" müstear ismiyle yazdığı, İttihat ve Terakki Fırkası'nı yerden yere vuran yazılarını "Kirpinin Dedikleri" adıyla bir kitapta topladı ve bu arada Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın elindeki Beyoğlu Belediyesi'nde yedi ay süreyle Başkatip olarak çalıştı, Mahmud Şevket Paşa'nın katlinden hemen sonra da, yargılanmaksızın Sinop'a sürüldü (1913), bilahare Çorum, Ankara ve Bilecik'e gönderildi. Bilecik'teyken ongünlük bir izinle İstanbul'a geldiğinde Ziya Gökalp'in yardımlarıyla geri dönmedi yani sürgünlüğü son buldu (1918).

Robert Kolej'de bir yıl kadar Türkçe öğretmenliği yaptı, bu arada Vakit, Tasvir-i Efkar ve Zaman gazetelerinde makaleler yayınlayan Refik Halid, Damat Ferit Paşa'nın dostluğu sayesinde, mütarekeden hemen sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası'na katıldı, Posta ve Telgraf Umum Müdürü olarak görevlendirildi (1919). İzmir'in işgalinden sonra Anadolu Hareketiyle İstanbul Hükumeti arasında yaşanan telgraf krizinde İstanbul Hükumetini tuttuğu için, İstanbul'un işgalcilerden kurtarılışının ardından 09.11.1922 tarihinde Beyrut'a kaçtı. Yüzellilikler listesine alınması ve ihracı konusunda baskı yapılması üzerine Suriye'nin vatandaşlığını kabul etmek zorunda kalan Refik Halid, Halep'te yayımlanan Doğruyol ve Vahdet gazetelerini yönetti, bir ara kendi adına çıkardığı gazeteyi de tepkiler yüzünden kapatmak zorunda kaldı.

Af Kanunuyla, 1938'de yurda dönüp, yazmaya ve geçimini bu yoldan sağlamaya devam eden Refik Halid, 18.7.1965 tarihinde İstanbul'da öldü.

ESERLERİ:

Romanları:İstanbul’un İçyüzü,Yezidin Kızı, Çete, Sürgün, Anahtar, Bu Bizim Hayatımız, Nilgün 1-2-3, Yeraltında Dünya Var, Dişi Örümcek, Bugünün Saraylısı, İkibin Yılın Sevgilisi, İki Cisimli kadın, Kadınlar Tekkesi, Karlı Dağdaki Ateş, Dört Yapraklı Yonca, Sonuncu Kadeh.

Hikaye Kitapları:Memleket Hikâyeleri, Gurbet Hikâyeleri,Kirpinin Dedikleri, Ago Paşa’nın Hatıraları, Ay Peşinde, Sakın Aldanma İnanma Kanma, Tanıdıklarım, Guguklu Saat, Bir Avuç Saçma, Bir İçim Su, İlk Adım, Üç Nesil Üç Hayat, Minelbab İlelmihrab.


ilk baskısı yayınevimiz tarafından yapılan Bir Ömür Boyunca, yazarın 1922-1938 arasındaki sürgünlük yıllarını kapsayan anılarıdır. Ama anlattıkları bu yıllarla ve bu dönemin olaylarıyla sınırlı değildir. Beyoğlu'nun lokanta adabı, Sinop'taki sürgün dünyası kadar Resneli Niyazi'nin meşhur geyiğinin akıbetini de Refik Halid'in güzel ve özgün üslubundan okuruz. Bir Ömür Boyunca, yazarın ölümünden sonra yayınlanan en güzel ve önemli eseridir.

Gulyabani - Hüseyin Rahmi Gürpınar

0 yorum | Devamını Oku...
1. KİTABIN KONUSU :
Yazar cin,peri ve gulyabani gibi boş inançların nasıl kötüye kullanılarak saf ve namuslu insanların kandırıldığını anlatmıştır.

2. KİTABIN ÖZETİ :
Hoppaca bir kız olan Munise çok güzel bir kızdır. Annesi ve babası o daha gençken ölür.Komşuları Munise’yi giyindirip,geçindirir ve çeyiz vererek onu birisiyle evlendirirler. Fakat Munise kocasıyla pek anlaşamaz ve bir gün kocası evde yokken kaçar. Daha sonra ana dostu olan Ayşe Hanım adlı bir kadın onu bulur ve ona onun hizmetçilik yapabileceği iyi ve namuslu bir yere götüreceğini söyler. Ama Ayşe Hanımın Munise’ye bir tavsiyesi vardır. O da şudur ki; Eğer orada kalıp iyi para kazanmak ve daha sonra kendine iyi yuva kurmak istiyorsa orada olup bitenleri kimseye söylemeyecek ve bunlara tepki vermeyecekti. Munise bu fikre evet der.Ayşe Hanım Munise’yi bir dağın tepesindeki köşke götürür. Burada onları Çeşmifelek Kalfa ve Ruşen adlı iki hizmetçi karşılar. Daha sonra Ayşe Hanım Munise’yi burada bırakıp gider.

