12 Aralık 2011 Pazartesi

Alice Harikalar Diyarında

0 yorum | Devamını Oku...
Alice bir gün bahçede oynarken bir tavşan gördü. Peşinden koşarken bir delikten girmişti tavşan. Alice’de peşinden. Bir yerden yuvarlandı ve sonra durdu. Bir masanın üzerinde anahtar buldu. Bu anahtarı her kapıya denedi ama hiçbirine olmadı. Sonra bir kapıya anahtarı koydu ve oldu ama çok küçük bir aralık kadar boşluk vardı. Bir şişeye baktı ve dikledi. Birden küçülmeye başladı. Ama kapı çoktan kapanmıştı kapı. Sonra bir kurabiyenin üzerinde beni ye yazıyordu. Alice de yedi ve boyu uzadı.
Ama öyle uzamıştı ki ayakkabıları bile olmuyordu ona bu duruma çok üzülen Alice ağlamaya başladı. Birden elinde yelpazesi öbür elinde beyaz eldiveni olan olağanüstü bir tavşan. Tavşan yelpaze ile eldiveni aceleden düşürdü. Alice’de eldiven eline aldı ki. Tavşanın peşinden koşmaya başladım ama terledi ve yelpazelendi.

Birde ne görsün tavşanın eldiveni eline oldu yani boyu kısalmış. Birden bir fare gördü. Bu fare ile konuşsam mı diye düşündü. Fare ile kaynaşmıştı bile. Baya konuşmuşlardı fare ile. Birden Alice’nin aklına kedisi Dinah gelmişti. Fare senin kedin mi var diye sordu. Alice; evet sen yoksa kedileri sevmez misin diye sordu; tabi ki sevmem, dedi. Alice ama benim kedim öyle değildir çok iyidir. Diye sohbet ettiler. Sonra Alice bir evin önünden geçerken eve uğradı. İçinde bir fındık faresi iki tanede tavşan vardı. Beraber çay içtiler sohbete daldılar. E tabi bunlar basta Alice’ye sen kimsin diye sordular. Alice’de anlattı. Alice’den masal istediler ama Alice şuan aklımda anlatacak masal yok. Bu sefer fındık faresinden masal istediler. Fındık faresi hep uyuklayarak masal anlatıyordu tabi masal da kendileri gibi acayipti ama masallar böyle olur. E bu nedenle Alice her anlattığı kelime için soru buluyordu. Bu bir tartışma haline gelmişti. Tabi sonra Alice yoluna devam etti. Sonra Alice’nin yolunda krallık vardı. Birden bir kadın haykırıyordu. Herkes önünde onu dinliyorlardı. Kraliçe Alice’in varlığını fark etti. Alice’e sen de kimsin, dedi. Ben burada dolaşıyordum. Birden sizin haykırışınızı duydum. Kraliçe Alice’in kafasının uçurulmasını emretti. Alice biraz korkmuştu. Birkaç gün böyle geçti. Sonra Alice yalancı kaplumbağa diye biriyle tanıştı. Bu kaplumbağa ona hayatını anlattı. Ve Alice’nin de hayatının masalını anlatmasını istedi.

Ama Alice kendi masalının biraz karışık olduğunu düşündüğü için anlatmak istemedi. Birden biri mahkeme var diye seslendi birisi. Çabukça koşarak mahkemeye yetiştiler. Mahkeme çok karışıktı fareler tavşanlar ve kraliçe kral ve yalancı kaplumbağa ve Alice. Birkaç tartışma sonrası Alice’ye ablası sesleniyordu sanki. Alice uyan artık elini yüzünü yıkayıp yemeğe gel. Alice abla çok değişik bir rüya gördüm. Ablası anlat bakalım Alice hatırladığı kadarıyla anlattı. Ablası da bence de saçmaymış, dedi.

Alemdağda Var Bir Yılan (Sait Faik Abasıyanık)

0 yorum | Devamını Oku...
Kitabın Adı : Alemdağda Var Bir Yılan
Kitabın Yazarı : Sait Faik ABASIYANIK
Yayınevi ve Adresi : Varlık Yayınevi,Ankara Caddesi,İstanbul
Basım Yılı : 1957

Kitabın Konusu

Bir kişinin hayata bakışı,hayalleri ve düşleri.

Kitabın Özeti

Kitap hikayelerden meydana geliyor.İçindeki hikayelerden Alemdağda Var Bir Yılan,Panco’nun Rüyası,Hişt,Hişt!..’in özeti aşağıdadır.

ALEMDAĞDA VAR BİR YILAN

Biz insanların çoğu zaman kendimizi yalnız,boşlukta hissettiğimiz anlar vardır.İşte bu anlarda hayata bakış açımız da değişir.Her olaya,herşeye kötü tarafından bakarız.Yarısına kadar dolu olan bardağı,yarısı niye boş diye kendimize dert ederiz.İşte hikayemizin kahramanı da kendini hep böyle hisseden biri.Bir de biz bu adamın İstanbul’da yaşadığını kabul edersek bakın bu adamın düştüğü bataklığa.Ama bu insanın da yaşaması,mutlu olması gerekiyor.İstanbul’da mutlu olamıyorsa hayal gücü de yok demiyoruz.Kendisine yaşanacak,mutluluğu bulacağı bir yer kuruyor.Buranın adı da Alemdağ.

PANCO’NUN RÜYASI

Öyle bir adam ki Panco;miskin,bıkkın,hayatta ulaşmak istediği bir amacı olmayan fakat bir kızı seven genç bir sima.iş bulursa sağda solda elektrikçilik yapıyor,hala annesi babasıyla yaşıyor.Çoğu zaman hayatını babasının verdiği üç beş kuruşla kumar oynayıp kazanarak sürdürüyor.Bir gün rüyasında sevdiğinin yanında birini görüyor,şaşırıyor,hemen yanlarına gidiyor,bir de baksın ki sevgilisinin yanındaki kendisi,gözleriyle iletişim kurmak istiyor,rüyasındaki kendisi onu tersliyor.Sabah uyandığında hala onu düşünüyor ve gülüyordu,onu seviyordu,sevdiğinin de onu sevdiğini anlamıştı.Artık hayat daha güzeldi.

HİŞT HİŞT!…

Hişt,Hişt!.Bu sesi herkes duyar,özellikle bahar geldiğinde öyle bir sestir ki;dağlardan kuşlardan,denizden,insandan,hayvandan,attan,böcekten,çiçekten gelir.Bu ses geldiğinde dünyaya can gelir,hayat şenlenir.Bu ses geldikten sonra yaşar çiçekler,böcekler,insanoğulları.Bazen biz de çıkartırız bu sesi çünkü biz de yaşarız bu hayatı.

Kitabın Anafikri

Yaşadığımız olaylar ne kadar kötü olursa olsun yaşama iyi tarafından bakmak yine bizim elimizde.

