21 Aralık 2011 Çarşamba

Tek Çarık Yüzbaşı - Hakkı Kamil Beşe

0 yorum | Devamını Oku...
Romanın konusu:

Vatanını çok seven ve orduya tam kırk beş yıl hizmet ettikten sonra ,yüzbaşı olarak emekli olan bir adamın öyküsüdür.

2. Romanın özeti:

Türk ordusunda uzun uzun yılların yıpratmadan,örselemeden bize kadar getirdiği taptaze bir gelenek var:İyi,çok,büyük şeyler yapmak,fakat yaptıkları ile asla öğünmemek! Bu sanki mukaddes bir töredir.Sanki asker ocağı da her Mehmetçiğe,her subay adayına ebcet ve fatiha(ilk ve son bilgi)olarak şu vecize öğretilir:

“Feda edilebilecek şeylerin sonuncusu hayattır;fakat,ey Türk askeri,şunu bil ki vatan uğrunda fedâ edebileceğin ilk değersiz şey hayatındır.”

Tek çarık yüzbaşı ; doksana merdiven dayayan,asker ocağına nefer olarak girip,yüzbaşı olarak çıkan ve orduya tam kırk beş yıl hizmet verdikten sonra emekli olan Geleyli yüzbaşı Süleyman Karaca dır.Emekli olduktan sonra köyünde oturup,torunlarını yetiştirir.Yüzbaşı gücü yettiği kadar köylüyü de yetiştirir.Başı sıkışan akıl danışmak için ona koşar.Yedi,sekiz köyün akıl hocasıdır.Bu köylerden hiçbirinin okulu yokken o,kapı kapı dükkan dükkan dolaşmış,para toplamış,malzeme toplamış,işçi toplamış ve Geley’in okulunu yaptırmıştır.

Bir gün yüzbaşıyı görmeye memurlar gelir bunlar arasında,Kastamonu fidanlık müdürü Şevki Akalın,yüksek su mühendisi İbrahim Derin,Yüksek orman mühendisi Sait kantarel bulunur,bucak müdürü Nuri Tunçbilek ve bir de Celal Davut Arıbal vardır.Yüzbaşı kazaya gelen memurları birer ikişer evlendirerek kazaya bağlar.Yüzbaşı bu memurları ayak üstü türkü toplayan toy gençlere benzetir.Çünkü ne söyleseler halkı samimiyetlerine inandıramazlar bu memurlar ve bundan da çok şikayetçi olurlar yüzbaşıya.Yüzbaşı ise bu olaylar üstüne onlara bu benzetmeyi yapar ve bunu onların yüzlerine karşı söyler.

Köylülerin böyle davranmalarının sebebi ise köylünün söze değil yapılan işlere baktığıdır.yüzbaşı bunların kuru sözlerden ziyade onlardan somut icraatlar beklemektedir ve ancak o zaman köylünün güveni oluşacaktır.Bir gün hep birlikte köy odasında otururlarken yüzbaşı bazı delikanlıların öleceği besbelli olunca bir öküzü sapasağlam diye bir yurttaşa satıldığını öğrenir ve bu olaya gerçekten çok üzülür.Bu sırada delikanlılarda köy odasında oturmaktadırlar ve kendi aralarında bir şeyler fısıldamaktadırlar.

Bu arada falsoları ortaya çıkınca oradan savuşmak isterler. Bu en az, onların kabahatleri yüzlerine vurulduğu zaman utanç duyacak bir ahlak seviyesinde olduklarını, vicdanlarının henüz korkulacak derecede kararmadığını gösterir. Sonra delikanlıların çok üzüldüğünü ve vicdanlarının azap içinde olduğunu fark eden yüzbaşı onlara ve bir nevi herkese bir ders olsun diye onlara Fatih devrindeki ecdadımızın nefis bir menkıbesini anlatır.menkıbe şöyledir:bundan dört yüz doksan iki yıl önce İstanbul’u alan Fatih Sultan Mehmet , fethin ertesi günü Bizans hapishane ve zindanlarında bulunanların salıverilmesini emreder.Emri yerine getiren memurlar saray bahçesinde yeraltı zindanında saçı sakalı birbirine karışmış,yaşlı başlı iki adama rastlarlar. bunlar hiçte suç işlemişe benzemezler.memurlar bunların ne zaman,niçin ve kim tarafından zindana atıldıklarını sorarlar.adamlardan biride kendilerinin bir zamanlar padişahın nedimlerinden olduklarını,memleketin gidişatını ve halini beğenmediklerini ve bu halin böyle devam etmesi durumunda devletin inkıraz bulacağını imparatora söylediklerini anlatır.İmparatorunda bunlardan bıkmış olup ve gazaba gelerek kendilerini zindana attırdığını söyler.Şimdi ise imparatoru görüp sözlerinin doğru çıktığını kanıtlamak isterler.Filozofların bu sözleri ta Fatih’in kulağına kadar gider.Fatih bu adamaları yanına çağırtır ve görmek ister,adamlar Fatihe de aynı cevabı verirler.Bunun üzerine Fatihin emriyle filozoflar hamama götürülür,temizce yıkanıp,giydirilip tekrar padişahın huzuruna çıkarılırlar.Fatih bunlara:” madem bir devletin inkıraz alametlerini görüyorsunuz;gidin,benim memleketimi baştan başa gezin.Onda da inkıraz alametleri görüp görmediğinizi gelip bana söyleyin” der ve onlara bir kese altın uzatır filozofların bütün bu olanların üzerine derin bir şaşkınlıkla Bursanın yolunu tutarlar.

“Anasının öldüğü gün vazifeye gelmeyen hakim”

Adamlar Bursa’da halkın namus ve doğrulukla işlerine, güçlerine devam ettiklerini , ibadet zamanlarında da camilerin dolup taşıdığını görüp memnun kaldılar. Ardından da bir de mahkemeleri görelim derler. Hakimin huzurunda iki kişi vardır. Davacı diyordu ki:

Hakim efendi, ben bu adamdan bin kuruşa bir at satın aldım. At özürlü çıktı,çevirdim. Geri alma teklifini kabul etmediğini bildirdi. Bu defa hakim davacıya dönerek:

Peki madem bu adam atı geriye almadı; niçin hakime başvurup hayvanın gerş verilmesine hükmetmesini hemen istemedin dedi. Davacı ise;hakimin makamına geldiğini, ancak onu bulamadığını söyler. Hatta hakimin muhzırınızda buna şahit olduğunu da söyler. Hakim davacıya hak verir. Hakim o gün validesinin öldüğünü ve ona karşı son vazifesini yerine getirmek için cenazesiyle mezarına kadar gittiği için makamında olmadığını söyler ve cebinden kesesini çıkartarak:

“Şu halde bu bin kuruşu ödemek bana düşüyor” diyerek parayı davacıya öder ve filozoflar bunun gibi bir kaç olaya da şahit olduktan sonra Fatih’in huzuruna çıkarak:

Padişahım dediler:”halkınızda bu ruh temizliği ve asalet, mahkemelerinizde bu adalet oldukça, korkmayınız,memleketiniz inkıraz bulmak şöyle dursun genişleyecek ve yükselecektir.”Yüzbaşı bunları anlattıktan sonra Fatih’in İstanbul’u fethettiğinde yirmiiki yaşında bir delikanlı olduğunu tekrar hatırlatır ve bu menkıbelerden herkesin kıssadan hisse çıkarmasını ister.Herkesin çocukları ne yapıp ne edip okula göndermelerini orda onlara yalnızca çeşitli bilgi verilmeyeceğini ve aynı zamanda da iyi ve sağlam bir ahlak kazanacaklarını söyler.Bu olay sonunda da delikanlılar alacakları dersin hepsini zaten alırlar ve yaptıklarından da pişmanlık duyarlar.bunlardan sonra memurlara gelince yüzbaşının da iknalarıyla hep birlikte köyü kalkındırmak için çare ararlar, ama köyün en büyük sorunu su sorunudur.Hayvanların dahi dili damağı su hasretiyle kuruyup kavrulan bu köylülerin bulanık su bile içlerini bulandıramaz.içleri kinsiz, şiddetsiz, hasetsiz ve tertemizdir.köylünün dizinde takati kalmamıştır, ama yüreğindeki güç ve umut olduğu gibi duruyordur.bunu en güzel örneği ise üç ay içinde kısıtlı imkanlara rağmen yapılan okuldur.Bucak müdürü yapacaklarını programlaştırıp ve bunları imece usulü ile yaptıkları takdirde köyün dört beş yıl içinde kalkınabileceğine inanmaktadır.Daha sonra bir dernek kurmaya karar verirler ve böylece köyün kalkınması daha kolay olacaktır.Derneğe bir de isim bulamak lazım gelir.ilk önce derneğe “Araç köylerinin kalkınmasına yardım derneği diyelim derler.Fakat yüzbaşı bu ismin biraz uzun olduğunu söyler ve en iyisinin her kelimesinden birer ikişer harf almak suretiyle kısa bir ad bulur.”AKKAYA Derneği” artık bu derneğin yeni adıdır.bundan sonrada hep beraber Akkayanın yolunu tutarlar.

3. Romanın ana konusu:

Emekli olan bir yüzbaşı ve çevresine topladığı bir kaç memurla köylerini kalkındırmak istemeleri ve bu uğurda sarf ettikleri çabaları ve azimleriyle neler başardıklarını anlatmaktadır.

4.Kitaptaki olayların ve şahısların değerlendirilmesi:

Kastamonu fidan müdürü ,Şevki Akalın,Yüksek su mühendisi İbrahim derin yüzbaşı buna sucu İbrahim de der.Sucu İbrahim araçtan evlidir.Yüksek orman mühendisi Sait kantarel…işletmeci sait diye de bilinir.yüzbaşı onun gelmesiyle kazaya bet bereket geldiğini,fakir fukaranın ve tüccarın hem cebinin hem de yüzünün gülmeye başladığını ve Belediye kasalarının da para görmeye başladığını söyler.Celal Davut Arıbal ise su döver bal çıkarır.Birde Bucak müdürü Nuri Tunçbilek vardır.yüzbaşı onu tam bir yüzbaşıya benzetir.Bölüğünün başında dimdik duran,kara yağız,umut dolu,kartal yüzbaşıya…

5.Kitap hakkında şahsi görüşler:

Gerek konu bakımından, gereksede yörenin ağzının kitap ta vurgulanışı bakımından sürükleyici bir kitap.içinde küçük hikayelerinde bulunması anlatımı iyice süsleyip,okuyucuya kitabı okurken büyük bir haz vermektedir.

Tek Adam - Şevket Süreyya AYDEMİR

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN BÖLÜMLERİ :

1 NCİ CİLT 1881-1919 DÖNEMİ

2 NCİ CİLT 1919-1922 DÖNEMİ

3 NCÜ CİLT 1922-1938 DÖNEMİ

KİTABIN BÖLÜM BÖLÜM ÖZETİ :

CİLT 1 1881-1919 DÖNEMİ:

Üç çocuğunun peş peşe ölmesinden sonra Zübeyde’nin hasretle beklediği sarı saçlı mavi gözlü Mustafa bazı kaynaklara göre 1880 bazı kaynaklara göre 1881 yılında SELANİK’te bir Müslüman Mahallesi olan Ahmet Subaşı da dünyaya geldi. Mustafa’nın dünyaya geldiği sırada babası Ali Rıza Efendi kereste tüccarlığı yapıyordu. Ali Rıza Efendinin işleri ileride Rum eşkiyası yüzünden bozulmuştu. Ali Rıza Efendinin işlerini yürütememesi kendisini moral ve fizik bakımından çökertti ve Ali Rıza Efendi 47 yaşında hayata veda etti. Ali Rıza Efendi öldüğünde Mustafa 7 yaşında ve evin tek erkeğiydi.

Okul zamanı geldiğinde Mustafa ilk önce annesinin gönlü olsun diye mahalle mektebine daha sonra babasının ustalıklı bir manevrasıyla Şemsi Efendi okuluna kaydedildi. Bu okulda 1891 yılına kadar okudu. Daha sonra, babasının ölümü üzerine dayısı tarafından çiftliğe götürüldü. Çiftlikte okul olmayınca ve Mustafa’nın eğitimi aksayınca, Mustafa Selanik’e teyzesinin yanına gönderilerek Mülkiye Rüştiyesine yazıldı. Fakat hocalarla olan anlaşmazlığı yüzünden okulu bıraktı ve annesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen Askeri Rüştiyeye girdi.

Mustafa rüştiyeyi çok sevmişti. Derslerinde başarılıydı ve hocaları çok iyiydi. Bir süre sonra Matematik hocası Yzb. Mustafa Efendi Mustafa’ya bütün dünyanın ilerde öğreneceği bir isim hediye etti:Kemal! O günden sonra Mustafa adı Mustafa Kemal olacaktı.

Mustafa Kemal Rüştiyede iken annesi yeniden evlendi ve Mustafa Kemal bu evliliğe olumlu bakmadı. Bu yüzden evi terk edip uzak akrabaları Rukiye Hanım’ın yanına sığındı.