Munise bu köşkün garipliklerine şaşıp kalır. Çünkü gelirken onları buraya getiren arabacını konuştuğu cin,per ve gulyabani muhabbetine inanamayan Munise, bunlara inanmaya başlar. Munise Ayşe Hanımın onu buraya büyük bir bahşiş karşılığında getirdiğini bu zaman anlar ve kafasına vurur. Gitmeye çalışır fakat ona buraya gelen insanların bir daha geri dönemeyeceğini söylerler. Munise'nin getirildiği köşkün her tarafında her gece cinler,periler dolaşır.Bunlardan en korkuncu ise Gulyabani’dir. Cinler ve Periler her gece bu köşkün etrafına gelip odalara girerek abuk subuk sesler çıkarır ve Muni'seye saldırırlar. Muniseyse ona verilen tavsiyelere göre hareket ederek sesini çıkarmaz bu da benim kaderimdir der. Bir gün gece bir erkek peri Munise Hanımın odasına gelir. Munise bu durum karşısında şaşkın kalmıştır. Bu erkek perinin adı Hasan’mış. Hasan çok güzel yüzlü peridir. Hasan kendisinin peri olmadığını ve onu bu köşkten kurtarmak istediğini söyler. Fakat Munise bu olaylarla sürekli karşılaştığından onun sözüne inanmaz. Hasan ise ona aşık olduğunu ve onu sevdiğini, onun için her şey yapabileceğini söyler. Daha sonra Hasan’ın insan olduğu ve Şehirden bu köye geldiği anlaşılır. Hasan sonunda bu cin,peri saçmalıklarının bir iç yüzünün olduğunu anlar ve bunu ortaya çıkarır. Demek ki, cin,peri, ve gulyabani muhabbeti saçmalıktan ibaretmiş. Bunların hepsi cin,peri ve gulyabani kılığına girmiş birer insanlarmış.Bu insanlar cahil köy halkını kandırır ve namussuzca işler yaparlarmış. Hasan onların hepsini yakalar ve halkın önünde hepsini tanıtarak cezalandırır. Sonra Munise Hasan’la evlenir, köşkte hizmetçilik yapan Çeşmifelek Kalfa ve Ruşen’e de birer kaca bulurlar. Onlar da mutlulukla hayatını devam ettirir. Köşkün sahibi, Hanımefendi de Munise ve Hasan’la birlikte bir müddet yaşar ve sonra hayatını değiştirerek bütün malını ve mülkünü onlara bırakır. Hasan’la Munise hayatlarına mutlulukla devam ederler.

3. KİTABIN ANA FİKRİ:
Cahil olmamak,batıl düşüncelerden kaçınmak,bilimsel düşünceye önem vermek gerekir, aksi durumda istenilen yöne çevrilebilirsin.

4.KİTAPTAKİ OLAYLAR VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Kitapta sık geçen isimler şunlardır; Munise, Ayşe Hanım, Çeşmifelek Kalfa ve Ruşen. Munise eserin baş kahramanı ve ve olayların odak noktasıdır. Ayşe Hanım Munise Hanımın annesinin eski dostudur. Hasan ise Munise’nin sevgilisidir. Çeşmi felek ve Ruşen ise köşkün sahibinin hizmetçileridir.

5. KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Eserde masalcı yanın çok olması kitabı zevkli hale getirmiştir. İnsanların her zaman bilimsel düşünceye yer vermesi gerektiğini savunması bakımından,her söylenene inanmamak gerektiğini vurgulaması bakımından gençlerin okumasını tavsiye ederim.

6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:
Eserin yazarı Hüseyin Rahmi Gürpınar’dır.17 Ağustos 1864’te İstanbul’un Ayaspaşa semtinde doğdu ve 8 Mart 1944’te yaşama gözlerini yumdu. Eserlerinde gerçekçiliği ve doğalcılığı savunan yazar, dil estetiğine önem vermez. En başarılı türü romanlarıdır. Romanlarından bazıları şunlardır; Şık, İffet, Can Pazarı, Namuslu Kokotlar ve Gulyabani’dir.

Guns Germs, and Steel (Tüfek Mikrop ve Çelik) Jared Diamond

0 yorum | Devamını Oku...
MS 1500’lü yıllarda Avrupalı sömürgeciler dünyaya yayılmaya başlarken farklı kıtalardaki halklar arasında teknoloji ve siyasal örgütlenme bakımından büyük farklılıkların bulunduğu anlaşılmıştır.

Son buzul çağının sonuna (MÖ 11.000) kadar bütün kıtalardaki bütün halklar avcılık ve toplayıcılık ile geçiniyorlardı. MÖ 11.000- MS 1500 yılları arasında farklı anakaralardaki farklı halklar farklı hızda gelişim göstermiştir. Avustralya ve Amerika yerlileri avcı ve toplayıcı iken, Avrasya halklarının büyük bölümü ile Güney Amerika ve Sahra’nın güneyinde yaşayan halklar tarım, hayvancılık, metal işleme teknolojisi, karmaşık siyasal örgütlenme becerilerini geliştirmişlerdir. Avrasya da yaşayan kabilelerin ekonomik ve sosyal alanı düzenleme biçimleri (yazı, bronz alet yapımı, taş yontma yöntemleri vb) diğer bölgelerdeki halkalara göre tarihsel olarak çok erken evrede gerçekleşmiştir.

Bu kitap şu soruya cevap aramaktadır: “İnsanlar neden farklı kıtalarda farklı hızda gelişti?”

Tarihin seyrini bu hız farklılıkları (tarihsel yörünge farklılıkları) oluşturur ve kitap da bu farklılıkların günümüze yansımalarını, bu mirasın özellikle Avrupalı olmayan halklar arasındaki karşılıklı etkileşimlerini incelemeyi amaçlamaktadır. Yazar, insan topluluklarındaki coğrafi farklılıkları inceleme amacını ; belirli bir insan topluluğunu bir başkasıyla karşılaştırıp onu göklere çıkarmak değil, yalnızca tarihte nelerin olup bittiğini anlama çabası olarak belirtmektedir.

Goriot Baba - Balzac

0 yorum | Devamını Oku...
Bu roman Balzac‘ın en önemli romanlarından biridir.

Özet:
Mösyö Goriot, Paris’te bir pansiyonda kalmaktadır. Pansiyondakiler M. Goriot’un kim olduğunu bilmez. Herkes onun hakkında bir şeyler uydurur. M. Goriot’un iki kızı vardır: Delphine ve Anastasie. Arada bir gelip babalarını görürler. Çevredekiler, bu kadınları Goriot Baba‘nın metresleri sanırlar. Goriot Baba iş hayatında başarılı olmuş, iyi para kazanmış, eski bir tüccardır. Tüm varlığını iki kızının mutluluğuna adamış, kendisi orta halli bir pansiyon hayatına çekilmiştir.
Goriot Baba‘nın kızları paralan tükendikçe pansiyona gelirler ve babalarından para isterler. İkisi de oldukça masraflı, lüks bir hayat yaşamaktadırlar. Babalarının günden güne düştüğü kötü durum umurlarına bile gelmez. Tek düşünceleri kendi özel hayatlarıdır.