Kitaptaki Olaylar ve Şahısların Değerlendirilmesi

Kitaptaki olayların çoğu hayalidir.Yazarın İstanbul’u ve halkı tanıtması için olaylar yaratılmıştır.Yazar İstanbul sokaklarında dolaşırken halkın içinden insanlarla muhatap olur.Barlara gider,içer.Bir de dostu vardır,adı Panco.Yaşamından bıkmış,kumarbaz,babasının verdiği parayla geçinen bir delikanlıdır.Bir de sevdiği vardır,vakit ve para buldukça aşkının şerefine içer.Olayların etrafında dönen kahramanımız her zaman kendini yalnız hisseden,her olaya kötü tarafından yaklaşan,yalnızlığın yarattığı hayalperest bir kişidir.

Bir de balıkçımız vardır;en yakın dostu bir martıdır.Bu martı onun uğurudur.Balıkların yerini bu martı gösteriri.Ama günün birinde martı ölüverir.Balıkçının bir tahtası eksik olsa da yüreği sevgi doludur.

Kitap Hakkında Düşünceler

Bu kitapta bir kişinin olaylara, kişilere kısaca hayata bakış açısı işleniyor.Kitapta olaydan çok çevre ve düşüncelere,yazarın değerlendirmelerine yer verilmişir.Böyle bir kitabı okumak çevremizdeki bazı insanların düşünceleri,hayata bakışları hakkında bilgi edinmemizi sağlar.Belki de hayata bakış açımızı değişterebilir.Fakat, olumsuz bir kitap.İnsanı yalnızlığa ve karanlığa itiyor.Doğru dersi almak bizim elimizde.Okunan hiçbir kitap bizden hiç birşey eksiltmez.

Yazar Hakkında Bilgi

Sait Faik ABASIYANIK(1906-1954)

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının önde gelen öykücülerindendir.Varlıklı bir ailenin çocuğu olan Sait Faik Adapazarı’nda doğdu.Kurtuluş Savaşı sonrasında İstanbul’a yerleşti.1928’de İstanbul Üniversitesi’nde Türkoloji öğrenimine başladı;ama üç yıl sonra öğrenimini yarım bırakarak üniversiteden ayrıldı.Bir süre de,ekonomi öğrenimi görmek için gittiği İsviçre ve Fransa’da yaşadı.Babasının geri çağırması üzerine yükseköğrenimini yarıda bırakarak 1933’te yurda döndü.İlk röportajları Haber gazetesinde yayımlandı.Bu arada Varlık,Ağaç,Ses,Yeni Ses,Yaprak ve Yenilik gibi dergilerde öyküleri yayımlanıyordu.Sait Faik’in bu dönem öykülerinde çocukluk ve gençlik yıllarının izlenimleri öne çıkar.Daha sonraki yıllarda insanların yaşam koşullarını ve insanlığın çelişkilerini işledi.

1946 yılında siroz hastalığına yakalanan ve bu hastalıkla birlikte gelen sürekli ölüm düşüncesi,böyle bir yaşamın yarattığı bezginlik ve mutluluk arasındaki çalkantılar Sait Faik’in son dönem öykülerini büyük ölçüde etkiledi.1954’te Burgazada’daki köşkünde ölen Sait Faik’in ,1955 yılında annesi tarafından adına bir öykü ödülü konuldu.Bazı eserleri ise şunlardır:Mahkeme Kapısı,İhtiyar ve Talebe,Gauther Cambazhanesi,Sarnıç,Medarı Maişet Motoru(bu kitap sıkıyönetim tarafından toplatıldı),Lüzumsuz Adam,Mahalle Kahvesi,Havada Bulut,Son Kuşlar,Alemdağda Var Bir Yılan,Şimdi Sevişme Vakti,Kayıp Aranıyor.

Ak Dağlar (Ahmet Topal)

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN ADI : AK DAĞLAR
KİTABIN YAZARI : AHMET TOPAL
YAYIN EVİ VE ADRESİ : REMZİ KİTAPEVİ
BASIM YILI : 1980

KİTABIN KONUSU

Ruslar’ ın Kafkasya’ya saldırıları sırasında, İstanbul’a göç etmek zorunda kalan Kafkas kökenli milletlere mensup kadın ve çocukların, Saray’a girmeleriyle birlikte başlayan entrikalar, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü nedenleriyle birlikte gözler önüne sermektir.

KİTABIN ÖZETİ

Abdülaziz daha şehzade iken – yani tahta çıkmadan önce- annesi Pertevniyal Kadın Efendi’ yi torun sahibi eder. Osmanlı Sarayı’nda bir şehzadenin padişah olmadan önce baba olması yasaktır. Bu yüzden Pertevniyal Kadın Efendi tavan arasında torunu Yusuf İzzettin’i gizlice büyütmeye karar verir. İlerde çocuğun yalnızlıktan sıkılmaması için, o dönemde Ruslar’ın Kafkasya’ya saldırıları sırasında, İstanbul’a göç etmek zorunda kalan Kafkas kökenli milletlere mensup iki kız çocuğu satın alınarak Saray’da Yusuf’la beraber büyütülmeye ve eğitilmeye başlanır. Pertevniyal Kadın Efendi çocuklardan birine Meyyale, diğerine de Çeşmidil ismini verir.

Meyyale genç kız olup evlilik çağı olarak kabul edilen on dört yaşına gelince, Pertevniyal Valide Sultan’ın isteği doğrultusunda, padişah Abdülaziz’in yakın arkadaşı olan Nevres Paşa ile evlenir. Ancak, paşanın yaşlı olması ve bunun neticesinde ortaya çıkan uyumsuzluk nedeniyle bu evlilik kısa sürer ve Meyyale Saray’a geri döner. Günlerini mutsuz ve sıkıntılı geçirmektedir. Pertevniyal Valide Sultan’ın gönlü buna hiç razı değildir. Aradan üç yıl böylece geçtikten sonra Pertevniyal Valide Sultan, Meyyale’yi bu kez ondan on yaş büyük olan Hasan Hilmi Paşa ile evlendirir.Çeşmidil ise, birlikte geçirdikleri gecenin sabahında padişah Abdülaziz tarafından haznedarlığa kadar yükseltilir.

Abdülaziz, en güvendiği kişiler Serasker Hüseyin Avni Paşa, Sadrazam Rüştü Paşa, Şura-yı Devlet Reisi Rüştü Paşa, Bahriye Nazırı Kayserili Ahmet Paşa, Mektebi Harbiye Kumandanı Süleyman Paşa ve Şeyhülislam Hayrullah Efendi- tarafından tahttan indirilir ve yerine de Sultan V. Murat getirilir. Abdülaziz’i Topkapı Sarayı’na götürürler ve orada ona kötü davranırlar. Bu muameleye daha fazla dayanamayan Abdülaziz intihar eder. Oğlunun intiharına bir türlü inanmak istemeyen Pertevniyal Valide Sultan’ın hayatı kararır. Sonunda onu bir konağa kapatırlar.V. Murat’ın da padişahlığı uzun sürmez. Padişahlığı devrilir ve Sultan Abdülhamit tahta geçer. Bu olay üzerine Pertevniyal Valide Sultan’ın üç aylık işkence dolu günleri sona ermiş olur. Meyyale, kocası Hasan Hilmi Bey’den izin alarak Pertevniyal Valide Sultan’ı yalıya getirir ve birlikte kalmaya başlarlar.