Mustafa Kemal doğduğu şehir Selanik’ten tahsil için ilk kez ayrılarak Manastır İdadisine gitti. Burada Ömer Naci ile kendisine etkileri olan dostlukları oldu.

Ömer Naci Manastır idadisinde Mustafa Kemal’i yakın arkadaşı idi ve O’na edebiyat ve hitabet aşkını aşıladı.

Manastır idadisi 1898 yılında bitirdi ve 1899 yılında İstanbulda bir Harbiye’li oldu. Harbiye’deki kitapsızlığın ve bilgisizliğin Mustafa Kemal nesli üzerinde şu tepkisi oluyordu ki yokluklar ve yetersizlikler onların yetişme öğrenme ve düşünme ihtirasını kamçılıyordu.

Mustafa Kemal 10 Şubat 1902’de 21 yaşında Teğmen olarak Harbiye’yi bitirdi. Dokuz yıl önce çiftlikte çalışırken kafasında yaşattığı hayal gerçek oldu.

Mustafa Kemal’i okulu bitirdikten sonra kıtaya göndermediler, kurmay sınıfına ayırdılar. Erkan-i Harbiye’de sadece dersleriyle alakadar olmaz aynı zamanda memleket meseleleri ve siyasi bilgiler ile de alakadar olurdu. Mustafa Kemal 11 Ocak 1905’te akademiyi bitirdi. Çıkarttığı gazete ve arkadaşlarıyla yaptıkları gizli toplantılar sebebiyle Suriye’ye gönderildi.

Suriye’de 25 nci ve 30 ncu Süvari Alaylarında staj gördüler ve kumandaya hiç karıştırılmadılar. Burada arkadaşları Dr. Mustafa ve Müfit ile “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni kurdular.

Mustafa Kemal Suriye’de çok sıkılıyordu. Vatanı kurtarmak için Suriye’den gitmesi gerektiğine inanıyordu. Bunun için Şükrü Paşaya fikirlerini belirten bir mektup yazdı. Kendisini Selanik’e aldırmasını istedi. Paşadan yumuşak bir cevap gelince Yafa’dan bir yabancı vapura binerek kaçtı. Sonrada Pire’den Selanik’e geçti. O şimdi bir kıta kaçağı ve memleketine ayak basmaması istenen bir kıta sürgünüdür. 4 ay kadar Selanik’te kaldı kendini “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni “İttihat ve Terakki” cemiyeti içinde buldu ve 25 Ekim 1907’de cemiyete dahil oldu.

Üçüncü ordu padişahın sürekli endişe duyduğu bir birlikti. Avrupa’ya yakındı ve Subayların yabancılarla teması kolaydı.

Mustafa Kemalin buradaki hayatı Selanik – Üsküp hattı üzerinde seyahatler, Selanik’te İhtilalci İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki faaliyetler ve ordu kurmayındaki resmi görevleriyle geçer.

Cemiyetin idarecileri ile arası pek iyi gitmedi. Fikirleri yüzünden Enver Bey tarafından geri plana itildi. İhtilal olupta meşrutiyet ilan edildiğinde Mustafa Kemal’in adı hiç duyulmadı.

Mustafa Kemal Cemiyetle meşgul olan Subayların ya orduyu bırakmalarını ya cemiyetten büsbütün ayrılmalarını istiyordu. Toplantılarda: “Asıl mesele şimdi başlıyor. Asıl mesele ihtilalden sonraki meseledir. Geceler çok şeylere gebe. Ufuklarda tehlike bulutları görüyorum. Hele ordunun siyasete karışması işi artık bitmelidir. Ordu kışlasına ve siyasetçi siyaset meydanına. Halbuki bizimkiler ?…” demekteydi. Bu sözler cemiyet çevresinde tepkilere yol açtı. Ona karşı şüphe ve güvensizlik arttı.

Fakat Cemiyetin sivil lideri Talat Bey Mustafa Kemal’e güvenmekte ve ondan hizmet istemekteydi. Osmanlı Afrika’sını temsil eden Trablus’ta durum iyi değildi, ve oraya gönderildi. Burası bir sürgün yeriydi. Fakat sürgün yeri iyi seçilmişti. Bu onun için hem çile, hem imtihandı. Mustafa Kemal Trablus’ta görevini bitirdiğinde İtalyan uşakları dize getirilmiş, devletin otoritesi sağlanmış ve itibarı iade edilmişti.

Meşrutiyete karşı ilk ayaklanma 31 Mart 1909’da patladı. 15 Nisan 1909’da Selanik’ten hareket eden Hareket Ordusu isyanı bastırdı; padişahı tahttan indirdi ve yerine Reşat isimli Şehzadeyi geçirdi. 13 Nisan irtica hareketleriyle beraber Adana ve çevresinde başlayan Ermeni karışıklıklarını da bastırıldı.

1 Ekim 1911’de İtalyanlar Trablus’u abluka altına aldıklarında Enver Bey, Mustafa Kemal ve diğerleri sivil olarak Trablus’a gitti. Ancak gönüllü cepheleri oluşturarak çarpıştılar. Uşi anlaşmasının imzalanması ile tekrar İstanbul’a döndüler.

Balkan Harbi Mustafa Kemal’in Selanik’te iken savunduğu fakat ittihat ve terakkinin bilhassa Enver Bey’in hoş görmediği fikirlerin doğruluğunu ne yazık ki ispatladı.

Balkan Harbinden 13 Ay sonra Enver Paşa, Talat Bey, Mebusan Reisi Halil Bey ve Sadrazam Sait Halim Paşa padişaha bile haber vermeden Almanlar ile ittifak yaptılar. Daha sonra iki Alman zırhlısının boğaza demirlemesi ve bunlara Türkçe isimler verilerek Rus limanlarının bombardıman etmesi ile Osmanlı İmparatorluğu fiilen Birinci Dünya Harbine girdi.

Mustafa Kemal bu sırada Sofya Ateşe Militerliğindeydi ve kendisine vatana ve cepheye dönme yolu görünmüştü.

Mustafa Kemal Çanakkale cephesinde ilk savaşlarını yürüttü; tarihte eşi az görülen bir kan ve ateş imtihanından geçerek, kahraman bir savaşçı üstün bir kumandan olarak belirdi.

Çanakkale’de görevini tamamlayıp oradan ayrılan Mustafa Kemal, o kanlı sırtlar üzerinden kopup İstanbul’a yönelirken artık eski Mustafa Kemal değildi. İstanbul’a geldiğinde anlamıştı ki, kendisine İstanbul’da yapacak iş yoktu İstanbul onun dilinden ve düşüncelerinden anlamayacaktı.

Mustafa Kemal 13-14 Mart 1916’da Diyarbakır’a vardı. 1 Nisan 1916’da Mirlivalığa (Tuğgeneral) terfi ettirildi. Mustafa Kemal cepheyi devraldıktan bir süre sonra, Kozma dağı bölgesinden taarruza geçen Rus ordusu kanlı süngü savaşları ile geri püskürttüldü. Çeşitli harekattan sonra önce Muş sonra Bitlis düşmandan geri alındı. Bir ara aynı cephede 2 nci Ordu Kumandanlığına tayin oldu.

31 Ekim 1918’de ise Limon Van Sanders’ten Yıldırım Ordular Komutanlığını aldığı gün harbin bittiğini öğrendi.

3 Kasım 1918’de Mondros Antlaşmasının bir metnini istedi. Anlaşma şartlarını öğrendiği günlerde bir taraftan işgal kuvvetlerinin çıkardığı meselelerle uğraşırken diğer taraftan İzzet Paşa ile tartışmak ve ilgi çekici muhabereler ile meşgul idi. 7 Kasım 1918’de hem 7 nci ordu hem Yıldırım Ordular Komutanlığı lağvedildi. Mustafa Kemal vazifesiz kaldı. Bu arada İzzet Paşa, Mustafa Kemal’e o sıralarda İstanbul’da bulunmasının uygun olacağını bildirdi ve Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a hareket etti. Adana treninden inipte Haydarpaşa rıhtımına ayak basınca karşılaştığı manzara şuydu; 55 düşman gemisi zafer bayraklarını açarak İstanbul limanına girmektedir. Ama bu manzara karşısında, bu hava içinde, kılı bile kıpırdamadan: “Geldikleri gibi giderler.” dedi.

1919’da Samsun ve havalisindeki yerli Rumlar, hele İngiliz ve Fransızların gölgesinde Yunan gemilerinin İstanbul sularına gelmelerinden, Karadeniz kıyılarında gösterişli bir şekilde dolaşmalarından cüret alarak müdafaasız Türk halkına saldırdılar. Halbuki Yunanlılara ve onlarla beraber işgal kuvvetlerine göre ise, Türkler Karadeniz kıyıları ile bilhassa Samsun ve Havalisindeki Rum’lara saldırıyordu.

1919 Nisanında işgal kuvvetleri kumandanları hükümete bir nota vererek bu saldırıların önlenmesini istedi. Böylece hükümet telaşa düştü ve olaylar biraz tesadüflerin fakat daha çok Mustafa Kemal ile arkadaşlarının hesaplı hazırlıkları ile nihayet O’nun bu bölgeye 3 ncü Ordu Müfettişi olarak ve bizzat padişah ve Ferit Paşa tarafından gönderilmesi imkanını sağladı.

Mustafa Kemal 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan hareket etti ve Samsun’a vardı.

Bu varışını Nutkunda şöyle anlatır:

“1335 (1919) senesi Mayısının 19’unda Samsun’a çıktım.”

CİLT 2 1919-1922 DÖNEMİ :

Tek Adamın 2 nci cildi; 1919 Mayısının 19’unda SAMSUN kıyısında başlayan zorlu var oluş mücadelesinin 1922 EYLÜL’ünün 9’unda İZMİR kıyılarında zafer şarkıları ile noktalanışının öyküsüdür.

Yollar vardır meçhulün önümüze serdiği çizgilerdir. Bu yollarda yolcu, talihinin tezgahında kendi kaderini dokur. Mustafa Kemal’in SAMSUN’da başlayıp ERZURUM’a, SİVAS’a çıkan ve sonra ANKARA’ya, İZMİR’e ulaşan yolculuğu da böyle bir yolculuktu. Bu yollar da O, talihi ile boğuştu. Kaderini dokudu ve Onun kaderi bizimde kaderimiz oldu.

Mustafa Kemal Anadolu karasına ayak bastığı ilk günden itibaren kurtuluşun tek yolunun halkı inandırmaktan geçtiğine inanıyordu. Ve bunun için gerek SAMSUN’da gerekse Havza ve AMASYA’da halkın ileri gelenlerini bu işe inandırmaya çalıştı ve bu işte de büyük ölçüde başarılı olarak mücadelesine başladı.

Atatürk’ün Anadolu karasında ilk önemli durağı ERZURUM’du. Asırlardan beri ilk defa İSTANBUL dışında Anadolu’nun bağrında ve yine onun bağrından kopup gelen bir grup vatanperver, Millet adına bazı kararlar alıyordu. Ve bu grup 1919 Temmuzunun 23’ünde Yapı Usta Okulunun tahta sıralarında Milletinin ebedi önderliğine getiriyordu Mustafa Kemali. Artık Onun her adımı Milletinin adımı, her sözü Milletinin sözü, İSTANBUL Hükümetine ve işgalci Avrupa’ya karşı her seslenişi, Milleti adına yapılmış bir sesleniş olacaktı. Ve O her geçen gün sesini yükseltmeye devam edecekti.

“Milli Sınırlar İçinde Vatan Bir Bütündür Bölünemez” deniyordu ERZURUM’da, SİVAS’ta “Kuva-yı Milliyeyi amil Milli İradeye Hakim Kılmak Esastır, Merkezi Hükümet Milli İradeye Tabi Olmalıdır. Milli Meclis Toplanmalıdır.” Halkın doğudan yükselen sesine batıdan da BALIKESİR, Alaşehir, Akhisar, Nazilli, DENİZLİ, Soma, BANDIRMA yörelerinden Kuva-yı Milliyenin sesi katılıyordu.

Atatürk diyordu ki; “Umumi kaide şudur ki, genel durumu yönetme ve yürütme sorumluluğunu üzerine alanlar, en önemli hedef ve en yakın tehlikeye mümkün olduğu kadar yakın bulunurlar.” Bahsettiği yer Milli Mücadelenin kalbi ANKARA idi. 27 Aralık 1919 günü ANKARA Halkı henüz 38 yaşındaki genç önderlerini sonsuz bir güvenle bağırlarına basıyordu. ANKARA’lıların coşkusu 23 NİSAN 1920 günü daha da artacaktı. Çünkü artık söz Milletindi. Bundan sonra Millet kendi adına konuşacak olanı kendisi seçecekti. 23 Nisan 1920 günü Mustafa Kemal’in deyimiyle “Hakikatlerin En Büyüğü” olan TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ açıldı. TBMM demek halkın sesi demekti, halkın nefesi demekti ve halk sessizliğini TBMM ile bozacaktı. Yüzyıllardan beri kendisini savaşma aracı olarak kullanan Osmanlı Hanedanına yeter diyecekti. Onun savaşı artık ne Osmanlı Hanedanına ganimet kazandırmak için ne de bilinmeyen duyulmayan ülkeler’de macera aramak için değildi. O artık sadece ülkesini işgal eden batı dünyasına karşı namusunu kurtarmak için savaşacaktı. Önce İstanbul Hükümeti parmağı ile çıkartılan 60 yakın irili ufaklı isyan bastırıldı birer birer. Bu isyanların bastırılması demek zaten tükenmek üzere olan Osmanlının sonu demekti, zira o son kozlarını oynuyordu Anadolu üzerinde ve yıkılış onun için kaçınılmazdı artık.