Goriot Baba, ilgisizlikten, sevgisizlikten ruhsal çöküntüye uğrar; dayanma gücünü yitirir, hastalanıp yataklara düşer. Durumu gittikçe ağırlaşır. Kızlarına haber gönderilir; fakat kızları babalarının yanına gelmek yerine, bir sosyete balosuna eğlenmeye giderler. Goriot Baba ölmeden önce çocuklarını son kez görmek ister. Pansiyonda kalan bir öğrenci, onun bu isteğini kızlarına ulaştırır. Delphine babasının yanına gelmez, diğer kızı Anastasia geldiğinde ise artık çok geçtir; baba komaya girmiştir, bir süre sonra da ölür.


Goriot Baba’nın cenazesinde, pansiyonda tanıdığı bir iki kişi dışında kimse yoktur…


Fransız edebiyatının ünlü eserlerinden biri olan Goriot Baba, realist akımın başarılı bir örneğidir. Goriot Baba’da çocuklarına karşı aşırı sevgi duyan bir babanın dramı anlatılmıştır. Balzac’ın bu eseri bir “karakter romanı” özelliği taşır. Roman, babalık sevgisinin bencil evlatlar tarafından nasıl istismar edildiğini göstermesi bakımından oldukça ilgi çekicidir. Goriot Baba, iyilik ve saflığın; çocukları ise kötülük ve nankörlüğün temsilcileridir.

Gelibolu - Buket UZUNER

0 yorum | Devamını Oku...
Kitabın Adı : GELİBOLU - UZUN BEYAZ BULUT
Kitabın Yazarı : BUKET UZUNER
Kitabın Yayın Evi ve Adresi : REMZİ KİTABEVİ ÇAĞALOĞLU / İST.
Kitabın Basım Yılı : EKİM , 2001

1. Kitabın Konusu
Çanakkale Savaşları'nda ölen büyük dedesinin kayıp mezarını aramak için Gelibolu'ya gelen Yeni Zelandalı genç bir kadın ve Çanakkale Milli Parkı'nda bastonuyla dolaşan Türk Nine'nin akıllara durgunluk veren seksen beş yıllık sırrı.
Osmanlı teğmeni Ali Osman Bey ile Anzak Er Alistair John Taylor'ın birlikte insanlığa verdiği dehşetengiz ders.
Henüz hiçbir milletin tarih kitaplarında yer almasına izin vermeye hazır olmadığı büyük insanlık sınavı : Aynı adam aynı savaşta iki düşman ülkede savaş kahramanı olur mu?

2. Kitabın Özeti :
Gelibolu kitabı ;dedesinin Çanakkale savaşlarında ölmediğine inanan bir anzak torununun Gelibolu'ya gelmesiyle başlar. Kendisini oraya getiren rehbere Eceyaylası Köyü'ne gitmek istediğini söyler. Köye geldiğinde ise hem köyü hem de bütün dünyayı etkileyecek bir şeyler söyler. Söyledikleri ise büyük bir Türk Gazisinin aslında Anzak olduğu ve onun dedesi olduğudur. İlk başlarda köylüler bu teze gülüp geçerler. Yeni Zelandalı kız ise Gazi Alican Çavuş'un herhangi bir akrabası olup olmadığını sorar. Onu Gazi Alican Çavuş'un kızı Beyaz'ın yanına götürürler. Beyaz Hala hiç evlenmemiş babasını çok seven fakat köylerinde meydana gelen yangından sonra hiç dışarıya çıkmamış ve kimseyle konuşmamış bir Türk köylüsüdür. Beyaz Hala hiç evinden çıkmadığı ve kimseyle konuşmadığı için bu kızıda kabul etmeyeceğini düşünen köylüler, kızın eve kabul edilmesiyle şaşırırlar. Beyaz Hala adı Victoria olan bu kızı evinde bir süre misafir eder. Bu arada dış dünyada boş durmaz ve bu büyük haber fırsatını değerlendirmek için dünyanın çeşitli yerlerinden gazeteciler ve televizyoncular köye akın ederler. Beyaz Hala ise içerde bütün gerçekleri bu kıza açıklar. Gerçek ise kabul edilemeyecek kadar zordur. Anzak eri Alistair John Taylor ailesine mektuplar yazarak Çanakkale Savaşı'nı ve burada savaşmanın anlamsızlığından bahsediyor. Son mektubunda ise burdan kaçmak istediğini ve eve dönmeyeceğini yazıyor. Birgün gerçekten savaştan kaçıyor ve türk siperlerine giriyor. Tam başından vurulacağı sırada ayağına bir yaralı takılıyor ve ölümden kurtuluyor. Ayağının takıldığı yaralı ise teğmen Ali Osman. 2 gün beraber kalıyorlar orada. Ali Osman ile ölüm arasındaki savaşı ise ölüm kazanıyor. Ali Osman ölmeden önce Anzak erine kendi kıyafetini giymesini söylüyor. Anzak eri bir köyün yakınında, Ali Osman'ın kıyafetiyle ve onun mezarı başında beklerken, bir Türk kızı, Meryem onu görüyor ve o anda ona aşık oluyor. Onu kendi köyüne götürüyor ve İngilizlere esir düşmüş bir Türk teğmeni olduğunu söylüyor. Onunla evleniyor ve dört çocukları oluyor. İlk çocukları olan Ali Osman ölüyor. Diğer üç çocuğun adını ise Uzun, Beyaz, Bulut koyuyor. Uzun Beyaz Bulut, Yeni Zelandanın diğer adı. Anzak erin torunu Yeni Zelandalı kız gerçeği öğreniyor, fakat gerçeği kendisinde saklıyor.

Gemisini Yürüten Kaptan - Roger. A. GOLDE

0 yorum | Devamını Oku...
YÖNETİM

Başkaları yoluyla sonuç elde etme tekniği, en çok üstünüzden yakınırsınız üstünüzün kaderinizi hep elinde tutacağını sanırsınız. Az Mutluluğa karşı pek çok üzüntü ve sıkıntı verir.