Abdülhamit, Abdülaziz’in yakınlarını ufak ve Saraydan uzak yerlere tayin etmektedir. Hasan Bey de bundan nasibini alır ve İçel mutasarraflığına atanır. Yazları yalıda, kışları konakta geçen bir hayattan, adını dahi duymadığı bir taşra kentine gitmek Meyyale’yi çok üzer. İlk kızı Rebia dört yaşına basmış, ikinci kızı Makbule de bir yaşını daha yeni doldurmuştur. Meyyale, Pertevniyal Valide Sultan’la vedalaşarak çocuklarıyla beraber yola çıkar. Pertevniyal Valide Sultan o günlerden sonra fazla yaşamaz. Aksaray’da yaptırmış olduğu Valide Camii’nin yanındaki türbeye defnedilir.Hasan Hilmi Bey, İçel ile başlayan tayinler serisine Yozgat, Kütahya ve Elazığ ile devam eder. Elazığ’dan sonra İstanbul’a geri dönerler. İstanbul’dan uzakta geçen oniki yıllık dönemde Meyyale Hanımın iki kızı daha olur. İstanbul yaşamları uzun sürmez. Altı ay sonra Konya’ya, oradan da Hicaz’a tayinleri çıkar. Sonra tekrar İstanbul’a atanırlar. Meyyale Hanım için, İstanbul’un gösterişli havasında yaşamak, taşra kentlerinin boğucu ve sıkıcı havasından kurtulmak kadar zevkli değildir. Annesi Şuhucihan (Fatma) Hanım’ın hiç beklenmedik bir yaşta ölümü ve Pertevniyal Valide Sultan’ın başına gelenler onu perişan eder. Kızlarıyla iyi geçinememiş, arkadaş olamamıştır. Hırçın ve kaprisli bir kadın haline gelir. Zaman zaman sinir krizleri geçirip bunalımlara düşer. Konakta, kızlarının, halayıkların, odalıkların ve uşakların karşısına her zaman sert ve kasvetli bir havayla çıkar. Hiçbir konuda herhangi bir ödün dahi vermeksizin konaktaki otoritesini sürdürmeye çalışır.

Meyyale, son yıllarda eşinin kendisiyle eskisi gibi ilgilenmediği kanısına varır. İyice bunalıma düşer ve kocasıyla olur olmaz nedenlerle tartışmaya başlar. Mutsuzdur. Mamafih, son yıllarda eşiyle doğru dürüst bir ilişkileri de kalmaz. Alınganlıklar ve güvensizlikler Meyyale’yi çılgına çevirmeye başlar. Tüm bu gerginlik ve huzursuzluk ortamında, yaşamı birbirlerine zehir etmeye başlarlar.

Bu arada Hasan Hilmi Bey’in Sivas Valiliği’ne tayini çıkar. Ancak Meyyale, kızlarıyla birlikte İstanbul’da kalmak ister. Hasan Hilmi Bey biçare, Sivas’a tek başına gider. Orada çevre baskısının da etkisiyle ve kendi iradesi doğrultusunda, İstanbul’a bildirmeden Hayriye Hanım’la evlenir. Beraberinde Sivas’a getirmiş olduğu aşçı Salih Ağa, bu olay karşısında çok sevdiği Meyyale Hanım’a bunu haber vermesi gerektiği düşüncesiyle İstanbul’a mektup yazar. Durumdan haberdar olan Meyyale, çocukları da alarak Sivas’a hareket eder. Orada Hasan Hilmi Bey’e hakaretler yağdırır. Onu mutsuz ve huzursuz etmek için de Sivas’tan ayrılmaz. Hasan Hilmi Bey, hamile olan eşi Hayriye Hanım’ın doğumunun yaklaştığı günlerde geçirdiği bir kalp krizi neticesi vefat eder.

Meyyale Hanım, tüm bu olanlardan kendini sorumlu tutar. Suçluluk duygusu içerisinde hayata küser ve hiç kimseyle görüşmek ve konuşmak istemez. Hasan Hilmi Bey’in cenazesi kaldırıldıktan sonra İstanbul’a döner ve konağa kapanır. Eşinin ölümünden sonra, dünyaya küskün bir şekilde, kızlarıyla da hiç ilgilenmeden ve tebessüm etmeden geçirdiği onaltı yıl neticesinde o da yaşama veda eder…

KİTABIN ANA FİKRİ

Entrikalarla dolu bir hayatın ne kadar huzursuz ve kötü sonuçlar doğuracağını ortaya koyan bir kitap.

KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

Abdülaziz : Dönemin Osmanlı Padişahı.

Yusuf İzzettin :Abdülaziz’ in tahta çıkmadan önce sahip olduğu çocuk.

Meyyale :Pertevniyat’ ın genç ve güzel kızı.

Hasan Bey : Dönemin Sivas Valisi

Salih Ağa : Yardımseverliğiyle ön plana çıkan ahçı

KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER

Tarihi bir roman olması özelliğiyle,özellikle siyasi tarihi sevenlere okumalarını tavsiye ettiğim bir kitap.Yazar,kitabında sade ve anlaşılır bir dil kullanmıştır.Yazar olayları ve şahısları sosyolojik ve psikolojik açıdan çok iyi incelemiştir.

KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ

Ahmet TOPAL,1887’de İzmir’de doğdu.Çok fakir bir ailenin en küçük çocuğudur.Edebiyat Fakültesini bitirdi.Romanlarında yüksek bir edebi düzey tutturamadığından pek tanınmış bir yazar değildir.Çeşitli okullarda öğretmenlik,Babıali Tercüme Odasında katiplik yapmıştır.1952’hayatını kaybetmiştir.

Al Midilli(John Steinbeck)

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN ADI : Al Midilli
KİTABIN YAZARI : John STEINBECK / Belkıs ÇORAKÇI
YAYINEVİ VE ADRESİ : Milliyet Yayınları Bağcılar / İSTANBUL
BASIM TARİHİ : Kasım 1996

KİTABIN ÖZETİ

ARMAĞAN

Jody Salinas kasabasında bir çiftlikte çiftçilik yapan annesi-babası ve çiftliğin kahyası ile beraber yaşamaktadır. Bir gün babası ve kahya kasabadan al renkli bir midilli atıyla dönerler ve at Jody’ye hediye edilir.

Jody ata bölge dağlarının adı olan Gabilon ismini verir. Gabilon artık Jody’nin hayatında çok önemli bir yer tutmaktadır. Okulu dışında bütün zamanını atıyla geçirir. En büyük yardımcısı da çiftliğin kahyası Bill Buck’dır. Tayı eyer ve geme alıştırmak çok zamanlarını almıştır. Jody’nin tek hayali bir an önce atına binebilmektir. Jody’nin okulda olduğu bir gün yağmurun altında kalan atı hastalanır. Kahya ve Jody atın hastalığı ile ilgilenmeye başlarlar ama tay günden güne kötüye gitmektedir. Jody artık atın yanında yatıp kalkmaya başlar. Bir gün ahırda hasta tayını göremez. Onu aramak için fırlar ve bir süre sonra üzerinde birkaç akbaba ile onu görür. Öfke ile bir akbabayı yakalar ve onu öldürür. Gabilon ise çoktan ölmüştür. Kahya Bill bütün bu olanlardan kendini suçlu hissetmektedir.