Şimdi sıra, İngiliz güdümünde olan ve kendi hesabına göre çok kolay görünen Anadolu’nun işgali için sonu gelmez bir maceraya atılan ve Anadolu bozkırında yenilmeye mahkum Yunan Ordusuna geldi.

Mustafa Kemal için askerlik bir sanattı. Mustafa Kemal kendine bu sanatı seçmişti. Kendini askerliğe vermişti ama savaşı seven, savaşı arayan bir kişi değildi. Günlük hayatında ve anılarında savaşı hiçbir zaman özlemedi..

1 nci ve 2 nci İnönü Muharebeleri ile sadece düşman değil, Milletinin makus talihi de yenilmiş oldu. Daha sonra tarihin en uzun meydan muharebesinde Başkomutan sıfatıyla Sakarya da “Hattı Müdafaa Yoktur, Sathı Müdafaa vardır. O Satıh Bütün Vatandır.” diyerek hem harp tarihine dehasını altın harflerle yazdırıyor, hem de Yunan Kuvvetlerinin Anadolu bozkırında giriştikleri bu maceranın onlar için nedenli acı bir yenilgiyle noktalanacağının adeta işaretlerini veriyordu Başkomutan Mustafa Kemal. Sakarya Zaferinden sonra bir yıl gibi uzun bir süre hazırlık yapan ordumuz nihayet Yunan Kuvvetlerini Anadolu’dan atmaya hazırdı. Biliyordu ki artık nihai zafer çok yakındı. 26 Ağustos sabahı Atasından aldığı “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir İleri” emri ile Türk Orduları coşkun bir sel gibi Yunan Ordusunu öne katarak İZMİR’e kadar aktı.

Mustafa Kemal emir komuta ettiği ordusuyla Avrupayı dize getirdi. Yaptığı tarihi bütün dünya tarih kitaplarına yazdı. Çünkü mensubu olduğu milletin tarihi dünyanın sahip olduğu en değerli varlıktı.

CİLT-3 1922-1938 DÖNEMİ :

1922’de muharebe meydanında biten Milli Mücadele, aslında yeni ve zorlu başka bir mücadeleyi başlattı. Silahını bırakan Gazi Mustafa Kemal’in yolunun üzerinde artık bir sıra aksiyon, fikir ve yeni kuruluşlar vardı.

Savaşın bitmesini müteakip harbin galipleri bu milletin ters giden tarihini yendiğini masa başında da kabul etmek zorunda kaldılar. Artık Milletten kopmuş, çağın gereklerinden uzak, çürümüş bir gövdenin suyu geçmiş dalcıkları haline gelen gölge saltanat müessesesine ve onun uzantısı olan hilafete son verme zamanı gelmişti. Söz artık milletin olacaktı ve milletin olmalıydı. Yakın arkadaşlarının dahi endişelerine ve yer yer karşı koymalarına rağmen Mustafa Kemal saltanatı kaldırdı ve halifelik müessesesinin bir gölgeden ibaret olmasını sağladı. Çok geçmeden de hilafete son verdi.

Barışı kazanmak, savaşı kazanmak kadar önemliydi. Yeni Türkiye’nin Lozan Antlaşması da bu değerde idi. Lozan’da büyük bir mücadele verildi ve asırlık hesaplar görüldü. Çünkü yeni kurulan devlet Osmanlı İmparatorluğunun bütün hesaplarını tasfiyesine muhatap tutuldu. Ama yeni Türkiye mirasçı ve herhangi bir devletin devamı değildi. İtilaf devletlerinin şuursuz istekleri ustaca savuşturuldu ve Türkiye Lozan’da çok önemli bir zafere imza attı.

Yeni bir çocuk doğmuştu ve bu çocuğun adı konmalı idi. Hakimiyeti Milliye kayıtsız şartsız milletin olduğuna göre bu çocuğun adı Cumhuriyet olmalı idi. 29 Ekim 1923’de TBMM’de yapılan oylamada yeni kurulan devletin yönetim şekli Cumhuriyet olarak kabul edildi.

Gazi Mustafa Kemal’in ikinci meclisi açış nutkunda “Devlet şeklinin tekamülü ve demokrasinin kuruluşu ile çağdaş müesseselerin meydana getirilmesi” hedeflerinden ilki gerçekleşmiş, sıra ikinciye gelmişti. Hilafetin kaldırılması ile bu yeniliklere başlandı. Fakat laikliğe gidişte en büyük adım olan bu inkılap yakın arkadaşlarının dahi daha kesin çizgilerle kendisine cephe almasına neden oldu. Başarılı olan her ihtilalden sonra ihtilâlci kadronun kendi içerisinde parçalanması gibi, Milli Mücadeleyi yapan kadroda bu parçalanmada nasibini aldı. Önderlik mücadelesi yapan kimseler özellikle hilafete olan bağlılığı kullanarak uzun yıllar boyunca Mustafa Kemal’i yıpratmaya çalıştılar.

Doğuda “Dini kurtarmak ve halifeliği yeniden kurmak” adına Şeyh Sait tarafından çıkartılan isyan, memleketi en zayıf yerinden vurdu ve hızla yayıldı. Mustafa Kemal “ Takrir-i sükun “ yasasını çıkarttı ve isyan bastırıldı. Sorumlular istiklal mahkemesine verilerek cezalandırıldı. Yeni kurulan Cumhuriyet altı ok diye adlandırılan şu temel ilkeler üzerine inşa edilmeye başlandı: Cumhuriyetçilik,Milliyetçilik, Halkçılık,Devletçilik,Laiklik ve İnkılapçılık.

Batılılaşmak adına yaptığı inkılaplardan en cüretlisi şapka inkılabıydı. Çünkü, o zamanki anlayışa göre şapka Hıristiyanlığın ve gavurluğun bir işareti sayılıyordu ve bu kökleşmiş duygulara yapılan hareket menfi reaksiyonlara en müsait hareketti. Şapka inkılabını hukuk alanında yaptığı yenilikler, medeni kanun ve tevhid-i tedrisat kanunu takip etti.

Değişimi kaldıramayan şer ve kıskançlık güçleri onu İzmir’de öldürmek için pusu kurdular ama kurdukları tezgah kendilerini Yunanistan’a kaçıracak olan motorcu tarafından emniyete bildirildi. Sorumlular belirlendi ve mahkemece yargılandılar. Yargılananlar arasında Terakkiperver Fırka yöneticileri ve milli mücadelenin önemli simaları da vardı.

Daha sonraki yıllar milli ekonomiye geçiş ve inkılap hareketlerinin devamı niteliğindeydi. Yeni alfabe kabul edildi ve Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu Gazinin büyük çabaları ile kuruldu. Ulaştırma ve sanayii alanında Devletçilik İlkesi doğrultusunda büyük atılımlar yapıldı. Dünyada ilk defa olarak 5 yıllık sanayi programları belirlenerek uygulamaya konuldu. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasından sonra Mustafa Kemal’in çabası ile Fethi Okyar tarafından Serbest Fırka bu bir demokrasiye geçme çabası idi ama başarılı olamadı ve parti kendisini lağv etti.

Atatürk’ün son yıllarında HATAY onun büyük davalarından biri oldu. Hastalıktan bitkin düştüğü anlarda bile bu konu ile ilgilendi. Fakat sağlığında HATAY’ın Anavatana katılışını göremedi.

Bir karaciğer yetersizliğinin ilk belirtileri 1937 yılı içerisinde meydana geldi. Hastalık önce yanlış teşhis edildi ve yanlış uygulamalarla vakit kaybedildi. Sonrasında ise geç kalınmıştı.

Mustafa Kemal’in şahsında çağımız bir büyük adam yetiştirmiş ve onun ölümü ile yalnız TÜRKİYE değil dünya bir büyük evladını kaybetmiştir.

Bükreş eski Metropolitinin dediği gibi;

“Onun ölümünden sonra dünya artık eskisi kadar enteresan değildir.”

SONUÇ :

A. KİTABIN ANA FİKRİ :

Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatı, eserleri, Türk ve Dünya Tarihi üzerindeki etkileri anlatılmakta.

B. KİTABIN GETİRDİĞİ YENİLİKLER :

Atatürk ve kurduğu Cumhuriyetin daha iyi ve doğru olarak anlaşılmasını sağlamıştır.

C. KİTAP HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME VE TEKLİFLER :

Kitap; sade, her kesimden insanın kolayca anlayabileceği ve inkılap tarihimizi öğrenebileceği şekilde kaleme alınmıştır.

Suçlu - Kerime Nadir

0 yorum | Devamını Oku...
1. ROMANIN KONUSU:

Müberra ile Müfit Ekrem arasında geçen aşk hikayesi anlatılmaktadır.

2. ESERİN ÖZETİ

Gerçekte kimin suçlu olduğunu anlatmaya çalışan değişik sayıdaki hikayelerden meydana gelmiştir. Yaşadığımız ve duyduğumuz olaylar karşısında hepimizin bir yorum yapma alışkanlığı vardır. Çoğu kez bu olaylara dış etkenlerin veya vicdanımızın etkisi altında kalarak yaklaşır ve sonuca ulaşırız. Ama olaylara mantıklı bir şekilde yaklaştığımızda, aslında suçun kişilerin ihmarkarlığı yüzünden meydana geldiğini görürüz. Yani, suş ortaktır. Görünüşte suçlu olarak gözüken birinin, suçsuz olabileceğini, O’nu bu hale sokan etkenlerin suçlu olduğunu unutmamalıyız.

İşte böyle bir olay. Kerime NADİR “BİR KAPRİS KURBANI” adlı hikayesinde, böyle bir olayı anlatıyor.

BİR KAPRİS KURBANI

Herhalde hem en üzgün, hem de en mutlu olduğumuz günlerden biri demezun olduğumuz gündür. Mezuniyet günü, bütün arkadaşlar sevinç göz yaşları ile bu günü yas törenine çevirmiştik. İçimizde en az üzgün, daha doğrusu mutlu gözüken Müberra idi. O herkesten farklıydı. O’nun yaşam felsefesi, hiç bir şeyi ciddiye almamaktı. Kederleri, piyanonun çıkardığı sesler gibi gelip geçici bulurdu. Şunu belirtmeliyim ki, Müberra çok güzel piyano çalan, harikulade sesi olan bir arkadaşımızdır.

Beş yıl sonra O’na Ada’da gezinti yaparken rastladım. O eski halinden eser kalmamıştı. Yanında sevimli küçük bir kız çocuğu ve iri vücutlu esmer bir adam vardı. Beni görünce göz yaşlarına hakim olamayıp, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Çok değişmişti. Zayıflamış, solmuş, yıpranmıştı. Beni köşküne davet etti. Müberra’nın gösterdiği bu yakınlığı ve samimiyeti sevinçle karşıladım. Böylece aramızda eskisinden daha iyi bir dostluk doğdu.

Müberra üç yıl önce evlenmiş. Bir toptancı tüccarı olan kocasına ve küçük kızına çok düşkün görünüyordu. Fakat, günler geçtikçe ondanda tuhaf bir şeyler sezmeye başlamıştım. Sanki mutlu değildi. Beni asıl şüphelendiren piyanosunu satmış olması ve müzikle hiç ilgilenmemesiydi. Bu durum beni çok üzüyordu.

Bir Pazar sabahı plajdan dönüyordum. İskeleden büyük bir kalabalığın boşaldığını gördüm. Belki İstanbul’dan gelen bir misafir bulunur ümidiyle bir kenara çekilip, etrafa göz gezdirmeye başladım. Birden gözüme Müberra’nın kocası ilişti. Çocuğu ile birlikte bir yere telaşla gidiyordu. Yanında Müberra’nın olmaması, beni şüphelendirdi. Hemen Müberra’nın yanına gittim. Köşk çok sessizdi. Müberra’nın odasına girdim. O’nu bir yığın mektubu ağlayarak parçalarken gördüm. O’ böyle görünce öyle şaşırdım ki, teselli etmek için hemen boynuna sarıldım. Sonra bana olayın sebebini anlatmaya başladı.

Okulu bitirdiği yıl hayatı çok güzelmiş. Bir gün İstanbul’dan gelen bir misafiri istasyona kadar götürmüştü. Eve yalnız başına dönerken, bir adam Mürebba’ya “Size hayranım, her gün pencerenizin altına gelip müziğinizi dinliyorum” demiş. Bu adam O’nu çok etkilemiş.

Ondan sonra adam her akşam Müberra’ nın penceresinin altında O’nun müziğini dinliyormuş ve sonra mektubu bir taşa bağlayarak , pencereden içeriye fırlatıyormuş. Bu olay haftalarca sürmüş. Müberra artık o adama bağlanmıştı .