Patrona hiç bir zaman mantıksız ve tutarsız olduğunu söyleme. patronlar köşeye sıkıştırılmaktan hoşlanmaz. Patronunuzun sizi tanıdığını sanırsınız. Ama hiç kullanmadığınız yetenekleri bilmez. Yeteneklerinizi ona fark ettirmiş olmanız gerekir. Peki kendi astlarınızı ne kadar biliyorsunuz Ör. sekreteriniz bir dosyayı kaç dakikada yazar. Günde ne kadarını telefon ne kadarını daktilo başında geçirir.

Asıl sorun çalışmalarınızı patronunuza haberdar etmemenizdir. Sizi ona tanıtacak en uygun kişi sizsinizdir

YARGI GÜCÜ

Patron sizi tanımıyordur onu ilgilendiren sadece sonuçlardır. Uzun vadeli planlar somut sonuçlar vermeyebilir. üstünüzün çalışmalarınız hakkında doğru bilgiye sahip olmasını istiyorsanız. Kendinizle ilgili bilgileri ona iletme sorumluluğu da size düşer. Bunda da ileri gitmemek gerek, olumlu işlerinizi başkasından duyması daha iyi olur.

ÖDÜL ALMAK VERMEKTEN DAHA KOLAY

Patron ödülden kaçınabilir Astlarından birini önemli bir toplantıya götürerek yada sık sık isminden söz ederek översem neden umduğu terfiyi yada maaş zammını alamadığını sorar.

Patron astın sorun getirmesini istemez. İşin hallini yeğler. patron astından yükü hafifletmeyi bekler sorun götürmek ise yükü çoğaltır.

EĞİTİM GELİŞTİRME

Birinin eğitim yeteneklerini geliştirmekte ayrı bir yeteneği gerektirir. fakat patrondan fazla bir şey bekleme. yetenekliyse eğitime çok ihtiyacı yok diye düşünür yok değil ise eğitimin vereceği çok bir şey olmadığını düşünür.

GÜÇ

Patronunda gücünün sınırları vardır. Bu onu öfkelendirir size yansıtır fakat şöyle düşün “hedef sen değilsin sadece orada bulunuyorsun”. Demek yetkisi dışında güç yetiremeyeceği şeyler istemeyi ve kullanması gereken yetkiyi hatırlatman onu sinirlendirir.

KENDİNİZİ BİR AST OLARAK GÖRÜN

Yetki ve güç arasındaki farklılıklar başka taktiklere başvurdurur. Astlar bazen hoşlanmadığı bir konuda patrondan açıklama istemez. İşi anlamamışlığa vererek sıyrılmak için.

Değer yargılarınızı sık sık gözden geçirin (tahşidat ayaktaki nasır gibidir. Gayeyi hayal unutulunca...) yanlış veya eskimiş olabilir.

Yöneticilerin ortak ihtiyacı güce sahip olmak kontrolü elinde tuttuğunu hissetmek, yetkilerini kullaanabilmektir.

Hiçbir yönetici sürprizlerden hoşlanmaz. Birşeyi önceden tahmin edip etmeme, o şeyi etkileme yeteneğiyle de yetinebilirler.

Bir ast olarak yeni birşey deneyecekseniz patronunuzu önceden uyarmalısınız. Ne kadar bağımsız görünürseniz yöneticinizin, sizin üzerinizdeki otorite kontrol duygularını o kadar çok tehdit etmiş olursunuz. tipik bir patron astlarının kendilerine bağımlı olduklarını hissetmek ister. patronun hoşlandığı işlerde destek verin oda sizi rahat bırakacaktır.

Yönetici herkesten çok hayranlık özlemi içindedir.,bunu almak için bedelini ödemeyede hazır ve isteklidir. İşletmenin amaçları yanında kişisel amaçlarınız vardır. Unutmayınız ki patronunuz sizin kişisel amaçlarınızı düşünmez; prestij, güç, terfi vb. üstelik sizin gibi çok astı olduğundan her birinin kişisel amacına cevap veremez. O halde öz veri, mücadele ile kişisel amaçlarda kendinizi kullanın.

Vazifeyi tam yapmış olmanın olağanüstü bir yanı yoktur. Beklenenden öte sürpriz başarılarda genelde risklidir. Ancak genelde böyleleri taktir görür.

Patronunuz sizi eleştirileriyle üzdüyse hemen tepki göstermeyin. Büronuza çekilin.

Kendinizi beğendirmek için farklı olmaya çalışın. Mesela, genç bir adam büyük bir otomobil fabrikasında posta ve haberleşme bölümünde iş bulmuştu, bölümde çalışan herkesin spor giyindiğini farketti kendisi her zaman takım elbise giydi, bu durum dikkat çekti ve pek yakın bir zamanda daha bir üst mevkiye geldi.

Patronunuzu değiştiremezsiniz boşuna uğraşmayın. Patronunuz başka iş aradığınızı duyarsa şirkete bağımlılığınızda şüphe duyabilir. Aynı zamanda size yapılan iş ve önerileri yetenek ve değerinizin bir ölçüsü olarak kabul eder. Sizinde patronunuza karşı olan gücünüz işi bırakma olabilir. Aslında kimin için çalışırsanız çalışın kendiniz için çalıştığınızı unutmayın.

YETKİ VERME SORUNU

Astlar genellikle daha fazla yetki ister. Yöneticilerse astlara yetki verildiğinde sağlıklı biçimde kullanamamalarından yakınır

İnisiyatif seçebilme ve karar verebilme özgürlüğü öte yandan sağduyulu davranma anlamına gelir. Demek aynı sözcük bir yanda bağımsızlık ifade ederken diğer yandan güvenliğin sağlanması gereğini vurgular. Hem patron hem ast risksiz bir özgürlük arayışı içindedir. Astlar daha fazla inisiyatif ister ama her zaman kullanamaz. Güvenlik yönünden patronlar sık sık inisiyatif verirler ancak endişeyle takip etme ihtiyacı duyarlar.

Bir yöneticinin kesin ya da tatminkar bir sonuç alabilmek için astlarına çok geniş özgürlük vererek hedeflerine ulaşmayı amaçlamasıdır. Burada elde edilen sonuçların tümü sorumluluğu yöneticiye aittir. Bu kurala göre işler yolunda gittiği müddetçe patron asta karışmamalıdır.