ULU DAĞLAR

Jody’nin en büyük meraklarından biri ulu dağlar ve onun ardında ne olduğudur ama bir türlü cevabını bulamaz. Bir gün çiftliğe adının Gidano olduğunu söyleyen bir ihtiyar gelir. İhtiyarın tek söylediği geri döndüğü ve ölene kadar burada kalmak istediğidir. İhtiyar çok eskiden o civarda bir kulübede yaşamıştır ve geri dönmüştür. Jody’nin babası ihtiyarın birkaç gün kalmasına izin verir. Jody gizemli ihtiyara dağları ve orada neler olduğunu sorar. İhtiyar oraya çocukluğunda gittiğini ama pek birşey hatırlamadığını söyler. Bir gün ihtiyar Gidano kimseye haber vermeden bir atla çiftlikten ayrılır. Onu son gören komşunun dediğine göre dosdoğru dağlara gitmektedir.

VAAT

Babası Jody’nin atı için çok üzüldüğünü bilmektedir. Bu sefer ona çiftlikte doğacak atı vereceğini söyler. Jody kulunlayan ata bir yıl boyunca yine özenle bakar ve tayın doğum anı sonunda gelir ancak tay ters gelmektedir ve ölecektir. Kahya ani bir kararla atı öldürür ve karnını keserek küçük siyah tayı dışarı çıkarır. Tayı Jody’nin önüne bırakır.”İşte tayın “der.”Söz vermiştim ve yapmak zorundaydım. Onu elle beslemek zorunda kalacaksın işte tayın”.

İNSANLARIN LİDERİ

Jody’nin büyük babası çiftliğe gelir ve tek bildiği şey batıya doğru yaptıkları büyük göçü ve kızılderililerle olan mücadelelerini anlatmaktadır. Batı ya gide gide, okyanusa ulaşmışlardır. Ama büyükbabanın hikayelerini Jody den başka kimse dinlemez ve anlamaz.

JUNIUS MALTBY

Junius Maltby iyi ve kültürlü bir aileden gelme bir şehirlidir. San Francisko’da yaşamaktadır. Ancak hastalanır ve şehir dışına “Cennetin Otlakları” adlı bir vadiye giderek burada bir çiftliğe yerleşir. Daha sonra dul bir çiftlik sahibiyle evlenerek orada yaşar. Çok tembeldir ve giderek fakirleşmektedirler. İki çocukları olur ve ardından karısı doğum yaparken ölür.

Sonuç olarak hikaye Jody isminde bir çocuğun üzerine kurulmuştur. Gelişme döneminde ki bir çocuğun merak ve öğrenme duygularının kontrol edilemeyeceğini ve bu yaştaki çocukların sevgi ve merak yönelmelerini anlatmış. Bu bazen bir tay bazen bir ihtiyar bazen de nasıl olduğunu bilmediği bu yüzden çok merak ettiği uludağlar olmuştur.
İnsan her zaman sevdiğini merak eder ama merak ettiğini sevmeyebilir.

Ankara'da Savaş Rüzgarları (Kazım Karabekir)

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN ADI : Ankara’da Savaş Rüzgarları
KİTABIN YAZARI : Kazım KARABEKİR
YAYINEVİ VE ADRESİ : Emre Yayınevi
BASIM TARİHİ : 1997

KİTABIN ÖZETİ

Yakın tarihimize bir ışık tutmak maksadıyla Kazım KARABEKİR ’in varisleri tarafından onun notlarının toparlanmasıyla meydana gelen bu eser yakın tarihimizle ilgili bilinmeyen tartışmaları gözler önüne sermiştir.
Kazım KARABEKİR 1939 yılından 1946 yılına kadar olan zaman içerisinde, T.B.M.M. içerisinde olan tartışmaları gözler önüne sererken, 2 nci Dünya savaşına girilip girilmeyeceği, girilecekse kimin tarafında olunacağı, büyük Dünya devletlerinin tarihinden gelen emellerini , bunları 2 nci Dünya savaşı ile nasıl gerçekleştirmek istediklerini, bu emellerden Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl ve ne kadar etkileneceğini anlatmaya çalışmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bulunduğu coğrafi konumun yanında, Türk milletinin tarihten gelen savaş tecrübesi, askeri alanda gösterdiği başarılar ve beraber savaşa girdiği müttefiklere verdiği sözleri tutma gibi özelliklerini bilen devletlerin kendi emellerini gerçekleştirmek maksadıyla, Türk milletini kendi saflarına çekmek için sarf ettikleri çabaları göreceğiz. Ayrıca, yazar eserinde tek partili sistemin demokratik sistem içerisinde yeterli doyumu sağlayamadığının, iktidar partisi içerisinde ele alınan konulardan partinin görüşülmesini istediği konuları meclise aks ettirdiğini, bu durumda meclisin ve kamuoyunun olayların gidişatında yeterince bilgilerinin ve etkisinin olmadığının altını çizmiştir. Bu eserde anlatılan dönemi iyi anlayabilmek için dönemin daha öncesine gidip olayları incelemek , dünya devletlerinin emellerinin ne olduğuna bakmak gerekir.
2 nci Cihan harbinin ortaya çıkmasında etkili olan devletlerden biri de Rusya ‘dır. Öncelikle Rusya’nın tarihten gelen emelleri nelerdir onlara bakalım. Rusya Balkanlarda, siyasi ve askeri çıkarlarını elde etmek, sonra Kars Yaylası’na yerleşmek ve buradan da boğazlara hakim olup sıcak denizlere açılmayı istemektedir.

Çarlığın, bu amaçlı istila siyaseti iki devreye ayrılır. Birincisi Almanların, Avusturya etrafında, ikincisi Almanların, Prusya etrafında toplanma zamanıdır. 1 nci Devrede Ruslar, İngiliz ve Almanlarla müşterek çalışmışlardır.2 nci devrede ise Almanlar, Rusları olduğu kadar İngilizleri de korkutmuşlardır. Daha sonra Kırım Harbinde Ruslar mağlup olunca Orta Asya’ ya döndüler, “ Boğazların anahtarı Asya steplerindedir” dediler. İlerleyen yıllarda Ruslar Almanlarla tek başına mücadele edemeyeceğini anlayınca, 1907’de İtilaf Üçlüsünü kurdular. Almanya’nın en büyük ideali ise Alman birliğini kurduktan sonra deniz aşırı ülkelere açılmaktır. Bunu küçük devletleri ele geçirmek veya müzahir yerleştirip, oraları Almanlaştırarak gerçekleştiriyorlardı.

Dünya devletleri kendi emellerini gerçekleştirmek uğruna düşman gördükleri ülkelerle dahi anlaşmaya gitmekten çekinmemişlerdir. Büyük devletlerin tarihten gelen emellerini gerçekleşmesi uğruna küçük devletlere dost gibi görünüp onlardan yana bir takım anlaşmalara imza atabilirler, buna rağmen tek amaçları büyük ideallerini gerçekleştirmektir. Bu idealleri uğruna devletlerle gizli anlaşmalar yapmışlardır. Bu gizli anlaşmalar 2 nci Dünya Savaşı’nın başlama anına kadar devam etmiştir. Oluşan Almanya – İtalya – İngiltere – Fransa cephelerine karşı kimlerin onların yanında savaşa girmesi gerektiği, Türkiye Cumhuriyeti’nin savaşa girip girmemesi, girerse kimin tarafında olması gerektiği tartışmaları son ana kadar devam etmiştir.