Bir gün yaşlı bir adam Müberra ile görüşmek ister. Cebinden bir nüfus kağıdı ve bir evlenme cüzdanı çıkarır, Müfit Ekremin dört yıldan beri kendi kızıyla evli olduğunu söyler. Bu olaydan sonra Müberranın hayatı cehenneme döner. Artık daha ikindiden perdeleri sımsıkı kapar, piyanonun yanına bile yaklaşmıyordu. İşte o sıralarda bir tüccarla evlenir. Feryatların sebebi ise Müfit Ekremi bir gün önce vapurda görmesidir.

Müfit Ekrem benim amcamın oğlu idi . Amma gerçekte durum farklı idi . Aslında Müfit Ekrem vicdansız bir genç değildi . O, aile baskısıyla kendisine layık olmayan bir kızla evlenmişti . Sonralar Münfit ayrılmaya kalktı , fakat kadın buna razı olmuyordu . Dava uzadıkça uzuyordu. O zamanlar Müfitin güzel bir kızı sevdiği ve ayrılır ayrılmaz. O, kız ile evleneceğini duyduk. O kızın sen olabileceğini hiç düşünmemiştim. Daha sonra bu kızın bir başkasıyla evlendiğini duyduk. Müfit bu ihanetin sebebini anlayamamıştı. Uzun hastalıklar geçirdi. Karısıyla boşandı. Göyüyorsun ki, hiç yokken hem kendini hem de Müfite yazık etmişsin.

Müberre bunun üzerine bir kat daha kahroldu ve yasa devam etti.

3. ANA FİKRİ:

İnsanların sorunlarının nedenlerini tam olarak anlamadan iş yaptıklarında başına gelebilecek olaylar anlatılmak isteniyor.

4. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ:

Müberra: Dışarıdan her ne kadar da akılı gözükse de aslında o kadar da akıllı değildir. Çünkü olaylara at gözlüğü ile bakmaktadır. Hiç bir değerlendirme yapmadan sonuca varıyor. Sorunu çözmek yerine başka biri ile evlenmeyi kurtuluş sayıyor. Kendi sonunu kendi hazırlıyor.

Müfit Ekrem: Sessiz, ağırbaşlı ve utangaç birisidir. Olayların üstüne cesaretle gitmiyor. Mürebba’nın ihanetinin sebebini öğrenmeden içine kapanıyor ve yaşantısını mahvediyor.

Hikayede geçen olay günümü olaylarına yaklaşmada bize ışık tutuyor . çünkü pek çok ayrılığın sebebi karşılıklı anlayışın sağlanamamasıdır.

5. KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER:

KERİME NADİR, çok akıcı ve sade bir dil kullanmış, bu da okuyucunun onun romanlarını ve hikayelerini sıkılmadan okumasına olanak sağlıyor ve olaylar hakkındaki yorumu bize bırakması okuyucuya ayrı bir zevk verir.

6. YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ:

5 Şubat 1917’de İstanbul’da doğan Kerime Nadir ANZAK, 20 mart 1984’te öldü. Bebek Saint Joseph Sörler Okulu’nu bitirdi. Ayrıca özel eğitim gördü. İlk şiir ve öyküleri 1937’de Servetifünun-Uyanış ve Yarımay dergilerinde yayımlandı. Kadın kahramanlar üzerine kurduğu duygusal aşk ve serüven romanlarıyla çok okunan bir yazar oldu. Anılarını Romancının Dünyası (1938) adlı kitapta topladı. Başlıca romanları arasında Yeşil Işıklar (1937), Hıçkırık (1938), Seven Ne Yapmaz (1940), Gelinlik Kız (1943), Uykusuz Geceler (1945), Kahkaha (1946), Posta Güvercini (1950), Pervane (1955), Esir Kuş (1957) ve Sonbahar (1958) sayılabilir.

Şu Çılgın Türkler (Turgut Özakman)

0 yorum | Devamını Oku...
Kitabın Adı : Şu Çılgın Türkler
Kitabın Yazar : Turgut Özakman

KİTABIN ÖZETİ

Bu şahane kitap 20. yy.ın sömürgecilerine karşı bir ulusun verdiği onur mücadelesini anlatıyor. Bu topraklarda geçen, hiçbir satırı kurmaca taşımayan; tamamı Türk, Yunan, İngiliz devletleriyle uluslararası kurulların raporlarında, yerli/yabancı gazetelerde ve o günleri yaşamış insanların belleklerinde/anı kitaplarında belgelenen olaylar… Sadece belgelere atıfta bulunan dipnotlar kırk yedi sayfa sürüyor! Bu coğrafyayı,tarihi, bu Anadolu’yu bilmeyen yabancı bir göz okuduğunda yazar fazla abartmış diyebilir, yaşananlar öyle olağanüstü.

Yazar önce Mondros Mütarekesi’yle II nci İnönü savaşı arasında geçen dönemi özetliyor. Peşinden altıyüzelli sayfalık bir destan. Sanki elinde kamera varmış gibi bir Türk tarafına, bir Yunan tarafına; bir İstanbul’a, bir İngiltere’ye odaklıyor bakışlarını (Belki bu akış şekli kimi okuru rahatsız edebilir) . Ve bu ahlaksız işgale dağıyla, çiçeğiyle, insanıyla, hayvanıyla; canlı-cansız bütün varlığıyla topyekün direnen Anadolu’yu anlatıyor. Adını hiç duymadığımız, ama biz bilmesek de bu temele kanını harç yapmış,kefenine sarınıp ta işgalcinin
karşısına dikilmiş, kim bilir hangi gelinciğe kök olmuş binlerce insan… Adım adım, gün gün izliyoruz bu büyük mücadeleyi.

Gelelim romanın kahramanlarına: Osmanlı’nın imzaladığı Sevr antlaşmasıyla yurdu parçalanmış, toprakları santim santim satılmış; sal-tanat koltuğu uğruna sömürgecilere peşkeş çekilmiş bir halk var. Ama her şeye rağmen bu halkın küllerinden yeniden doğmasını sağ-layan biri, dönemin Britanya Başbakanı, Lloyd George’un istifa etmeden kısa süre önce “… yüz yıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük dahiyi bu yüz yılda Türk milleti yetiştirdi… Mustafa Kemal Paşa’ya yenildik.” demesine sebep olan biri, Gazi…Ve bu zaferi Atatürk’le birlikte var eden İsmet Paşa, diğer komutanlar,erler, akıncılar, vekiller, köylüler, direnişe yardım için ayağındaki tek çorabı yıkayıp veren Deli Battal gibiler, kağnılarıyla cephane taşırken yolda ölen ya da doğuran Elifler, yaşadığı rahat hayatı bırakıp cephede gönüllü hemşire olan Nesrinler… Yani etiyle kemiğiyle, onurlu, namuslu, dürüst “Büyük İnsanlık”…

Savaştan galip çıkan devletlerin kuklası olan ve iktidardakilerin hırsı yüzünden gözünü Anadolu toprağı bürümüş Yunanistan. İnsanlık tarihine büyük katkıları olan bir uygarlığın şimdiki torunları. Büyük Yunanistan hayalinin peşinde Anadolu’ya gelip “ Büyük Felaket”i yaşayanlar. Kimisi vahşi kimisi insan, kahraman da var aralarında korkak ta… Vatanlarından deniz milleri, kara milleri uzakta çarpışan, bir zavallı hayalin uğruna heder olan Yunan gençleri. Ve bu iki halkı birbirine kırdıran emperyalist devletler. En başta İngiltere. Tam Sevr antlaşmasını imzalatmışken huzurunu kaçıran “Kemal’in Askerleri”ne elini ateşe sokmadan tokat atmak isteyen, asıl büyük derdi sömürgesindeki Müslüman halkların bu savaşın etkisiyle uyanacağı ve “Üzerine Güneş Batmayan İmparatorluk”un parçalanacağı endişesi olan İngilizler. Fakir ve geri kalmış Doğu’nun önünde uygar(!) ve zengin Batı’nın en büyük temsilcisi. İnsanların ölmesi umurlarında bile değil.

Bu sebeple –dengeler Türkler’in lehine değişene kadar- Yunanistan’a pek çok araç ve gereç satıyorlar, el altından silah ve cephane veriyorlar. Fransa, İtalya, Rusya … Hepsi bu büyük oyunun içinde az veya çok yer alıyorlar. Sonra hainler… Başta Vahdettin ve sadrazam(lar) olmak üzere işgalcilerden medet uman aciz yönetim kadrosu. Bir ham hayal uğruna doksan bin Anadolu gencini Sarıkamış’ta kırdırdığı yetmiyormuş gibi mücadelenin en kritik yerinde Anadolu’ya geçip iktidar olma hevesindeki Enver Paşa ve onun Meclis’teki yardakçıları. Basındaki İngiliz ve Yunan işbirlikçileri. En zorlu zamanlarda isyana kalkışan Delibaş Mehmetler, Çerkez Ethemler. Halkın içindekiler: Kasabalarını, Kuvvacıları, onurlarını satan eşraf, yerel yöneticiler, bazı din adamları… Asker kaçakları… Altmış bin kişilik ordunun otuz bini bazı işbirlikçilerin, mandacıların, teslimiyetçilerin söylediklerine kanıp, kandırılıp silahlarıyla birlikte askerden kaçıyor. Düşman o esnada yüz yirmi bin kişi! 1911’den beri dört bir tarafta durmaksızın savaşan halkın içinden çıkan, direnişe inanmayan, bu savaşın diğerlerinden farklı olduğunu anlayamayan bu kaçaklara üzülmek mi lazım, öfkelenmek mi?

İşte Turgut Özakman bu romanda insanların, insanlığın hikayesini anlatıyor bize. Onun elli küsur yıllık emeğinin sonucundan bir kaç sayfada bahsedip geçmek mümkün değil aslında. Haddim olmayarak bunu yapmak ve sizlerle paylaşmak istedim. Artık ülkedeki siyasal düşünce tarzının tam teslimiyete dönüştüğü günümüzde, tam bağımsızlıktan başka bir istekleri olmayan bu insanlara ve onların destanını yazarak onlara en güzel anmayı yapan yazara bu sayfada şapka çıkartmak. Niyetim bu. Kitabın kalınlığına aldanıp okumaya gözü korkanlara bayağı magazinlerden, ucuz sitkomlardan, pespaye dizilerden uzakta, hüzünlü, acılı ama çok etkileyici birkaç saat vaat eden bu destanı mutlaka okuyun. Pek çok şeyin günümüzde yaşadıklarımıza ne kadar benzediğini görüp üzüleceksiniz ama ayırdığınız zamana değecek. Peşinden de Nazım’dan “23” centlik askere dair ile Kuvay-i Milliye destanını okursanız kendiniz için çok güzel işler yapmış olarak günü kapatacaksınız…

YAZARIN HAYATI

Turgut Özakman, 1930′da Ankara’da doğdu. Ankara Üniv. Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Bir süre avukatlık yaptı. Köln Üniversitesi Tiyatro Bilimi Enstitüsü’ne devam ettikten sonra Devlet Tiyatrosu’na girdi. TRT’de Merkez Program Daire başkanlığı, Genel Müdür Yardımcılığı, Devlet Tiyatrolarında Genel Müdür Başyardımcılığı ve 1983-1987 yılları arasında Genel Müdürlük yaptı. 1988-1994 arasında Radyo-Televizyon Yüksek Kurulu’nda üyelik ve Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Evli. Üç çocuğu, üç torunu var. 28 Eylül 1998′de, ‘üstün hizmetleri dolayısıyla’ Anadolu Üniversitesi’nce ‘fahri doktor’ unvanı verilen Özakman, sayısız esere imza attı. 2002 Nisanında Eskişehir Belediye Başkanlığı, açtığı ikinci tiyatroya ‘Turgut Özakman Sahnesi’ adını verdi.

KİTAP HAKKINDAKİ ELEŞTİRİLER

Kitaba olan ilgi alaka en üst düzeyde. Kitap şu an yaklaşık 140 baskı yaptı ve 300.000′den fazla satmış durumda. Aslında kitap için yapılan eleştiriler genelde oldukça müspet ve duygu yüklü! Bu yüzden o tür eleştirilere hiç değinmeyeceğim! Kitap üzerinde yapılan birtakım polemikler var ben esas onlar üzerinde durmak istiyorum!


1- Kitabın bazı güç odaklarınca(derin devlet ya da Genelkurmay tarafından) ısmarlama olarak yazdırıldığı polemiği. Bana göre ister ısmarlama ister kendiliğinden yazılmış olsun bunun hiç önemi olmadığını düşünüyorum. Kim ne niyetle ısmarlamış olursa olsun helal olsun diye düşünmekteyim. İyi ki ısmarlamışlar Turgut Özakman’da iyi ki yazmış bu şaheseri. Bu konunda bence hiç önemi yok!

2- Atatürk’ün ilahlaştırma çabalarında son mertebe olması polemiği. Aslına bakılırsa bu polemik azıcık haklı gibi görünsede şahsi kanaatim 20.yy’ın dahisi bir devlet adamı, lider, asker olarak Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu övgüyü hak ediyor. O ve silah
arkadaşlarının öngörülemez mantık ve taktikleri yokluk içerisinde o savaşlar kazanılmıştır.