Astlarıma işleri yürüten, ilmeleri için tam yetki vermek gerektiğini amaçları açık seçik koymak önemlidir. Bana kalırsa uyguladığımız amaçlara yönelik yönetim sisteminin tek somut sonucu içinde bulunduğumuz bürokrasiyi artırmak ve konuyu ana hedeften saptıran toplantıları başlatmak oldu.

UZMANLARLA ÇALIŞMAK

Uzmanın mesleki bilgisini doğrudan değerlendiremezsiniz. Mülakat yaptığınız öteki uzmanların görüşlerini de almalısınız. Ama mülakat sırasında dikkat edeceğiniz birkaç nokta vardır

Uzman ne istediğinizi araştırıyor mu Sorununuzu dile getirirken, ne dediğinizi hemen anladı mı?yoksa daha ayrıntılı bilgimi istiyor?Cevapların çoğunu biliyormuş gibi bir tavır takındı mı? Uzman, çalışma süresince durumun ayrıntılarını sizden yada öteki çalışanlardan öğrenecektir. Mülakat sırasında bile bu işi beceremiyorsa bunu iş esnasında nasıl yapacaktır.

Arayacağınız ikinci özellik uzmanın ne kadar açık seçik konuştuğudur. Uzman gerekli veriler için sizden yardım beklerken, düşüncelerinizi de size aktaracaktır Özellikle neden söz ettiğini size açıklayabilmelidir. Konuşma sırasında geçen bilmediğiniz teknik kelimeleri Ona mutlaka sormalısınız. Ama o dalda biraz bilginiz varsa uzmanı etkilemek yerine bu dalda bilgileri kendinize saklamanız daha iyi olur.

Uzmanın tecrübelerini öğrenirken yöneticilerin keşfedemedikleri bir yön daha vardır: uzman sınırlarını biliyor mu?Bu sınırlar nelerdir.? Hangi dallarda kendini daha yeteneksiz buluyor? Bunu uzmana açıkça sorabilirsiniz. İyi bir uzman olmak kendi sınırlarının da bilincinde olmayı da gerektirir. Son öneri uzmanla onun bürosunda görüşmenizdir. Çalıştığı çevreyi görerek bilgi edinirsiniz. Şansınız varsa konuşmanız sırasında telefon çalar sizde uzmanı hareket halinde görme fırsatı elde edersiniz.

Uzmanı değerlendirmede bir yol daha vardır ki oda onun diğer ilgi alanlarını sormanızdır, böylece konusu hakkında yorum yapamasanız dahi diğer işlerindeki tutumu size fikir verebilir.

UZMANLARIN YÖNETİLMESİ

Uzmanları gözlemde ölçüler

Size göre hızlımı yoksa yavaş mı çalışıyor? Sorunun önemini abartıyor mu yoksa küçültüyor mu? Organizasyonda çalışanlarla anlaşa biliyor mu? Teşhis etmekte hızlı, harekete geçmekte ağır mı? Ayrıntılarımı yoksa genel durumu geniş olarak görmekte mi daha başarılı?

Uzmanınızın çalışmalarını hızlandırma çabalarından vazgeçmelisiniz.

Uzmanınız size birşey öğretmiyorsa aradığınız kişi olmayabilir. EĞİTİM

Başarının sırrı basit bir cümleyle açıklanabilir ‘’eğitimi eğitimcilerin elinden alın. Gitgide hızlanan değişim ve yenilenme temposu nedeniyle ortaya çıkan değişikliklere ayak uydurabilmek için eğitim gerekli görülmektedir. Günümüzde eğitim departmanı bulunmayan pek az şirket kalmıştır.

Bir yönetici, seminere davet edilmesi terfi sırasının kendisine geldiğini gösteriyorsa buna istekle katılır. Ama genellikle iki görev arasında boş zamanı olduğu için son fırsat olarak seminere gönderildiğini bilir. Bir petrol şirketinin üst düzey deki yöneticilerinden biri, düşüncelerini şöyle dile getiriyor:’’işleri berbat eden birini başımdan atmak için onu eğitim kurslarına gönderirim

Bir yönetici bir kaç günlük bir seminerden döndüğünde, genellikle şu yorumlarla karşılanır.:Herhalde kısa tatilin tadını iyice çıkarın. Haydi şimdi iş başına.. .gerçek dünyaya hoş geldin! Umarım eğitmenleri fazla ciddiye almamışsındır.

Kurslarda önerilen düzenli ve mantıklı reçeteleri gerçek sorulara uygulamak çok zordur. Yönetici bazen. kendi yöntemlerinden memnun olmadığı için önerilen bir dizi yöntemi heyecanla karşılayabilir. Fakat genellikle bu listeyi gerçek dışı bulur ve eğitim bölümünün hayal kurduğunu söyleyip homurdanır. Pek çok eğitmen, “Biz sadece olguları açıklayabiliriz, gerisi öğrenciye kalmıştır” diyerek teselli bulurlar. Yakın zamanda yapılan araştırmalar, iş üzerinde yapılan eğitimin en etkili eğitim yolu olduğunu ortaya koymuştur.

Bir yöneticinin kurstan, yeni düşünce biçimlerini benimsemiş, yeni çözüm yollarını öğrenmiş olarak döndüğünü düşünelim Ama çevresi bıraktığından beri pek değişmemiştir.

Kursiyer uyarlamada sorunlarla karşılaşır. Kimse neden söz ettiğini anlamaz çevreden destek bulamaz. Yepyeni tohumlar daha kök bile salmadan sökülüp atılır.

Uyarlama ve uygulama zaman gerektirir.. Yeni huy ve alışkanlıkların gelişmesi cesaret ve tecrübe kazanabilmek için bu zaman zorunludur.

Eğitime ne kadar önem verilirse verilsin kursiyerin öğrenme arzusu yoksa her şey boşa gider. Belki eğitimin sorunlarla olan bağını gösterebilecek yeni bir eğitim yolu bulunabilir. Bir eğitmen uzun bir süre yöneticilerle çalışabilirse gerekli uyarlamayıda nasıl yapacağını bulabilir. Yönetici, ancak eğitimin her aşamasına katılırsa istenen destek ve uygulama sağlanmış olur.