Savaşa girip girmeme ve yahut kimin tarafında girmesi gerektiği tartışmalarına etkisi olan sebeplerden biri de devletler arasındaki ikili anlaşmalardır. Örneğin Türkiye Balkan Paktı’na imza atmıştır. Rusya ile de yapılan anlaşma gereği 2 ülkeye hudut olan devletlerle herhangi bir anlaşmaya gitmeyeceklerdir. Bu durumda Rusya, Bulgaristan’a saldırırsa ne gibi siyaset izlenmesi gerekir .Türkiye Cumhuriyeti Akdeniz’de çıkarları doğrultusunda İtalya ile savaşa girerse müttefiki Almanya ile de savaşacak mıdır? Bu gibi konuların T.B.M.M.‘de tartışılıp karara varılması gerekiyordu. Almanya’nın, İtalya konusunda taahhüt vererek, kendi yanlarında savaşa girmemizi istemeleri, kamuoyunda, Almanya ile savaşa girilmesi üzerinde ağırlık kazanmıştır.

Rusya ile İtalya ,İngiltere – Fransa – Almanya arasında patlak veren savaşa hemen girmeyip kendi menfaatleri için daha faydalı olacak zamanı beklemişlerdir.
T.B.M.M.’de Kazım KARABEKİR ve bir grup milletvekilinin görüşleri şöyleydi. Büyük dünya devletleri, büyük ideallerini gerçekleştirmek için küçük devletlere dost görünürler. Onların bu amaçlarının bir aracısı olarak savaşa girmenin hiçbir mantığı olmadığıdır. Savaşa girilecekse bunun tek sebebi vatanı savunmak olmalıdır. Büyük devletlerden gerekli yardım, savaş başlamadan önce alınıp gerektiğinde vatan savunması için kullanılması lazım gelir.

Harpte seferberlik ilan edildiğinde hep beraber, ayrım gözetmeksizin zengini, fakiri, adaletli bir şekilde vatan savunması için üzerine düşen görevi gerçekleştirmesi gerekir. Kazım KARABEKİR Paşa’ nın düşüncelerine göre, 2 nci Cihan Harbinde, asıl olan mesele; savaşın nasıl yönlendiği değil Türk milletinin emniyeti ve istiklalinin muhafazasıdır. Savaşta yapılması gereken şunlardır: Ruslarla gerektiğinde savaşmaktan kaçınmayacağımızı göstermek, sosyal yardıma hız vermek ve haksız zenginliği önlemek kadar haksız zarureti de önlemek gerekmektedir . Cephede ve cephe gerisinde, savaşın ağır şartlarını her Türk’ün eşit oranda paylaşması gerekir. Sulh zamanında savaş ekonomisinin esaslarını yerine getirmek gerekir. Kaynakların ve stokların savaşa göre hazır tutulması gerekir.

Kazım KARABEKİR Paşa , dönemin hükümetine getirdiği eleştirileri eserinde şöyle sıralıyor: Seferberlik halinde iken ordumuzun ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla her şey vesikaya bağlanıyor. Fakat Fransa’da ekmeğin lokantalarda yüksek fiyatlarla satılması önlenemiyor, halk savaşa girmediği halde arpa karışımı ekmeği vesika ile alırken imtiyazlı insanlar Fransa’da ekmeklerle köpeklerini besliyorlar. Tam bu ortamda Yunanistan’a İsmet İnönü’nün emriyle 60 ton buğday satılıyor .Bu da hudutlarda daha sonra açlık baş göstermesine neden oluyor. Kısacası halk savaşa girmediği halde savaşa giren ülkelerden daha fazla savaştan etkilenmiştir.

İngiliz sefiri, zamanın dışişleri vekili Şükrü SARAÇOĞLU’na Almanlarla siyasi, iktisadi ilişkilerin kesilmesini istediklerini bildiriyor. Şükrü Saraçoğlu, buna savaşa girmemizi isteseydiniz daha iyi olurdu diye cevap veriyor. Bu savaşa girebilecek durumda olduğumuzu gösteren bir cevaptır. Oysa Kazım KARABEKİR Paşa önderliğinde bir grup milletvekili savaşa girmememiz gerektiğini düşünüyor ve nedenlerini şöyle sıralıyor; Almanlarla 1 nci Cihan Harbinde Ruslara karşı savaştıktan sonra şimdi Ruslarla, Almanlara karşı savaşmanın anlamını halkta dahil olmak üzere kimse çözemiyor. Halk arasında barış zamanında yeterince hazırlık yapılmadığı için tüm yurdun elden gitmesi ve yok olması endişesi vardır.

08.06.1942 günü Seyfi DÜZGÖREN, Recep PEKER gibi vekiller savaşa girmemiz gerektiği yolunda teklif verdiler. Bu teklif grubunda kabul olundu, fakat Kazım KARABEKİR ve aynı düşüncede olan bir grup milletvekili ağır tenkitleri sonucunda Almanlar sebebiyet vermedikçe savaşa girilmemesi konusunda teklifte bulundular. T.B.M.M.’nde bu teklif kabul edildi.

03.04.1943 günü İsmet İnönü-CHURCILLE müzakere yapmak için Kahire’ ye gider. Aynı gün Kazım KARABEKİR Paşa savaşa girilmesi şart ise sıcak savaş yerine müttefiklere asker göndermeyi teklif ettiler. Yakın tarihimizde meydana gelen olayları günümüze kadar ulaştıran bu eserler, tek partili sistemin demokratik hayat içerisinde ne kadar yetersiz kaldığını gözler önüne sermektedir.

Araba Sevdası (Recaizade Mahmut Ekrem)

0 yorum | Devamını Oku...
Kitabın Adı : Araba Sevdası
Kitabın Yazarı : Recaizade Mahmut EKREM
Yayın Evi – Adresi : İnkılap Kitabevi – Yayın Sanayi
Basım Yılı : -

Kitabın Konusu

Bir görüşte aşık olan Fransız hayranı savurgan bir şahsın, kendi kendine gelin-güvey olarak yaşadıklarını anlatmaktadır.

KİTABIN ÖZETİ

Bihruz Bey zamanındaki İstanbul’da yaşayan, pek şık giyinmesini seven ve validesinin yardımıyla geçinen, kibirli ve kendini dekolte gören, genç bir beydir. Her yıl olduğu gibi, baharın gelmesiyle Bihruz Bey’in de içi hoş olur ve sık sık gezintilere çıkar. Bir gün gelir ve lando diye tabir edilen ve bir o kadar da şık olan sarı renkli at arabasına biner. Arabasından indiğinde güzel bir lando daha gelir ve içerisinden iki hanım iner. Biri Periveş adında güzel, yirmi yaşlarında, sarışın bir hanım ve diğeride Bihruz Bey’in sarışın hanımın hizmetkarı sandığı yaşlıca bir kadındır. Bihruz Bey, blond diye tabir ettiği sarışın hanıma gönlünü kaptırır. Bu hanımların arakalarından yürür ve hanımların bu yere bir sonraki Cuma geleceklerini öğrense de gelecekleri saati öğrenmek nasip olmaz. Bir anda Keyfi Bey’in çıkması ile Periveş hanım hızlıca kaçar ve Bihruz Bey her ne kadar takip etmeye çalışsa da izini kaybeder. O günden sonra bu sarışın güzel, Bihruz Bey’in aklından hiç çıkmaz.