3- Mehmet Akif Ersoy ve İstiklâl Marşımızdan hemen hemen hiç bahsedilmemesi polemiği. Benim tek katıldığım eksiklikte bu. Kitapta İstiklâl Marşımızın kabulü hiç bahsedilmemiş, Mehmet Akif Ersoy’dan ise tek pasajla bahsedilip geçilmiştir. Bunun neden olduğunu da hiç anlayamadım. Unutulmuş mu, atlanmış mı bilemem ama kitabın tek eksiği bu! İnşaallah gözden geçirilecek yeni baskılarda bu eksiklik giderilir ya da bu konuyla ilgili yeni bir destan yazılır.

4- Kitabın tarih kitabı olarak lanse edilmesine rağmen roman oluşunun gözardı edilmesi polemiği. Doğru bu kitap bir tarih kitabı değil. Yazarı roman olarak tanımlamış. Aslında romandan çok bir anılar almanağı. Yine doğru bir tespitte roman ya da benzeri edebi metinlerden tarih öğrenilemeyeceği! Ancak bana göre bunun iki istisnası var! a- Kilit-Anahtar-Kapı-Konak-Çatı-Üçler Yediler Kırklar-Bu Atlı Geçide Gider-Geçitteki Ülke-Darağacı-Gecevakti Gündönümü-Sabır-Ebemkuşağı’ndan oluşan Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun 12 ciltlik dev eseri ve Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler isimli şaheseri. Bu kitaplardan bal gibi tarihte öğreniyoruz.

KİTAPTAN BAZI BÖLÜMLER

“Sabah İstanbullular, Kızılay’ın çağrısına
uyarak para yardımı yapmak üzere gazetelerde sıraya girdi. İleri gazetesinin dar
idarehanesine sığmayanların büyük kısmı, dışarıda kalmıştı.
Kaldırımın sonunda bir işgal devriyesi
göründü. Düzenli adımlarla yaklaşmaya başladı. İşgal askerlerine, her zaman
kenara çekilerek yol veren İstanbullular, bu sefer kıllarını bile
kıpırdatmadılar. Devriye kolu, kalabalığın arasından geçmeyi göze alamadı, yola
inerek geçip gitti.
İçerde, daha afyonu patlamamış olan huysuz
idare memuru, bir deftere, söylene söylene, bağış yapanın adını ve bağış
miktarını yazıyordu.
‘Kahveci Ali, 100 kuruş.’
‘Eskici Yusuf, 50 kuruş.’
‘Hallaç Asım, 75 kuruş.’
‘Bakkal Ahmet, 100 kuruş.’
‘Terlikçi Adem, 200 kuruş.’
Sırada, küçük, cılız bir oğlan vardı. Bir
önceki bağışçının çocuğu sanan memur, öfkeyle, yürüyüp yol vermesi için işaret
etti. Ama çocuk yürümedi, büyük bir ciddiyetle, bütün servetini çıplak masanın
üzerine bıraktı:
‘Hasan, 5 kuruş.’
Suratsız idare memurunun birdenbire gözleri
doldu. Ağladığını göstermemek için yüzünü, kocaman mendilinin arkasına
saklayarak gürültü ile burnunu sildi.”

“Yetmiş beş kağnılık bir kağnı kolu
İnebolu-İkiçay’dan yola çıkmak üzere idi. Zafer Kemal ‘Uğurlar olsun anam!’diye
seslendi.
Kolbaşı, ‘Sağ ol oğul’ dedi,
elindeki sopayla öküzünü dürttü.Kağnılar tekerleri inleyerek kımıldayıp
yürüdüler. Kağnıcıların hepsi kadındı. Yalnız üçüncü kağnıyı on iki yaşında bir
erkek çocuk yediyordu. Kadınlardan biri hamile idi. Yedinci kağnının yanında
yürüyen sırım gibi genç kadının ayakları çıplaktı. Bazı kadınlar bebeklerini
torbalayıp sırtlarına bağlamıştı.
Genç subaylardan biri içi ürpererek,
‘Ne mübarek kadınlar bunlar’ dedi. Öyleydiler. Yavrularına yiyecek taşıyan anaç
kuşlar gibi orduyu besliyorlardı.
Kağnı kolu gacırdaya gacırdaya
uzaklaşıp gitti.”

“Ela gözlü bir genç kadın usulca Kara
Fatma’ nın yanına sokuldu,alçak bir sesle,”Aradığım iti sonunda buldum abla”dedi.Kara
Fatma da fısıltıyla sordu:
‘Hangisi?’
‘Ateşin yanında duran.’
Ateşin yanında esmer,kıvırcık saçlı,dolgun
dudaklı bir çeteci duruyordu.Kara Fatma’nın bakışından huylanıp başın öne eğerek
suratını saklamaya çalıştı.
‘Komutan diri isterim dediydi.’
‘Öldürmeyeceğim.’
‘Peki öyleyse.’
Ela gözlü kadın ilerlerdi, tüfeğinin
namlusuyla Rum çetecinin çenesinin altına dokundu:
‘Kaldır başını!’
Erkek başını doğrulttu.
‘Bana bak!’
Erkek baktı.
‘Tanıdın mı beni?’
Erkek gözlerini kapadı, zor duyulur bir
sesle ‘Affet’ dedi.
Kadın bir adım geri çekildi. Olacağı sezen
kadınlar ve çeteciler nefeslerini tuttular. Erkeğin apış arasına ardarda iki el
ateş etti. Erkek yakıcı bir çığlık atarak parçalanan kasıklarını tuttu, sarsıla
sarsıla dizlerinin üstüne çöktü, başı önünde, ulur gibi bağırmaya başladı. Ela
gözlü kadın Kara Fatma’ya minnetle baktı:
‘Sağol abla. Belki artık rahat
uyuyabilirim.’
‘Tamam kızım.’ ”

“Bunları konuşurlarken birden odanın
kapısı ardına kadar açıldı. Kapının çerçevesi içinde Emirdağ’ın delisi Battal
belirdi.
Bağırdı:
‘Selamünaleyküm!’
Kaymakam öfkelendi:
‘Ulan deli, baksana çalışıyoruz. Çık
dışarı!’
‘Kızma beyim, biliyorum, onun için
geldim. Duydum ki Kemal’in askeri çıplakmış. Allah şahidimdir üzerimdekinden
başka çamaşırım yok. Çoraplarımı getirdim. Şimdi yıkadım, temizdir.’
Yaklaşıp masanın üzerine bir çift
ıslak yün çorap koydu. Çarıklarını sıyırıp odanın ortasında bıraktı.:
‘Aha bunlarda çarıklarım. Haydi
kolay gelsin!’
Çıplak ayak, huzur içinde yürüyüp
çıktı. Kapıyı gümleterek kapadı.
Üyelerin dilleri tutulmuştu sanki.
Kaymakam, ‘Halktan kuşkulandığımız için tövbe edelim beyler..’ dedi,’..Deli
Battal gibi bir garibin bile yüreği köpürdüyse, tekmil halk ayaklanacak
demektir.Hızlanalım.’ ”

” ‘Ağlaşmayı kesin, sıhhiye geldiiii!’
Tedavi yöntemleri çok basitti. Tabanı
kabaranlara biri süvari çizmesi giydiriyor, öteki sırtına binip bağırıyordu:

‘Zıpla!’
Asker zıplayıpta yere basınca, taban derisi
patlayıp anında ete kaynıyıveriyordu.”

Şişhaneye Yağmur Yağıyordu - HALDUN TANER

0 yorum | Devamını Oku...
1. ROMANIN KONUSU:

Roman sadece yazarın hayatta yaşamış olduğu bazı tecrübelere dayanarak yazmış olduğu denemeleri sunuyor. Hayatta neyin ne anlama geldiğini bazı yazılarında anlatmıştır.

2. ROMANIN ÖZETİ:

ŞİŞHANEYE YAĞMUR YAĞIYORDU
Bir Amerikalı fotoğrafçı,makinesinin objektifini çıkarıp yerine bir at gözlüğü takmak suretiyle, çeşitli resimler çekmiş. Bu resimlerden , eşya ve insanlar, at retinasına,gerçekte olduklarından yarım misli daha iri aksediyorlarmış.

Fotoğrafçını denemeyi nasıl bir gözü ile yaptığını bilmiyoruz.

KONÇİNALAR
İskambil destesindeki kağıtların özellikleri:

The jolly jocker yazılı kağıt, delişmen, uçarı,biraz cambaz, biraz sihirbaz,biraz düzenbaz,ama neşe dolu, hayat ve hareket dolu, kanı sıcak delikanlı. Aslarda bir kral havası, bir padişah cakası vardır. Karamaça beyinde meşhum bir şeyler sezilir. İspati beyini bizans prensine benzetirim. Kupa beyi herhalde osmanlı hanedanına mensup olmalı. Kupa kızı ,etine dolgun, duru-beyaz, hanım-hanımcık bir tazedir. Kupa papazı , pek babacan pek yakın bir adamdır. İspati kızına gelince , ondan her türlü sinsilik umulur. Karolar , onlar kişizade, görmüş geçirmiş bir ailedir. Maçalar , bir ermeni ailesidir.

ABLAM
Fındıklı’da bir konakta başlayıp oradan Nice’e , Cezayir’e, Paris’e , oradan da New York tarikiyle Massechusett’e kadar uzana macera dolu bir hayat.

ATATÜRK GALATASARAY’DA
Yazar sekizde ya da dokuzda iken Atatürk’ün galatasaray mektebini ziyaretini anlatıyor.

FRAULEİN HAUBOLD’UN KEDİSİ
Frau Keller’in pansiyonunda Fraulein Haubold’un kedisi ile geçirdiği olaylar. Dropsi, Michael Georgiyef adındaki kişilerin bu kediye karşı olan tutumu.

ECZANENİN AKŞAM MÜŞTERİLERİ
Eczanenin akşam müşterileri, hep kelli felli,efendiden görmüş geçirmiş insanlar. Bunlar bir eski başvekil,bir eski meclis reisi, eski bir sefiri kebir, bir emekli erkan-I harp miralayı, tanınmış söz sanatları birde ünlü fenni sünnetçi. Bu semtin bu kadar değerli insanları sadece bu eczanede toplanmıştır.

FASARYALAR
Feyzullah adındaki bir kahvehane işleten adama takılan lakap. Bu adama fasaryalık akardı diye görüldüğünden takılmıştır. Fasarya lakaplı adam öylesine fasarya ki , semt takımında bile yer almaz, her zaman yedek dururmuş.

MEMELİ HAYVANLAR
Burada sütten dolmuş ineklerin nasıl sağıldığını anlatıyor. Fakat inek veya keçi ayrıca sağıldığı zaman süt verdiği halde, insanlar neden sağılmadığı hakkında yazarın söyledikleri.

3.KİTABIN ANA FİKRİ:

Kitap denemelerden oluştuğu için herhangi bir bilgi verici bir unsur yoktur. Sadece yazarın bazı tecrübelerinden yararlanılabilir.

4. ROMANIN ŞAHISLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ:

Kitap sadece bir bölüm olmadığı için sadece yazarın belirmiş olduğu bazı kişiler vardır. Bunlar Atatürk, Fezullah,Fraulein Haubold vb..

5. ROMAN HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER:

Kitap tecrübelerden oluştuğu için tavsiye verici bir özelliktedir. Yani okunması gereken bir kitap olduğu düşüncesindeyim.

ROMANIN YAZARI HAKKINDAKİ BİLGİLER:

Haldun Taner hem yazar hem de tiatro yazarıdır. Eserleri kızıl saçlı amazon, Şişhaneye Yağmur Yağıyordu,Onikiye Bir Var,Yalıda Sabah,Çok Güzelsin Gitme Dur, Berlin Mektupları,Koyma Akıl Oyma Akıl, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, Keşanlı Ali Destanı

Şıpsevdi - Hüseyin Rahmi Gürpınar

0 yorum | Devamını Oku...
Romanda anlatılan, alafrangalık budalası züppe bir tip olan Meftun’dur. Paris’ten dönünce, oradaki yaşamını köşkte de sürdürmeye çalışır, köşktekilere alafrangalık dersleri vermeye kalkar. Daha da zen­ginleşmek için pinti ve zengin Kasım Efendi’nin kızı Edibe Hamm’la evlenmeyi düşünür. “Piyango’dan para çıktı” diyerek onunla evlenir. 


Bu arada Kasım Bey’in oğlu Mahir de, Meftun’un kız kardeşi Lebibe ile sevişmektedir. Sonunda cimri baba kızıyla oğlu­nun geçimini Meftun’a yıkar; kızını Mefbut’dan zorla ayırır. Meftun, Paris’e kaçar.