Yönetici nasıl yapacağını bilmediği ya da bu görevin kendisine ait olmadığına inandığı için, yönetici eğitim sorunundan söz etmekten kaçınabilir. Eğitimi eğitmenlerin elinden alıp yöneticiler tarafından verdirmek isabetli olan görüştür.

Yönetim biçimleri genelde sezgi, muhakeme, çabalama, olarak üçe ayrılır. İnsan etkeni ağır bastığında yönetim ve problemler karmaşıklaştığında çabalama etkili bir biçimdir. Çabalama keşfetme ve fikir üretme görevlerinde sık sık kullanılır. muhakeme ise iletişim sınama görevlerinde sık sık kullanılır. Bir sorunla mantık yoluyla başa çıkabilmek için, başlamadan önce onunla ilgili herşeyi bilme gereğidir. Bu ise son derece mantıksız bir koşuldur. durumun ne olduğunu aşağı yukarı öğrenirsek düşüncelerimizi geliştirmede muhakemenin yararı olabilir. Mantık belkide belli bir cesaretle hata yaptığımız tek yoldur. Hayata mantıkla muhakeme ile değil çabalama ile başlarız.

ÇABALAYARAK KARAR VERME

Kararsızlık, aynı zamanda bir konuya takılıp kalmak anlamınada gelir.

İşin içinden çıkamamak hiçte hoş bir konu değildir. Asıl zorluk sorunun ne olduğunu bilmemekten ileri gelmektedir. Kişisel alarak kendimizi soruna adamamızda işi karmaşık hale getirebilir. Sorunun halledilmesi halinde, kişisel olarak kazanç yada kaybımız söz konusuysa, araya birde kendi karmaşık kişiliğimiz girer.

Kısırdöngü bir sorunun üzerinde bir süre çalıştıktan sonra ortaya çıkar. Neyi amaçladığımızı az çok anladıktan, birçok bilgi topladıktan ve bir dizi seçeneği dikkatle inceledikten sonra kendimizi kısır döngünün içinde buluruz. Bu daireyi kırmaya yaratıcı yada yenilikçi çözüm denir. Çabalayarak karar verme bunun bilinçli ama mantıksız bir düşünme tarzı olduğunu söylemekle yetinelim. Yönetici krizin gelmekte olduğunu bilir ama kaçınılmaz hale gelinceye kadar hiç birşey yapmaz. Oyalama taktiklerini dener. Ancak sorunları görmezlikten gelmekle büyütmüş oluruz. Olumsuz bir karar vermek hiç karar vermemekten daha iyidir. Kaçış stratejisinin dışındaki seçenekleri düşünmeliyiz.

Takılıp kaldığımız bir konuyu zorla bir kılıfa uydururuz. Organizasyon içinde nüfuzlu ya da önemli bir kişi benimsediği içinde o kılıfı seçebiliriz.

Sorunları çözmenin standart tekniği şu aşamaları içerir, sorunları açıklamak, amaçları sıralamak, seçenekleri bulmak ve bu seçeneklerden birini benimsemek.

Öfkeli, bitkin çaresiz üzüntülü, şaşkın bezginmişsiniz. Bu gibi duygular enerjinizin çoğunu alıp götürür aklınızı daha çok karıştırır. Korktuğunuzu kabul etmeniz duygularınızı size açar, buda bir psikoterapi değilsede sizi sorundan uzaklaştırır. Meseleye hangi noktadan başlayacağınızı bilmiyorsanız en azından bildiklerinizi açıklayarak bir başlangıç noktası bulabilirsiniz. Hangi noktada takılmış olduğunuzu belirlemek size çok basit gibi görülebilir. sandıklarınızı açıkça söylemek size durumu değişik bir açıdan bakmaya zorlar.

Bazı araştırmalar beynin beş ile dokuz arası bilgi parçalarından fazlasını etkin biçimde değerlendirilmediğini ortaya koymuştur. Sorunu kafanızda taşımayın. Düşüncelerinizi kendi kendinize hatta bir teybede söyleyebilirsiniz. Tabii sorunu konuya yakınlığı olan bir başkasıyla tartışmak çok daha faydalıdır. Takıldığınız noktayı yazar böylece aklınızdan geçenleri elle tutulur hale getirebilirsiniz. İşin içinden sıyrılmaya kalkmak sorunu çözmez. Ne söylemeye çalıştığınızı bilin.

Sebep sonuç ilişkisi içinde değişik ayrıntılar arasında bir bağ kurmaya çalışın. Bildiklerinizden emin olun. Hata yapma ihtimalini en aza indirin. Kesin olun, genellemeden kaçının. Herşeyden önemlisi tutarlı olun.

Üstünkörü yaklaşım şüphesiz risklidir. Yinede, bulguları iki sayfada toplamak yararlı olabilir.

Bakış açınızı değiştirin Bakış açısı; ifade ortamını değiştirmek, ifade ortamının kullanılış biçimini değiştirmek, durumun değiştiğini tahayyül etmekle olur. Ortamı değiştirmek. Daktilo ile yazmak el yazısı ile yazmaktan çok daha farklı bir ortam olabilir. Dil duygulu mistik iğneleyici veya gülünç olabilir.

Sorunun yüz kat daha ciddi olduğunu düşünün veya konunun küçük bir bölümünü bir o kadar büyütün. Durumunuza başka acılardan, ters yüz ederek bakın. Olaya birde deli gözüyle bakıp saçma sapan sorular sorun. Mantıklı cevaplar almanız mümkündür.

Güneş Ülkesi - Tommasa Campanella

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN ADI: Güneş Ülkesi
KİTABIN YAZARI: Tommasa Campanella
YAYIN EVİ : SOSYAL YAYINLAR
BASIM: İKİNCİ BASIM

Kitabın Konusu

Güneş ülkesinde dile getirilen konu; toplumsal bir düzen düşüncesidir. İşte bu kitap bu toplumsal düzeni dile getirmektedir. Yazar temel olarak bu kitapta; toplu halde yaşayan insanların amacının genel yarar olduğu, özel bir mal mülkün olmadığı, çalışmanın bir zevk haline geldiği bir düzenden bahsetmektedir. Bu kitapta yazarımız sosyalizmin temelini oluşturmaktadır.