Bihruz Bey sarışın hanım için bir mektup ve alıntı bir şiir yazıp, gönderir. Fakat daha sonra şiirde anlamını bilmediği bir sözcüğün, ona değil de sarışın yerine esmere hitap ettiğini öğrenince kahrolur. Bu sırada borçlarının kabarması üzerine paraya ihtiyaç duymaktatır. Bu yüzden köşkü satmayı düşünse de validesi buna izin vermemektedir. Keyfi Bey ile konuşurken Keyfi Bey’in yalandan söylediği sarışın güzelin (blondun) öldüğü haberini alır. Bunun üzerine Bihruz Bey sanki çok büyük bir aşk yaşamışlar gibi kendini kahreder, günlerce ağlar.

Daha yeni kendine geldiği anda dışarı gezintiye çıkmıştır. Üsküdar vapuruna yaklaşır fakat onu kaçırır. Vapur henüz iskeleden ayrıldığı anda Periveş hanımın vapurda oturduğunu görür. Bir anda büyük bir heyecana kapılır ve sevinçten gözleri ışıldar. Keyfi Bey’in yalanını suratına çarpmak hevesiyle Keyfi Bey’in yanına gider fakat Keyfi Bey ikinci bir yalanla o gördüğü kişinin Periveş hanım olmadığını ve ona çok benzeyen bir çalışanı olduğunu söyler. Bunu üzerine Bihruz Bey tekrar yıkılır. Bu esnada alıcaklılar Bihruz Bey’i sıkıştırmaktadır.

Bihruz Bey’in arabacısı olan Andon bir gün Bihruz Bey’in emri üzerine onu bekler ve Bihruz Bey’in geri dönmemesi üzerine köşke doğru yola koyulur. Bu esnada arabayı çizdirerek ufak bir kaza yapar. Bundan Bihruz Bey’in haberi olmadan kurtulmak amacıyla arabayı tamir fabrikasına götürür. Fabrikasında Bihruz Bey’in arabasını gören Kondaraki, onca uyarılara rağmen Bihruz Bey’in borcunu ödememesi üzerine arabaya ve hayvanlara el koyar. Bunun üzerine Andon çaresiz köşke gider ve olanları Bihruz Bey’e anlatınca işten kovulur. Kondaraki daha sonra Bihruz Bey’e nisbet olurcasına Andon’u işe alır.
Bihruz Bey validesinin isteği üzerine İstanbul’dan ayrılmayı düşünürken bir yıl daha burda geçirmeye karar verir. Bu esnada Müsyü Piyer ara sıra gelmekte ve beraber çalışmaktadırlar. Bir gün Bihruz Bey çarşıda gezerken o sarışını tekrar görür ve blondunun çalışanı olarak sandığından aşık olduğu sarışın kadının mezarını öğrenmek maksadıyla hanımın peşine koyulur. Ara bir sokaktan geçerken nazik bir şekilde durumu izah eder. Sonra da aşık olduğu o sarışın hanımın aslında o çalışan kadın olduğunu ve o gün geldikleri güzel arabayı kiraladıklarını diyer bir tabir ile zengin olmadıklarını öğrenir. Bunun üzerine yalan aşkından dolayı Bihruz Bey bir daha yıkılır. Sarışın hanım da alay ederek yoluna devam eder.

KİTABIN ANAFİKRİ

Bu eserden dış görünüşün insanı yanıltabileceği ve dış görünüşe fazla aldanılmaması gerektiği yargısı çıkarılmaktadır. Bunun yanında insanın olayları kendi istediği gibi agılamayıp gerçeği görmesinin gerektiği, o zamanlarda görülen ve yabancı hayranlığından kaynaklanan Fransızca ile karışık bir dil kullanma durumunun kişilerin anlaşmasında zorluklar yarattığı ve önyargılı davranışların insanı ne derece hataya sürüklediği anlatılmaktadır.

KİTAPTAKİ ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

Bihruz Bey: Şık görünmeyi seven, valide parasını yiyen tutarsız ve savurgan bir gençtir. İnsanların dış görünümüne önem verir. Kendi kendine gelin ve güvey olur. Olayları işine geldiği şekilde algılar. Umursamaz ve düşüncesiz bir karaktere sahiptir. Gittiği heryerde tanıştığı her insanla Fransızca konuşarak tiraj yapmaya çalışır.

Periveş Hanım (blond): Bihruz Beyin zengin bir hanım sanıp, gönlünü kaptırdığı kişidir. Gerçekte zengin değildir. Alaycı bir karaktere sahiptir. Sarışın, yirmi yaşlarında, orta boylu ve güzel bir kızdır.

Keşfi Bey: Bihruz Bey’e yalan söylemiştir. Şakacı bir yapısı vardır.

Mişel: Bihruz Bey’in hizmetkarıdır. Her zaman kibar görünür ve Bihruz Bey gibi Fransızca ile karışık bir dil konuşur.

Andon: Bihruz Bey’in arabacısıdır. Bihruz Bey’in sarı renkli şık arabasını verilen emirler doğrultusunda kullanır. Bihruz Bey’den oldukça korkar.

Müsyü Piyer: Bihruz Bey’e öğretmenlik yapan, ona kitaplar getirip, okuyan orta halli bir profesördür. Geçimini biraz da Bihruz Bey’in yardımıyla sağlar.

Kondaraki: Araba tamir fabrikasının müdürüdür. Bihruz Bey’in arabasını pek beyenmiş ve göz koymuştur.

KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER

Kitap yazılan ilk realist roman olmasına rağmen okuyucuyu dili yönünden zorlamaktadır. Kitapta yabancı hayranlığı, dış görünüşe önem verme, maddiyatçılık, önyargılı davranma vb. gibi toplumda o zamanlarda sık görünen sorunlar ele alınmıştır.

YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ

Recaizade Mahmut EKREM; “Araba Sevdası” romanıyla Türk roman tarihimizde, romantizmden realizme geçen ilk romancımız ünvanını kazanır. Tanzimat edebiyatımızın en önemli şairleri ve yazarları arasındadır. İsatnbul’da Vaniköy’de doğdu (1 Mart 1847), Takvimhane Nazırı Recai Efendinin oğludur. İlk öğrenmini, zamanın bilim ve sanat adamlarından olan, babasından aldı. Beyzıt Rüştüyesi’nde Harbiye İdadisi’nde okudu. Hariciye nezareti Mektubi Kalemine memur olarak girdi (1862). Fransızcasını iyice geliştirdi. Namık Kemal’le tanıştı; eski şiirden vazgeçip Batı edebiyatına yöneldi. “Tasvir-i Efkar” gazetesine yazmıya başladı. Namık Kemal Avrupa’ya kaçarken gazatenin idaresini ona bıraktı (1867). Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu (1877); Mekteb-i Mülkiye’de, Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) de edebiyat öğretmenliği yaptı (1880-1887) ve Maarif Nazırlığında bulundu (1908). Ayan Meclisi’ne (Senatoya) seçildikten bir süre sonra öldü (31 Ocak); vasiyeti üzerine, Küçüksu’da oğlu Nijad’ın yanına gömüldü (1914).
Reacaizade Mahmut Ekrem; şiir, eleştiri, hatıra, çeviri, inceleme, hikaye, roman, tiyatro alanında 25’i aşkın eser vermiştir. En tanınmışları: Afife Anjelik (piyes, 1870); Yadigar-ı Şebap (Gençlik Hatırası, şiirler, 1872); Atala (çeviri roman, 1872); Vuslat-yahut-süreksiz Sevinç (piyes, 1875); Talim-I Edebiyat (edebiyat bilgileri, 1879); Zemzeme (şiirler, 3 cilt, 1882-85); Takdir-i “Elhan” (eleştiri, 1886); Muhsin Bey (hikaye, 1890); Pejmürde (şiirler, 1893); Şemsa (hikaye, 1893); Araba Sevdası (roman, 1896); Nijat Ekrem (mensur, manzum şiirler, anılar, 1911); Çok Bilen Çok Yanılır (piyes, 1914).

Atatürk’ün Fikir Sofrası (İsmet Bozdağ)

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN ADI : Atatürk’ün Fikir Sofrası
KİTABIN YAZARI : İsmet BOZDAĞ
YAYINEVİ VE ADRESİ : Tekin Yayınevi
BASIM TARİHİ : 1999 

KİTABIN YAYIM MAKSADI

Atatürk’ün akşam sofrasının temel felsefesi

KİTABIN ÖZETİ

Atatürk de, bildiğimiz bizim gibi bir insandı. Bir çok kişisel özellikleri vardı. İnsan ilişkilerinde nasıl davranırdı? Neyi sever, neye öfkelenir,nasıl düşünürdü? Günlük hayatı nasıldı,kaç saat uyur,kaç saat çalışırdı? Fikirlerini uygularken kullandığı metodlar nelerdi? gibi bir çok sorular aklımıza gelebilir. Bu kitapta da bunların dışında ATATÜRK’ün sofralarından, verdiği eğlencelerinden, toplantılarından bahsedilmiştir.
“Atatürk’ün Sofrası” demek fikir ve kararlarını kesinleştiği an demektir. Atatürk’ün hayatında dinlenme için ayrılmış bir zaman yoktur. Uyumuyorsa, okumuyorsa, yazmıyorsa mutlaka sofrada arkadaşları ile bir şeyler konuşmakta, bir şeyler tartışmakta, haber alıp vermekte, uyguyalayacağı düşüncelerine sosyal taban hazırlamaktadır. Atatürk’ün güçlü bir kişiliği olduğunu hepimiz biliyoruz. O çevresindeki insanların , hatta yakın arkadaşlarının kendi karşısında rahat konuşmadıklarını , fikirlerini açıklamaktan çekindiklerini görüyordu. 

Her şeyi bilmek , her bildiğini değerlendirmek inancında idi. O nedenledir ki konuştuğu insanları rahatlatabilmek , her şeyi konuşabilmek ve çözümlemek için sofrasına çağırırdı. Şu inançtaydı; içki ve dostlukla rahatlamış insanlar , bir süre sonra fikirlerini cesaretle ortaya koyar, bildiklerini , işittiklerini kendi görüşlerine göre değerlendirirlerdi. Bu yüzden Atatürk; bir çok devlet ,memleket, dünya meselelerini zaman zaman sofraya getirmiş , orada konuşulmuş hatta karara bağlamıştır. Devlet ,memleket , dünya olayları Atatürk sofrasının aynasıdır. Fikirler ulusal görüşlere orada dönüşürdü. Örneğin, sofrasındaki en yakın arkadaşlarını çevresinden uzaklaştırır, bakan,başbakan değiştirir ,kadrosunu kurar, kadrosunu tasfiye eder, halkı aydınlatır ve devlet adamlarını uyarırdı.

Bu kitabın genelinde Atatürk’ün sofralarından alıntılar mevcuttur. Bunlardan bazılarına değinecek olursak

TÜRK MİLETİ’NİN ÖYKÜSÜ

Bu bölümde Cumhuriyetin 10. Yılını kutlamak için verilen geceden bahsediliyor. Gecede halkı ile eğleniyor ve onlara öğütler veriyordu. Bir Yüzbaşıya da “Gençlik bilekte değil kafadadır” diyerek büyüklüğünü gösteriyor. Ayrıca yeri geliyor, eğlence yerini meclise çeviriyor. Yaptığı inkılapları anlatıyor. Kırtasiyecilikle boğuştuğumuzu , vatandaşlara babadan oğula sıçrayan bir ideal verdiğimizi ve Yarının Türkiyesi’nin temellerini attığını söylüyor.

BİR GÜN ATATÜRK GİZLİCE KÖŞTEN KAÇTI

Bu bölümde gerçekten Florya Köşkü’nden sıkıldığını Atatürk arkadaşı Nuri CONKER’e anlatır.Bir arabayla kaçarlar ve bir çocuk gibi sevinirler. Bu arada askerlere “Merhaba Asker!”deyip, karşılığında topluca “Sağol” dendiğini anlatıyor. Arabayla bir köye giderler ve orada Halil Ağadan ayran içip onu köşke yemeğe davet ederler. Yemekte ise köylünün derdini sorunlarını dinler ve direkt bakanlara ve başbakana emir verir.

MAZARİK’DE BİR AKŞAM

Yine köşkten kaçıp halkın arasına karışmıştı. Sonra Harbiye Öğrencisi iken gelmiş olduğu Mazarik adlı kokteyl ve yemek salonuna geldi. O’nun oraya geldiğini duyan vali, sivil ve resmi polisler otomobillerle gelince Atatürk rahatsızlığını dile getirir ve köşke döner.

YORGO’NUN MEYHANESİ

Öğrencilik yıllarında geldiği yerlerden biriydi burası. Köşkte arkadaşlarıyla otururken akıllarına gelir ve hemen oraya gidip, anılarını tazeleyip dertleşirler. Bir ara halinden sıkılıp “Vatandaş olmak başka bir güzellik yahu.”der.
Bu kitapta değinilen diğer anı başlıkları ise şunlardır;

-ATATÜRK AFERİSTLERLE BOĞUŞUYOR
-BİR ALTIN TABAKA HİKAYESİ
-DOKTOR REŞİT GALİP DEVRİMLER KONUSUNDA ATATÜRK İLE ÇATIŞIYOR.
-MADAM SENYA OLAYI
-ÇALLI İBRAHİM’İN KÜRKÜ
-ATATÜRK İSMET PAŞA İLE ÇATIŞIYOR.
-ATATÜRK’ÜN BEĞENDİĞİ BİR JEST
-YAHYA KEMAL’E VERİLEN SOFRA CEZASI
-DEVLET VE PARTİ
-ATATÜRK’ÜN YAKASINA YAPIŞTIĞI PARTİ
-ÇELİK PALAS’TA BİR AKŞAM
-ANKARA PALAS‘TA DANSLI ÇAY
-AHMET EMİN YALMAN ATATÜRK’ÜN MASASINDA
-ATATÜRK VE REFİK KORALTAY
-ATATÜRK’ÜN FRANSIZ SEFERİ’NE VERDİĞİ DERS
-KOLAĞASI MUSTAFA KEMAL
-ATATÜRK’E SUİKAST İHBARI
-BİR SOFRADA ÜÇ OLAY

Kitapta adı geçen başlıklarda çeşitli yer ve mekanlarda Atatürk’ün yemeklerde, partilerde ve çaylarda aldığı kararlar ve düşünceler işlenmiştir. Ayrıca Atatürk’ün en yakınlarından alınan her bir bilgi aynı olayın görgü tanıkları ile pekiştirilmiş, hafızalardaki yanlışlıklar düzeltilmiş ve gerçeğe en yakın biçime dönüştürülmüştür. Atatürk’ün sofralarının temel felsefesi O’nun şu sözünde yatmaktadır: “HÜKÜMET UYANDI ,HADİ BİZ YATALIM”.