Şermin - Tevfik Fikret

0 yorum | Devamını Oku...
Kitabın Adı:Şermin
Kitabın Yazarı: Tevfik Fikret
Çeviri Yapan: Kübra Andı
Kitabın Yazılma Yılı:1. Basım 1981
Kitabın Yayınevi: 3F Yayınları
Sayfa Sayısı:85 sayfa
Kitabın Konusu: Çocuklara iş zevki, sanat zevki, ahlak ve okuma zevki aşılanmalıdır.Her iyi iş biraz alın teri ister.”Alet işler el, öğünür” sözü yanlıştır. Araçlar, insan ve gayret sayesinde çalışırlar. Ayrıca çocuklara bir çalgı öğreterek,ruhlarını inceltmelidir. Şermin, Tevfik Fikret’in çocuklar için yazdığı otuz bir adet şiirden oluşan bir kitaptır.


Kitabın Tanıtımı

Tevfik Fikret ömrünün son yıllarıda,hece vezni ve sade Türkçe ile çocuk şiirleri yazdı.Fikret, bu manzumeleri, eğitimci dostu Satın Bey’in ricası ile yazmıştır.Birlikte bir çocuk yuvası açmak ve çocukları bu kitaptaki esaslara göre yetiştirmek istiyorlardı.Yuva açılamadı,fakat Şermin kitabı edebiyatımızda bir değer olarak kaldı.

Fikret’in eğitim ve öğretmenlik sevgisi, bütün hayatınca görülür.Ömrü boyunca devam etmeyi hem nüfüz, hem de teselli sebebi bilmiştir.Haluk’un terbiyesi üzerinde çok durmuştur.Kolej’deki öğretmenliğine Galatasaray Sultanisi’nde bir yıl, cidden başarılı örnek bir müdür olmuştur.Şiirlerinin çoğunda(Mavi Deniz,Haluk’un Bayramı)çocuk ruhunu iyi tanıdığı görülür.

Haluk’un Defteri’nde gençliğe seslenen Fikret, Şermin de daha temellere gitmeğe çalışır.Burada çocuklara telkin etmek istediği fikirler özet olarak:

Çocuklara iş zevki, sanat zevki, ahlak ve okuma zevki aşılanmalıdır.Her iyi iş biraz alın teri ister.”Alet işler el, öğünür” sözü yanlıştır. Araçlar, insan ve gayret sayesinde çalışırlar. Ayrıca çocuklara bir çalgı öğreterek,ruhlarını inceltmelidir. Çocukların zihninden batıl inançları sökmek gerekir.Umacı, öcü gibi şeyler yoktur.Tabiatı sevdirmeli,yoksullara acıma duygusu verilmelidir.Fikret ne yazık ki Şermin’de de,manevi, dini inanç duygularının lüzumunu belirtmemiştir.O inançları hor gören materyalist anlayış, “Milletin Şairi” olmak isteyen Fikret’in Türk halkını, tarihi, coğrafi, manevi şartları içinde tanımamasından doğan köklü eksikliktir.

Şeker Portakalı - Jose Mauro De Vasconcelos

0 yorum | Devamını Oku...
Özet

Roman kahramanı Zeze çok çocuklu yoksul bir ailenin küçük çocuklarından biridir. Olaylar işsizlik yüzünden ruhsal bunalımlar geçiren bir baba, kardeşlerinin sorumluluğunu üstlenmiş bir ağabey ve ablalar etrafında gelişir. Küçük kardeşi Luis henüz yaşananları algılayamayacak kadar küçüktür. Anne karakteri ise siliktir. Çünkü anne, ailenin geçimini sağlamak için çalışmak zorundadır ve çocuklarına ayıracak hiç vakti yoktur. Kısacası aile fertleri Zeze’yi anlayabilmekten çok uzaktır.

Zeze’nin mahalledeki insanlara yaptığı, çoğu kez zarar verme boyutuna ulaşan, şakalar ve yaramazlıklar, aslında yaşadığı yalnızlık duygusundan kaynaklanır. Ama o çevresindeki insanların söylediği gibi kendini “şeytanın vaftiz oğlu” sanır. Kötü bir çocuk olduğuna inanır. Yüreğindeki sevgi açığını kapatmak için hayali arkadaşlar yaratır. Bunlardan biri bir yarasadır. Diğeriyse yeni evlerine taşındıklarında her çocuğun bahçedeki ağaçlardan birini seçmesiyle ortaya çıkar: Hiç kimsenin beğenmediği bir şeker portakalı fidanı… Zeze, bu hiç de adil olmayan paylaşımda payına düşeni kabullendiğinde artık bir dostu daha olmuştur. Onlara isim takar ve onlarla konuşur.

Aile fertleri dışında Zeze’yle ilgilenen birkaç kişi göze çarpar. Bunlardan biri Edmundo Dayı, diğeriyse Zeze’nin öğretmenidir. Edmundo Dayı ona aradığı sevgiyi değilse de en azından ara sıra para verir ve kendince yeni şeyler öğretir. Öğretmense söylenenlerin aksine Zeze’nin mükemmel bir çocuk olduğu görüşündedir.

Bir süre sonra bir sokak şarkıcısı ortaya çıkar. Zeze onunla birlikte sokak sokak dolaşıp şarkı söylemeye başlar. Bu Zeze’nin severek yaptığı tek şeydir. Adam açık saçık şarkılar söylediği için babası onunla arkadaşlık etmesini istemez. Zeze bunu anlayamaz. Çünkü söylediği şarkıların anlamını bilmez. Bir gün sırf babasını mutlu etmek için ona bu şarkılardan birini söyler. Ve hayatının en kötü dayağını yer. Bu olaya en çok Gloria üzülür; aile fertlerinin onu dövmelerini yasaklar.

Zeze, en büyük dostunu yine bir yaramazlık sonucu tanır. Bu daha çok tehlikeli bir oyundur. Hareket halindeki arabaların arkasına yapışıp rüzgarı ve hızı hissetmek, onun deyimi ile yarasa olmak… Portekizli Manuel Valadares ‘in arabası çok fiyakalıdır. Bu yüzden yarasa olma oyununu bu araba üzerinde denemek için büyük bir istek duyar ve iş başındayken yakalanır. Portekizli, poposuna vurup onu çevredeki herkese karşı rezil etmiştir. Yüreği yoğun bir nefret duygusuyla dolar. Sonraları onu daha yakından tanıma şansına sahip olur. Ve bu adam yaşamdaki en çok sevdiği insan haline gelir.

Babasından yediği dayaktan sonra intihar etmeyi düşünür. Ama Portekizlinin desteğiyle vazgeçer. Ondan kendisini evlat edinmesini ister. Ne yazık ki adamın ömrü buna yetmez. Bir süre sonra ölüm haberi gelir. Talihsiz bir trafik kazası geçirmiştir. Portekizlinin ölümü Zeze’yi yaşamdan koparır. Daha sonra kendi içinde yaşadığı bir iç savaş başlar. Bu birkaç günlük süreç aynı zamanda Zeze’nin büyüme sürecidir. Hastalığı esnasında şeker portakalının çiçek açtığını öğrenir. Ama artık ne o, ne de yarasa önemlidir. Yaşadığı büyük acı Zeze’yi olgunlaştırmıştır.

Zeze: Başkahraman, yoksul bir ailenin küçük çocuklarından biridir.

Totoca: Zeze’nin ağabeyidir. Bencilce ve tutarsız davranışlar sergiler.

Edmundo Dayı: Yaşlı bir akrabadır. Ona ailesinden çok daha iyi davranır.

Jandira: Zeze’nin ablasıdır. Zamanını roman okumak ve sevgililerini düşünmekle geçirir.

Gloria: Zeze’nin ablasıdır. Onu ailede en çok seven ve koruyan kişidir.

Bay Arivaldo: Bir sokak şarkıcısıdır. Zeze ile aralarında sessiz bir dostluk gelişmiştir.

Lala: Zeze’nin diğer ablasıdır. Son zamanlara kadar Zeze ile ilgilenmiş ama sonraları ya bıkmış, ya da sevgilisiyle olmayı tercih etmiştir.

Luis: Zeze’nin küçük kardeşi, kardeşlerden en küçüğüdür. Ailede herkes tarafından sevilir.

Luciano: Luciano adındaki yarasa, Zeze’nin isim takıp konuştuğu çok sevdiği arkadaşlarından biridir.

Minguinho (Xururuguinho): Bir şeker portakalı ağacıdır. Zeze, Luciano gibi onunla da konuşur. Hatta onların da konuştuklarını düşünür.

Bay Paulo (Baba): İş bulamadığı için psikolojik sorunlar yaşamaktadır. Bu yüzden çocuklarına karşı yeterince sevecen ve sabırlı olamaz.

Anne: Ailenin geçimini sağlamak için çalışmak zorundadır. Çocuklarıyla ilgilenemez. Bu yüzden romanda arka planda kalır.

Manuel Valadares (Portuga): Zeze’ye sevgiyi, yaşamın sevilebilecek yanlarını öğreten insandır. Onun iyi ve mutlu bir çocuk olabilmesi elinden gelen her şeyi yapar.

Cecilia Paim (Öğretmen): Yaptığı bütün haylazlıklara rağmen onun mükemmel bir çocuk olduğunu düşünen duygulu ve anlayışlı biridir.

Şair Evlenmesi - Şinasi

0 yorum | Devamını Oku...
Türk edebiyatının Batılı anlamda ilk tiyatro örne­ğidir. Bu tek perdelik komedi olan Şair Evlenmesi‘nde sanatçı, geleneksel Türk tiyatrosu ile Batı tiyatro tekniğini kaynaştırmıştır. Sahne dili güçlü olan bu yapıtla Şinasi, ulusal tiyatronun nasıl olması gerektiğini de örneklemiştir.

Şair Evlenmesinin Konusu:

Genç şair Müştak Bey, Kumru adında bir genç kızı sever ancak, evleneceği gece karşısına yaşlı ve çirkin ablası Sakine Hanım çıkarılır. Yapıtta görücü usulüyle evlilik eleştirilmektedir.

Solan Umut - Kerime Nadir

0 yorum | Devamını Oku...
1.KİTABIN KONUSU:

Kitapta genç bir kızın hayatında ortaya çıkan olaylardan bahsetmektedir.


2.KİTABIN ÖZETİ:


Romanda bir genç kızın hayatından bahsi ediliyor.Başka bir söylenişle desek ,bu genç kızın hayatında baş veren olaylardan bahsi edilmektedir.Olaylar İstanbul’un bir semti olan Tarabya’da geçiyor.Romandaki bu genç kızın ismi Sitare’dir.

Sıcak bir yaz günü idi.İstinye koynunun durgun sularında hafif bir iz bırakarak kayan sandal kıyıya yanaşır yanaşmaz Sitare karaya atladı.Daha sonra sandalcıya para verdikten sonra yola koyuldu.Gideceği yer Mavi Köşk’te yaşayan bir profesörün evi idi.Bu profesör Ferruh Tayyip Bey idi.Ona ilgi duyan insanlar profesörü gazetelerdeki yazısından ve radyodaki konuşmasından tanıyorlardı.Sitare de bu insanlardan birisi idi.Kendisi profesöre çok hayrandı.Bu hayranlığından dolayı profesörü sık sık ziyaret eder ve ona olan bağlılığı gittikçe artardı.Sitare Mavi Köşke yaptığı ziyaretler sırasında profesörün ailesini de yakından tanımış oldu.

Profesörün büyük oğlu Salim üç seneden beri Fransa’da tabii ilimler tahsil ediyor.Selim ise daha lisede öğrenci idi.Küçük kızı Belma da henüz orta okula devam ediyordu.Ferruh Bey’in eşi Fetanet Hanım da kocasını ve çocuklarını çok seven birisi idi.

Ferruh Bey de kendisine bu kadar ilgi duyan genç kıza git gide ilgi duymaya başlıyordu.Zaman geçtikçe Sitare’nin ailesi de profesörün ailesini tanımaya başlıyor ve zaman zaman karşılıklı olarak bir birlerini ziyaret ediyorlardı.

Profesörün büyük oğlu Fransa’daki tahsilini bitirdikten sonra ailesine geri dönüyor ve Sitare’nin ablası olan Cevale ile evleniyor.Böylece iki aile arasında olan bağ daha da güçleniyordu.Gerçekleşmiş olan bu olay Sitare’nin ağabeyi Cavit’i ve annesi Behim hanımı çok mutlu etmiştir.Cavit kendisi Hava Kuvvetlerinde subay idi.Geçirdiği uçak kazasından dolayı yataktan kalkamıyordu.Çok yakın meslek arkadaşı olan Turgut hiç onu yalnız bırakmazdı ve onunla çok yakından ilgilenirdi.

Bu sıralarda Sitare tahsilini bitirmiş durumdaydı.Evlerine sık sık gelen Turgut ilk bakışta Sitare’den hoşlanmıştı.Uzun zaman geçmeden Turgut Sitare’ni ailesinden istemeğe geldi.Bu teklifi Sitare’nin dışında herkes sevinçle karşıladı.Sitare’nin bu teklifi kabul etmemesinin sebebi profesör Ferruh Bey’e olan bağlılığı idi.Ondan bir an olsun bile uzakta yaşamak istemiyordu.Sitare başından geçen bu olayları profesöre anlattığı zaman Ferruh Bey çok şaşırıyor.Profesör genç kızdan bu teklifi kabul etmesini istiyor.Aynı zamanda Turgut’un kendisine iyi bir koca olacağını da söylüyor.