Kitabın Özeti

Güneş ülkesi Campanella’nın günün birinde gerçekleşeceğini düşündüğü bir devlet tasarısıdır. Genel hatları ile campanella bu kitapta bütün kötülüklerin ve haksızlıkların kaynağını; insanın kendisinden başkasını düşünmemesinde, dünya malını benim senin diye paylaşmasında buluyor. Campanellaya göre; insanlar genel yarar kaygısından uzak oldukları sürece kendilerinden başkasını düşünmezler. Oysa; toplum halinde birbirlerine bağlanan insanların amacı genel yarar olmalıdır. Campanella bu kitapta; özel çıkarları kaldırdığımzda ortada toplum yararından başka birşey kalmayacağını ve bencil davranışların eninde sonunda toplum güçlerinin çatışmasına yol açacağına inanmaktadır. Onun için, Güneş ülkesinde herşey devlete ve genel yarara hizmet etmelidir. Bu da sosyalizmin temelini oluşturmaktadır.

Güneş ülkesinde dayanışma bilinci ve topluma yararlı olma isteği vardır. Bunun bir sonucu olarak da güneş ülkesinde özel mal mülk olmamaktadır. Campanella, Romalıların ve ilk Hristiyanlar zamanındaki rahiplerin yurtları ve toplulukları uğruna seve seve savaştıklarını ve mal mülk düşüncesinden uzak durduğunu gösterek bir gün Güneş ülkesinin gerçekleşebileceğine inamaktadır. Ayrıca Güneş ülkesinde çalışma bir angarya olmaktan çıkmış , bir zevk halini almıştır. Aylaklık ayıp yüz kızartıcı birşeydir.

Güneş ülkesinde mal mülk ortaklığının yanında, kadın ortaklığı da vardır. Güneş ülkesinde bu kadın ortaklığı Platonda olduğu gibi sadece yöneticiler için değil, tüm toplum içindir. Bu ortaklığın amacı; kan bağıyla herkesi birbirine sıkı sıkıya bağlamak, kıskançlıkların, kinlerin önünü almaktır. Ayrıca bunun temelinde Campanella’nın soyun üremesine ve çocuk eğitimine verdiği önemde yatmaktadır. Fakat; Güneş ülkesinde bu kadın ortaklığının birgün bırakılacağına inanılmaktadır.

Güneş ülkesinde en büyük yönetici bir başrahip olan Hoh’dur. Gerek dünya işlerinin , gerekse ahiret işlerinin başı odur. Yetkisi mutlaktır, verdiği yargılar kesindir, kimse ses çıkarmaz onlara. Hoh’un Güç, Akıl ve Sevgi adlı eşit yetkide üç yardımcısı vardır. Güç; barış ve savaşla ilgili bütün işleri yönetir, yani;askerlik işlerinde ki en yüksek yetkili kişi odur. Aklın görevi ise, serbest mesleklerin, bilim adamlarının, eğitim işlerinin ve okulların yönetimidir. Sevgi’nin görevi ise; üreme işleridir.

Ayrıca; Güneş kentte bütün diller öğrenilir. Dünya’nın dört bir yanına elçiler salınır; çeşitli ulusların töreleri, yolları, yasaları, tarihleri öğrenilir. Güneş ülkelilere göre, insanın bir evi, bir karısı, ve kendi çocukları oldu mu mal mülk derdine düşer. Bencillik bundan doğar, ve böylece Güneş ülkeliler bencilliğin amacını ortadan kaldırmakla onu yok etmişler ve yerine ortak yaşama sevgisini koymuşlardır. Onlara göre; yurt sevgisi, kişisel çıkardan vazgeçildiği ölçüde artar.

Güneş kentliler birbirlerine kardeş derler. Yirmiikisini aşanlara baba, bu yaştan aşağı olanlara da oğul denir. Gurur; onlarca kusurların en ürküncüdür. Gurur taslayan kimse en sert cezalara çarptırılır. Güneş ülkelilere göre, yoksulluk insanları alçaltır, serseriliğe götürür, onlarda yurt sevgisini azaltır. Zenginlikse; insanları gurura, cahilliğe, küstahlığa, palavracılığa, bencilliğe götürür. Oysa herşeyin ortak olduğu Güneş ülkesinde, herkes aynı zamanda hem zengin, hem yoksuldur. Zengindir; çünkü kent bütün ihtiyaçlarını karşılar. Fakirdir; çünkü kimsenin özel mal mülkü yoktur. Güneş kentliler mala mülke köle olmazlar, sadece yararlanırlar onlardan.

Güneş ülkelilere göre, dinliler dinden uzaklaşıyorsa, din kurallarının sıklığından değil, daha çok dinsizlerle düşüp kalktıkları, şan şeref peşine düştükleri, mal mülk sevdasına, ten isteklerine kapıldıkları için uzaklaşıyorlar.

Güneş ülkelilerin yemek bakımından uydukları kural şudur; bir gün et, bir gün balık, bir gün sebze yerler. Dördüncü gün, mideleri yorulmasın ve organizma güçsüz duruma düşmesin diye yeniden ete dönerler. Sindirimi en kolay besinleri yaşlılara ayırırlar. Amaçoğunluk, günde iki öğün, çocuklarsa doktorların öğütleri gereğince dört öğün yerler. Güneş ülkeliler genel olarak, yüzyıl yaşarlar, iki yüzyıl yaşayanlarda vardır.