ANAFİKİR

Bizler konuştuğumuz insanları rahatlatabilmek, dertlerine çözüm bulabilmek, onları daha iyi anlayabilmek için en iyi yöntemi seçmeliyiz. Onları yemeğe davet edip, dostluk, içki ve hoşgörü ile rahatlatarak,fikirlerini cesaretle ortaya döktürerek bildiklerini, işittiklerini acılarını ve sevinçlerini paylaşmalıyız. Bu sayede hayatta bakış açımızı genişletmiş oluruz.

Atatürk Olmasaydı (Cemal Kutay)

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN ADI : Atatürk Olmasaydı
KİTABIN YAZARI : Cemal KUTAY
YAYINEVİ VE ADRESİ : Aksaray Yayıncılık 1.Levent / İSTANBUL
BASIM TARİHİ : 1998

KİTABIN YAYIM MAKSADI

Atatürk’ün Kurduğu Günümüz Türkiye’si İle O Olmasa idi. Türk Milletinin İçinde Bulunabileceği Durum Arasındaki Uçurumu, Ayrımı Ortaya Sermek,

KİTABIN ÖZETİ

Atatürk olmasaydı, Çanakkale Zaferi olmazdı. Çanakkale Zaferi olmasaydı İngiliz, Fransız, Ruslardan oluşan itilaf devletleri, savaşı planladıkları üzere en çok 17 ayda zaferle bitirir. Rus çarlığı haşmetle sürer, İstanbul / Boğazlar Rusların eline geçer, Sevr antlaşmasının şartları gerçek olurdu.
Trablusgarp ve Balkan harpleri yenilgilerinden sonra morali sıfır benliği yok olmuş ezik ve bitik Türklük için destan devri kapanır.

Dünyanın hiçbir esir milletinde emperyalizmin baskısı altında, milli kurtuluş fikri oluşamaz ve hareket gelişemez. Çarlık Rusya yıkılmasaydı Orta Asya ve Kafkasya’daki Türkler kısa süreli de olsa bağımsız devlet kuramazdı.Çanakkale savunması dominyon sömürgelerde bağımsızlık ve haysiyet şuurunu uyandırdı.

Atatürk olmasaydı orduyu politika dışında tutmak mümkün olmazdı. İkinci büyük Millet Meclisinde bu prensip tatbik edildi. Bu durumda olanlar ya asker ya Milletvekili oldular.

Atatürk olmasaydı üzerinde çağın damgası olan hiçbir hareket ve müesseseyi maziden koparıp kuramazdık. Ya hep ya hiç aydınlığını onda bulduk.Milliyetçilik duygusundan yoksun kalmaya devam edecek, eşiğinde olduğumuz ümmetçilik kazanına düşecek, hiçbir zaman sağlam olamamış bir din kardeşliği kisvesi altında ya Arap ya Acem şoven milliyetçiliği potasında kaynayacaktık. Araplaşma – araplaştırma düzeni (URUBE)’nin hammaddesi olacaktık.

Atatürk olmasaydı, Türkiye zamanın şartları içinde Bolşevik rejimini kabul edebilirdi.

Atatürk olmasaydı, kadın hak ve hürriyetleri öteki işlam ülkelerinin şartları içinde kalacaktı.

Atatürk olmasaydı, Devlet, hayat idare-i maslahat (yaşanılan günü kurtarma) Maslahat-amiz illetinden kurtarılamazdı.

Atatürk olmasaydı, Kurtuluş mücadelesi süreci içerisinde gerçek hürriyet ve istiklâllimizi imkansız kılan tatbik, safhasındaki bütün dünyanın Ermenilerle ilgili almış olduğu kararı hak-adalet-tarih hakikatleri içinde lehimize sonuçlanması asla mümkün olmayacaktır.

Atatürk olmasaydı, sanat ve sanatçının değeri bugünkü değerine gelemezdi. Toplum içinde sanatkarı özlenen mevki, makamların üstünde görmek ve bunu tescil ettirmek o günlerde ancak ona has bir özellikti.

Atatürk olmasaydı bizler ve bizden sonrakiler, şahsi tercihini bir tarafa iterek, milleti için değişmesi şart bir çağ sanatı anlayışı adına fedakarlık örneği gösteremezdi.

Atatürk olmasaydı, bizi benliğimize kavuşturan gerçek tarihimizden de cehaleti yenmek için tek dayancımız olan Türk alfabemizden mahrum kalırdık.

Atatürk olmasaydı, bugün ülkemizdeki hümanizm kuruluşları ya hiç olmaz, olsalar bile yasal statüyü koruyamaz, içe açık dışarı kapalı kalmaya mahkum ve mecbur olurduk.
Milletin imkanlarının devlet hayatında daima göz önünde tutulması, lüks- gösteriş-şatafattan uzak, aynı zamanda vakarlı haysiyetli- zevkli, güzel-asil-cazibe olabilme yapısı devlet varlığına hakim onunla beraber gelmiştir.
Osmanlı İmparatorluğunun kaybettiği topraklar üzerinde bağımsız ve manda ferliği kabullenmiş 13 Devlet kurulur. Atatürk sayesinde bunlar ile “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesine uygun olarak dostluklar kuruldu.

Atatürk olmasaydı, yaşanılan şartlar ne olursa olsun, İstiklal ve hürriyet için açıkça ifadesi şart gayeleri devlet literatürüne o sokamazdık.

Atatürk olmasaydı, din ve maneviyatı akıl ve mantıkla böylesine bağdaştıran bir başka insan bulamazdık.

Atatürk olmasaydı, ülkemiz ve milletimiz üzerinde asırlarca oynanmış haksız, ahlaksız senaryoların tortularından kurtulamazdık.

Atatürk olmasaydı, Türk milleti için kusur olarak gösterilen haksız-yersiz-kasıtlı- mantıksız iddia ve kanaatler sonuna kadar yerinde kalacaktı.

Hakkımızda

Bu Sayfa Üzerinde Aklınıza gelecebilecek tüm sorulara cevap arayacağız, sormak istediginiz birşey varsa iletişim kısmından yazabilirsiniz.

Takip Listemizden

İstatistikler


Sitemizde 33 kategoride toplam yazı bulunmaktadır!

Görüntülenme

back to top