Sonunda Ferruh Bey Sitare’yi ikna edebiliyor ve genç kız üzgün bir şekilde teklifi kabul ediyor.Turgut bu haberi öğrenince çok seviniyor ve bu sevinci arkadaşı Cavit'le de paylaşıyor.

Düğün zamanı geldi ve iki genç evlendi.Turgut görevini İzmir’de yaptığından dolayı Sitare’yi de oraya götürmek zorunda idi.Turgut’un ablası onu çok sevdiği için İzmir’de Karşıyaka’daki evini ona vermiştir.Sitare’yi de o eve götürecekti.Fakat o bu haberi duyunca daha çok üzüldü.Çünkü Ferruh Bey’den ve İstanbul’dan ayrılmak onun için ıstırap haline gelmişti.Sitare ne olursa olsun kocasını yalnız bırakmamak için İzmir’e gitmek zorunda idi.Turgut karısını üzmemek için ve onu mutlu etmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu.Ama yine de karısı İzmir’deki küçük evlerinde bile üzüntüsüne devam ettiriyordu.Karısının daha fazla üzülmemesi için onu İstanbul’a gönderiyor.Sitare İstanbul’da evlerine gitmeden önce profesörü ziyaret etmek için Mavi Köşk’e gidiyor.Fakat Sitare Ferruh Bey’i evde bulamıyor.Profesörün Mısır’a gittiğini öğreniyor ve çok üzgün şekilde İstanbul’daki evlerine gidiyor ve Sitare burada birkaç ay hasta kalıyor.Sağlığına kavuşunca İzmir’e geri dönüyor.Uzun bir süre geçtikten sonra profesörün eşinin rahmetine kavuştuğunu öğreniyor.Sitare tekrar kocasından izin alarak İstanbul’a gidiyor ve Ferruh Bey’in Mavi Köşk’te yalnız kaldığını görüyor.Daha sonra bir biriyle sohbet ediyorlar.Sohbet esnasında profesör Sitare’yi çok sevdiğini fakat bazen de ona bazı şeyleri yalan söylediğini söylüyor.Sitare bunları duydukta çok şaşırıyor ve profesöre artık sizinle sadece arkadaş olarak kalmak istiyorum diyor.Ardından İzmir’e kocasının yanına geri dönüyor.


3.KİTABIN ANA FİKRİ:

İnsanların birbirlerine ne kadar bağlı olduklarını ve aynı zamanda kırılgan oldukları kitabın ana düşüncesidir.

4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:

Profesörün genç kızı kendisine bu kadar bağlaması olumsuz bir değerlendirmedir.

Turgut’un hal ve hareketi takdire layıktır.

5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:

Kitapta Sitare’nin zayıf bir karaktere sahip olması okuyucunun dikkatini fazla çekmemektedir.

6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ.

Kerime Nadir ,tam adı Kerime Nadir AZRAK(5 şubat 1917,İstanbul-ö.20 mart 1984,istanbul)Türk romancı.

Bebek Saint Joseph Sörler Okulu’nu bitirdi(1935);ayrıca özel eğitim gördü.İlk şiir ve öyküleri 1937’de Servetifünün –Uyanış ve Yarımay dergilerinde yayımlandı.

BAŞLICA YAPITLARI:

Yeşil ışıklar(1937),Hıçkırık(1938),Seven ne yapmaz(1940),Gelinlik kız(1943),Sonbahar(1958),Solan umut sayılabilir.

Son Sığınak - Reşat Nuri GÜNTEKİN

0 yorum | Devamını Oku...
1. ROMANIN KONUSU

Yazarımızın son esri olan bu kitapta, çocukluk günlerinin unutulmaz anıları,yolculuklar,umutsuz aşklar,yaşanan acılar kaçırılmış mutluluklar ve bir tiyatro grubunun başından geçen ilginç olayları anlatıyor.

2.ROMANIN ÖZETİ

Süleyman bey, bir iş için gittiği Diyarbakır’dan İstanbul’a trenle gelirken yolda, ücra bir kasabada yoğun kar yağışı yüzünden mahsur kalır.Kompartımanda uyurken bir bayanın yanlışlıkla üstüne su dökmesi sonucunda uyanır ve küçüklüğünde abisinin kendisini okula geç kalmaması yüzüne su serperek uyandırdığı günleri hatırlar.Aynı kompartımanda yolculuk ettiği,mesleği şarkıcılık olan Makbule adında bir bayanla tanışır.Trenin küçük bir kasabada yolların kapanmasıyla mahsur kalınca Süleyman bey biraz ısınmak ve bir şeyler yemek için, bir kahvehaneye gelir.Orada çayını yudumlarken ,kasabanın Halkevi Başkanı olduğunu öğrendiği birisi gelir ve herkesi genç bir subayın düğününe davet eder.Halkevi evlenmeye gücü yetmeyen gençleri evlendiren bir yerdir.Süleyman bey, düğünde başkana sürekli takılan,muzip, yaşlı ,hoca lakaplı adı Eyüp olan şahsı çok sempatik bulur.Hoca eskiden tiyatro ile uğraşmış,bu yüzden başına çok işler gelmiş biridir. Biraz sonra Makbule’yi bir paşanın masasında görür,onun isteğiyle masaya davet edilir ve İstanbul'dan tanıdığı bir mirasyedi olan eski bir paşa çocuğu Servet bey ve paşayla Makbule'nin aracılığıyla tanışır.Düğünün bitimine müteakip,tiyatroyu çok seven bu insanlar halkevinde, tiyatro seven birkaç kişiye,bir oyun sergilerler.Bu gösteri paşanın çok hoşuna gider. Oyunun bitiminde birbirine ısınan bu dört kafadar Servet beyin maddi ve manevi destek sözü ile İstanbul’da Yeni Türk Tiyatrosunu kurmak üzere sözleşip birbirlerinden ayrılırlar.Süleyman bey bu sözün tutulacağından pek emin değildir.

Süleyman bey 1. Dünya savaşında Mısır’da Kanal harekatına katılmış eski bir yedek subadır.Onun tiyatro sevdası İngilizler tarafından esir tutulduğu Zekazik kampınada gelmektedir.Orada boş zamanlarını geçirmek için arkadaşlarıyla oyunlar oynamıştır.

Kendiside zengin bir babanın küçük oğludur fakat babasının o küçük yaşta iken ölmesiyle kendisine düşen miras ile ancak eğitimini sağlayabilmiştir.Şimdilerde ise bir arkadaşının bulduğu bir boyacı dükkanında katiplik yaparak ve bazende kampta öğrendiği biraz İngilizce ve Fransızca ile iş için mektuplar yazarak geçimini sağlamaktadır.

Bir gün Süleyman bey kaldığı küçük pansiyonda akşam vakti bir sürprizle karşılaşır.Makbule hanım,Servet bey ve Hoca İstanbul’a verdikleri sözü tutmak ve yeni tiyatroyu kurmak için gelirler.O verdikleri sözün tutulacağından pek emin olmadığından çok şaşırır,tam onlar hasret giderirken Süleyman beyin Zekazik kampından arkadaşı Azmi gelir.O da tiyatro seven biridir.Azmi uzun boylu iri yarı içine kapanık,pek konuşmayı sevmeyen biridir.Onu da aralarına alarak ne yapacaklarını konuşmak için bir akşam yemeğine giderler.O gece herkes hayatını küçük ayrıntılarına kadar anlatır.İlk önce Makbule başlar,bir kassam kâtibinin yani sarıklı bir imamın kızıdır.Makbule küçük burunlu etine dolgun sık sık kahkahalar atan, şen şakrak hayat dolu bir kadındır,üç defa evlenip boşanmıştır.Eyüp Hoca ise eskiden bir deniz subayıymış,sık sık gemiden kaçıp tiyatroya gidermiş bir gün bu yüzden meslekten atılmış.Anadolu’nun ücra köşelerinde memurluk yapmış.Servet bey ise eski bir sadrazamın kızıyla evlidir.Karısı iyi bir kadındır fakat o daktilom dediği sekreterine aşıktır.Akrabalarının kışkırtmasıyla, büyümüş olan çocukları analarının tarafını tutarak onu uğraştırmaktadırlar.

Bu beş kişilik grup yeni Türk tiyatrosunu kurmak için Servet beyin babasından kalma konağında bir sınav heyeti kurarlar ve kadroya alınacak elemanları seçerler.Kadroya Hacı Lala adında konağın eski emektarı olan bu yaşlı arap,eski tanınmış bir ailenin iyi eğitim almış bir çocuğu olan Pertev Turhan isminde yakışıklı uzun boylu bir genç alınır bu tiyatronun jönüdür.Daha sonra sırasıyla ,ilk bakışta hasta bakıcısı izlenimi uyandıran Remziye adında, muallim mektebini bitirmiş bir süre öğretmenlik yapmış bir genç kız,lakabı Lokman ve adı Sadullah Nuri olan eski bir aktörle,isimleri Melek ve Masume olan iki genç kız daha girer.Melek ve Masume Halkevinde oyunlarda rol almışlar,bu yüzden biraz tecrübeleri vardır fakat onların kadroya alınmasındaki etken alınmama korkusuyla ağlamalarıdır.Dışarıda onlarca genç kadroya girebilmek için heyecanla beklemektedirler.Akşama doğru Neriman,Dürdane adında iki kadınla eski bir şeyhin oğlu olan Gazali ve tıp eğitimini yarıda bırakarak tiyatroyla uğraşmaya başlayan doktor lakaplı biri ve Hakkı adında eskiden hokkabazlık yapmış biriyle de kadro tamamlanır.Akşam saatlerinde içeriye zorla girmiş kambur bir cüce sınava girmek ister fakat Servet beyin buna karşı çıkmasıyla sınava alınmaz. Daha sonra Samsun’a giderken gemide ona rastlarlar,Hakkıyla Kambur iyi arkadaş olurlar ve gemide beraber gösteri yaparak para kazanırlar.İleriki zamanlarda Servet beyin gruptan ayrılmasıyla o da gruba katılır ve Tiyatro grubunun maddi sıkıntılara düştüğü zamanlarda Hakkı’yla beraber işe çıkarak onlara büyük yararları dokunur.

Samsunda başlayacak bir Anadolu Turnesine çıkmak için hazırlıklara başlarlar ve hazırlıklar tamamlanınca yola çıkarlar. İlk başlarda her şey yolundadır. Servet Bey’in iyi tanınmış olmasından dolayı gittikleri yerlerde ,devlet erkanı ve halk tarafından iyi karşılanırlar ve maddi sıkıntıları yoktur. İstanbul’dan gelen bir mektupla,aile sorunları yüzünden Servet Bey evine döner ve onlar yollarına yalnız başlarına devam etmek zorunda kalırlar. Yolda sırasıyla gruptan, İstanbul’dan gelen bir telgrafla Pertev Turhan ayrılır, arkasından Neriman bir Azeri tüccarla Karst’a iken tanışıp evlenir ve daha sonra küçük bir kasabada Hacı Lala hastalanır ve onun öleceğini bile bile hastaneye yatırıp o kasabayı terk ederler. Masume’ye gelince ona bir genç tiyatro oynarken aşık olur,ve daha sonra Masume’nin de fikri alınarak düğünleri yapılır. Son olarak ta Remziye’yi İstanbul’daki eski sevgilisi yerini öğrenir ve yanına gelir,beraber İstanbul’a dönmek için anlaşırlar.Son olarak kalan üyeler hep birlikte Masume’nin evinde bir akşam yemeği yerler.

Ortak yönleri içlerindeki tiyatro sevgisi olan bu insanların Son Sığınak olarak nitelendirdiği bu tiyatro artık dağılmaktadır. İçlerinde vaktiyle yangından kaçarcasına terk ettikleri yerlerin hasreti,döküle saçıla dönüş yolarını tutarlar.

3.ANA FİKİR

Romanda,tek ortak yönleri tiyatro sevgisi olan bir grup insanın en zor anlarda bile birbiriyle olan dayanışmasını ,insan ilişkilerini sevgi ve ilgiyi anlatıyor.Burada son zamanlara dek bir arada kalan insanların dostluğu aynı bedende yaşayan ruhlara benziyor.

Kişilerin birbirlerinin sorunlarıyla kendi sorunlarıymış gibi bu kadar ilgilenmesi ve hep birlikte sevinip hep birlikte ağlaması bize bir kez daha insan olduğumuz için sevinmemizi sağlıyor.

4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN

DEĞERLENDİRİLMESİ

Süleyman Bey:1.Dünya savaşı sıralarında Mısırda ki Kanal harekâtı’nakatılmış eski bir askerdir.Savaşta İngiliz’lere esir düşmüş ve on beş günlük esaret günlerinden sonra kurtulup İstanbul’a yerleşmiştir.Sanatsever bir insandır ve en önemlisi temkinli,tedbiri elden bırakmayan her zaman ilerisini düşünen biridir.

Servet Bey: Bir mirasyedidir,ve ilerlemiş yaşına rağmen o üzerindeki çocuksu sevinçlerden kurtulamamış ve hala dünyaya paşa çocuğu gözüyle bakmaktadır.