Güneş ülkesinde cinsel istekleri aşırı olan bazı erkeklerin, tabiata aykırı yollara sapmalarını önlemek için, belli bir yaştan öncede kadınlarla yatmalarına izin verilir. Yalnız bu kadınların gebe, ya da kısır olması gerekir. Cinsel sapıklık yaparken yakalananlar, ağır cezalara çarptırılır. Bu ceza idama kadar gidebilir.
Güneş ülkelilere göre; savaşın amacı düşmanı yoketmek değil, daha iyi hale getirmektir. Devletin, dinin ve insanlığın düşmanlarına karşı acımadan savaşırlar. Güneş kent ordusunu, hepsi de savaş hilesi bakımından usta olan beş, sekiz ya da on komutan yönetir. Bunlar savaş işlerini görüşmek için toplanır ve aldıkları karara göre birliklerine kumanda ederler. Düşmanın önünden ilk kaçanlar ölüm cezasına çarptırılırlar. Ancak bütün ordu bağışlanmalarını ister, ve teker teker suçu paylaşırlarsa, ölümden kurtulabilirler.
Campanella yeni bir altın çağın doğacağına ve bunun da Güneş ülkesi gibi bir devlet düzeniyle gerçekleşeceğine inanmaktadır.


Kitabın Anafikri

İnsanların hiçbir zaman umutlarını kaybetmemelerinin gerektiğini, her şeyin dönüp dolaşıp eski yerine geldiği gibi, geçmişte yaşanan bazı güzelliklerin ileride de olabileceğini, insanların yararları, mutluluğu ve ahlakı paylaştığı zaman dünyanın bir cennet olabileceğini, azgın kör sevgiler yerine uyanık, temiz sevgilerin gelebileceğini, yalan dolan, bilgisizlik ve zorbalığın yerine, gerçek bilgi ve kardeşliğin gelebileceğini savunuyor.

Yazar Hakkında Bilgi
TOMMASA CAMPANELLA

Tommasa campanella, düşüncelerini yirmi yedi yıllık hapis hayatıyla ödemiş bir düşünce kahramanıdır. Onun yaşadığı dönem, Avrupa katolik dünyasının parçalanmaya başladığı, modern dünyayı hazırlayan politik, ekonomik ve kültürel olayların oluştuğu döneme rastlar.

Campanella, İtalya’da Calabria bölgesinde Stilo kasabasında dünyaya geliyor. Daha küçük yaştan, üstün zekası ve okumaya olan aşırı tutkunluğuyla dikkati çekiyor. On üç yaşında çeşitli konular üstüne şiirler yazıyor, uzun uzun söylevler veriyor. On beş yaşında Cosenza dominiken manastırına giriyor ve orada Aquino’lu ermiş Augustinus’un Somma Theologica’sını defalarca okuyor. Çok geçmeden manastırda okumadığı eser kalmıyor. Bilgiye olan susuzluğunu bir şiirinde şöyle dile getiriyor: ‘Dünyanın bütün kitapları doyuramaz kafamın açlığını. Neler neler okumadım! Ama yine de kafamın açlığından ölüyorum… Anlayışım arttıkça, bilgim eksiliyor…’

Dinsel konulardan az zamanda bıkan campanella, felsefeye veriyor kendini. Büyük italyan filozofu Telesio’da aradığı önderi buluyor. Doğruyu kitaplardan çok, tabiatın gözleminde arayan Telesio’nun temel düşüncesi şuydu: Bilim soyut kavramlardan değil, gerçek varlıklardan yola çıkmalıdır; deney, bilimin başvurması gereken temel kuraldır.

Campanella yirmi iki yaşında ilk eserini yazıyor. Bu, Telesio’yu düşmanlara karşı savunmak ve Aristoteles felsefesini çürütmek amacıyla kaleme aldığı Philosophia sensibus demostratat’tır. Eser cizvitlerin saldırısına uğruyor. Sapkınlık ve büyücülükle suçlanan Campanella, Papa’nın emriyle Cosenza’dan ayrılıp Stilo’ya dönmek zorunda kalıyor. Stilo manastırında boş vakitlerini okumak, bilgisini arttırmakla değerlendiren Campanella, çok geçmeden ‘bu dar ve karanlık hapishaneden’ kaçıyor. On yıl, İtalya’yı baştan başa dolaşıyor. Venedik’te Galile’yle, daha birçok tarihçi ve filozofla tanışıyor. Uğradığı yerlerde, alışılmış düşüncelerle, kör inançlarla savaşıyor. İtalya’nın hemen bütün büyük kentlerini gördükten sonra, savaşkan ve kararlı, Stilo’ya dönüyor.

Campanella’nın hayat dramı burada başlıyor. 1600’larda bütün güney İtalya, İspanya’nın bir sömürgesi haline gelmişti. Özellikle Calabria bölgesi, din adamlarının elinde daha da yoksullaşmıştı. Bir yandan engizisyon vahşeti, bir yandan yoksulluk, toplumsal isteklere yol açmaktaydı. Kültür merkezleri olan kitaplıklar ve akademiler kapatılmıştı. Serbest düşünce manastırlarda barınabiliyordu ancak. Yurdunu ispanyol boyunduruğundan kurtarmayı düşünen campanella bir ayaklanma tertiplemeye başlıyordu. Ama, ayaklanma önceden haber alınarak önleniyor ve bir Türk gemisine kaçmak üzere anlaştığı bir kayıkçıyı bekleyen campanella bir kulübede yakalanarak Napoli’ye götürülüyor. Atıldığı hapishanede korkunç işkencelere uğruyor.

Campanella’nın hapis hayatı 1626’da sona eriyor. İspanya kralı Philip’in ölümünden sonra(1621), papa Urbanus’un beş yıl süren çabasıyla serbest bırakılıp Roma’ya gidiyor. Çok geçmeden, pusuda bekleyen düşmanlarının saldırısına uğruyor ve Fransız elçisinin yardımıyla Fransa’ya kaçıyor. Kardinal Richelieu ve Louis’den yakınlık ve yardım gören Campanella ömrünün geri kalan kısmını Paris’te dominken manastırında sessiz ve rahat geçiriyor. 1639’da, yetmiş bir yaşında ölüyor.

Hakkımızda

Bu Sayfa Üzerinde Aklınıza gelecebilecek tüm sorulara cevap arayacağız, sormak istediginiz birşey varsa iletişim kısmından yazabilirsiniz.

Takip Listemizden

İstatistikler


Sitemizde 33 kategoride toplam yazı bulunmaktadır!

Görüntülenme

back to top