Makbule Hanım: Neşe dolu,şen şakrak bir kadın.Sık sık kahkahalar atan ve aynı sıklıkta ağlayabilen duygusal ve içi insan sevgisiyle dolu birkadın.

Hoca: Muzip,şakacı ve biraz da çapkın olan bu kişinin kötü bir huyu var bazen dalkavukluk yapıyor.

Azmi: Geçmişte yaşadığı kötü günlerin etkisinden dolayı içine kapanık ve fazla konuşmayı sevmeyen,yardımseverdir.

Neriman’ın Evliliği: Oyunları’nı izlemeye gelen Azeri bir tüccarın,onlarla tanışması ve daha sonra Makbule ile ciddi anlamda ilgileniyor gibi görünmesi,daha sonra Neriman ile bir gün habersiz kaçıp evlenmesi,Neriman’ın onlara yaptığı bir ihanettir.

5.KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER

Gerçek hayattan alınmış bu roman,akıcı ve sade anltımıyla okuyucuda iyi bir izlenim bırakıyor.Kitap, yazar öldükten beş yıl sonra ortaya çıkmış. Galiba kitap müsvedde olarak kalmış. Bundan dolayı olaylar arasında bazen kopukluklar gözükse de bu genelin güzelliğini bozmuyor.Gerçek bir hayatı anlattığı için okuyucunun alması gerken dersler var,bence herkesin okuması gereken faydalı bir kitap.

6.YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ

REŞAT NURİ GÜNTEKİN 1889’da İstanbul’da doğdu,Edebiyat fakültesini bitirdi.Liselerde öğretmenlik,müdürlük,Milli Eğitim Müffettişliği,Paris kültür Ateşeliği yaptı.UNESCO’da Türkiye’ti temsil etti.Romanları,hikayelerive tiyatro eserlerinin yanısıra çeşitli çevirileride vardır.

Suyu Arayan Adam - Şevket Süreyya Aydemir

0 yorum | Devamını Oku...
SUYU ARAYAN ADAM’dan

Bir Çocuk Ruhunun ilk Dokuları

Bizim mahallemiz bir muhacir mahallesiydi. Kırım’dan, Dobruca’dan, Tuna kıyılarından, zaman zaman harple, katliamlar içinde kopup gelen göçmen selelerinin artıkları, yüz elli iki yüz yıldan beri hemen daima yenilen ordular ve daima gerileyen sınırlarla beraber adım adım çekilerek buralara kadar sürülmüşlerdi.
Bir zaman bir imparatorluğun, o geniş Osmanlı Devletinin başşehri olan Edirne, şimdi artık bir sınır kalesiydi. Şehrin kenarını çeviren bağlık tepelerde yer yer tabyalar, istihkâmlar sıralanıyordu. Eski İmparatorluğun yeni sınırları ise, şehrin kuzey ufkunda görülen alçak dağlar üzerinde doğudan Batıya uzanıp gidiyordu.
Hâlbuki, Edirne bir devlete başşehir olduğu zamanlar, buralarda oturup dünyanın yarısına; Almanya’dan İran içine, Hint Denizi’ne, Polonya’dan, Ukrayna’dan Habeşistan’a kadar hükmetmiş olan padişahların saray harabeleri, bizim kenar mahallemizin hemen karşısında, şimdi kurumaya yüz tutmuş bir nehrin iki eliyle kucakladığı yeşillik kenarında yatıyordu.
Bizim göçmen mahallemizin, her biri bir başka yerden göçüp gelen her ailenin, konup göçtüğü yerlere ait ayrı bir hikâyesi vardı. Sınırların ötesinden sızan yeni göçmenlerle mahallenin halkı gün geçtikçe artardı. Bu yeni gelenler yuvalarını, topraklarını doğdukları yerlerde bıraktıktan sonra, zahire, kap kaçak, yorgan döşek namına ve alabilirse iri öküzlerin çektiği ağır arabalara atarlar, yollara dökülürlerdi. Kadınlarla çocuklar bu yüklerin üstüne bindirilirdi.
Bu perişan kafileler, eski İstila ordularını Balkanlar’dan, Tuna’dan ve daha ötede yerleşip, bakraçlar sarkan bu gıcırtılı arabalarla, asırlarca süren bir egemenliğin ellerinde kalan bu hazin artıklarını geriye doğru taşıyorlardı.
Zaten yakın olan sınırlardan bu yana geçmekle, muhacir kâfirlerinin kenar mahallemizi çeviren çayırlığa çökmesi bir olurdu. O çayırlar ki vaktiyle, bu dönenlerin dedelerinin uzak ülkelere, Balkanlar’a, Tuna’ya ve daha ötelere yayılmak için yola çıkarken toplandıkları, saflarını düzdükleri, geçitlerini gösterdikleri meydanlardı.
Kenar mahallemizin sokaklarında zaman zaman:
- Çocuklar! Muhacirler gelmiş, diye sesler dolaşırdı. Mahallenin çocukları hep birden çayırlığa koşardık. Bu çayırlık, belki yüz, yüz elli yıldan beri göçmenler için bir konak yeri olmuştu. Burada arabalar halka halka dizilirdi. Öküzler, mandalar bunların etrafına çökerlerdi. Uçları araba kanatlarına tutturulmuş kilimlerden, çarşaflardan odacıklar kurulurdu. Yataklar serilirdi. Ateşlerde tencereler kaynardı.
Yeni gelen göçmenlerin çocuklarıyla bizim kenar mahallenin küçükleri arasında hemen arkadaşlık başlardı. Çünkü yeni gelenlerin söyledikleri kasaba, köy isimlerini biz daha önce işitmiş olurduk. Hatta aramızdan onlarla hemşehri, komşu çıkanlar da bulunurdu. Çünkü bizim de ailelerimiz vaktiyle oralardan kopmuştu. Onların geçtiği yollardan geçmişti. Şimdi onların konakladıkları bu çayırda konaklamışlardı.
Yeni gelen göçmenlerin, hemen ertesi gün, kimisi hükümete başvurur, kimisi hanlarda, kahvelerde, eski gelen hemşehrilerinin dağıldıkları, yerleştikleri köyleri, kasabaları soruş-tururlardı. Ondan sonra kafilenin çözülüşü başlardı. Birkısmı yakın yerlere dağılırdı. Birkısmı yeniden yollara düzülürdü. Arta kalanlar kenar mahallenin bir ucuna yerleşerek mahalleyi genişletirdi. Bu yerleşme için, kırlardan kara çalı, böğürtlen, yahut güvem dikeni, bataklıklardan saz demetleri taşınırdı. Sonra etrafı çitle çevrilen bir avlunun ortasına, üstü sazla örtülü küçük bir kerpiç, hatta çit kulübe yaparlardı.
Böylelikle daha birkaç gün geçmeden mahallede yeni bir baca tüterdi. Onun da dumanı mahallenin dumanlarına karışırdı. O evin de çocukları mahalle çocuklarının aralarına girerlerdi.
Ben de bir göçmen çocuğuydum. Bu göçün hikâyesi Tuna kıyılarında başlar, bu kenar mahallede biterdi. Hikâye oldukça basitti. Fakat işin üzerinden, o zaman otuz yıl kadar geçtiği hâlde, babamın gönlünde bu hatıra hâlâ tazeliğini muhafaza ederdi:
O tarihten otuz yıl kadar evvel, 1877'de Ruslar Tuna’yı geçince, Deliormanda sarsılmıştı. Biz Deliorman’danmışız. Babam kalabalık bir ailenin çocuğu imiş. Bu aile, gece kapılar kapanınca, etrafı çevrilmiş bir küçük kaleye dönen bir çiftlikte yaşıyormuş. Evler, ahırlar, samanlıklar büyük bir avlunun etrafına diziliymiş. Köpekler gece çiftliği beklermiş. Sabahın alaca karanlığında hayat başlarken, avlunun içi öküzler, inekler, kazlar, davarlarla dolarmış. Ona göre de geniş toprakları varmış.

Fakat Tuna’da harp patlayıp da Tuna’yı aşan Kazaklar bu toprakların sınırlarında gözükünce bu çiftlik de boşalmış. Kazakların atları, göçmenlerin öküz arabalarından daha çe-vikmiş. Bir gün, kaçan kafile baskına uğrar ve parçalanır. Benim çocukluğumdaki gibi buralara kadar ulaşabilen göçmenler, kenar mahallemizin yanında arabalarını çözdükleri zaman babamın kırk kişiyi aşan ailesinden, arabadaki ihtiyar anasından başka yanında kimse kalmamış. Kaybolanların izleri ve akıbetleri hiçbir zaman belli olmadı.
Anamın göç hikâyesi biraz daha kısaydı. Onun babaları, Batı Trakya’nın, Bulgaristan’a kalan dağlık bölgesinde, bir köyde yaşıyorlarmış. Oralar elimizden çıkınca, bölgenin bütün Türkleri gibi onlar da yavaş yavaş yurtlarını bırakmışlar.
Sonraları çeşitli akrabalık bağları ile bağlandığımız ailelerin de hikâyeleri bizimkilere karıştı. Mesela bu ailelerden biri, Bulgaristan’ı ikiye ayıran Balkanlar’ın bir geçidinde yaşıyormuş. Tuna’yı aşan Ruslar daha buraya gelmeden, köyde yaşayan Bulgarlar isyan etmişler. Kilisede çanlar çalınmış. Önceden ve gizlice hazırlanan teşkilat derhâl meydana çıkmış. Neferler, çavuşlar, zabitler peyda olmuş. İsyancılar önce karakolu basmışlar. Kuleye kendi bayraklarını çekmişler. Köyün yağması kolay olmuş. Kadınlara dokunmamışlar ama ileri gelen insanları birer birer temizlemişler.
Bu hikâyeyi bize anlatan kadın akrabamız, kendi babasının, başı kesilirken zahmet çekmesin diye, kürkünün yakasını nasıl kıvırarak kendini almaya gelen isyancılara nasıl teslim olduğunu anlatırdı.
İsyancılar o arada çok insan temizlemişler. Fakat bir Türk askeri kolu, köyü bir aralık kurtarınca, arta kalanların göçü başlamış, göç kollan hücumlar, baskınlarla sapa yollara dökülmüşler. Nihayet sağ kalanlar, uzun maceralardan sonra bu mahallenin kenarına varmışlar…

Kaldı ki kim bilir nerelerden ve ne zamanlardan beri akıp gelen bu kopuk göçmenin, bu sınır kenarına yerleşmekle sonu gelmiş sayılmıyordu. Burası sadece bir konak yeriydi. Yeni harpler, yeni yenilgiler, yeni göçler olacaktı.
Mahallede herkes bir gün olup buradan da göçüleceğine inanıyor, o günü bekliyordu. Hoca hanım denilen bir yaşlı kadın vardı ki bizim mahalleye başka bir mahalleden misafir gelirdi. Fakat gelince de her evde istediği kadar kalırdı.
Onun mahallede bulunduğu zamanlar gece toplantıları daha kalabalık olurdu. O herkesi tanırdı. Her şeyi bilirdi. Yarı sofu, yarı meczup, yarı derviş bir kadındı:
- Müslümanların evveli Şam, ahiri Şam, derdi.
Bu sözleri dinleyenler, yakında Şam’a kadar göçüleceğine inanırlardı.
- Edirne, sudan, İstanbul ateşten batacak, derdi.
Buna da herkes inanırdı. Hatta Osmanlı Devletinin sonunu da haber verirdi:
- İnneke Hamidün Mecid, derdi. Bunu da şöyle tefsir ederdi:
- Bu devletin son padişahı Sultan Hamid olacak. Sonra bir Mecid gelecek ama, o artık padişah sayılmayacak…
Bizim bu kenar mahallemizin yerinde şimdi hemen hemen yeller esmektedir. Harpler, göçler ve ihmaller sonunda boşalan ve enkazı yıkıcılar tarafından taşınan evlerimizle bahçelerimizin yerini şimdi baldıranlar, dikenler, sert, pis kokulu mürver ağaçlan ve bir mezarlık ıssızlığı almıştır.
Hoca hanımın şom ağzı ne vakit kapanmıştır bilmiyorum. Ama memleketin batı sınırı, Edirne’nin âdeta son evlerine kadar sokulduktan sonra şimdi oralarda baykuşlar, kendilerine tüneyecek, istedikleri kadar harabe bulabilmektedirler. Edirne’yi her istikamette saran ve saatlerce süren bakımlı bağların yerini, şimdi bir bozkır çıplaklığı örtmüştür. Mamur konakların yıkıntıları arasında davar sürüleri dolaşır. Vaktiyle uçtan uca uzanan kışlaların çökmüş damlan altında, dizi dizi kof pencere delikleri ruha korku verirler. Bu harabeler ortasında tüneyen bir avuç insanın üstünde ise, dünyanın en güzel kubbeleri ve en ince minareleri hazin bir tezat içinde yükselirler.
Ayin yaklaştıkça, tekke halkının gidiş gelişleri artardı. Bunların her birini uzaktan birer birer tanırdım. Fakat beni en çok ilgilendiren bahçıvan dedeydi. Dede belki altmış, belki yetmiş yaşlanndaydı. Haydariyesi, temiz Mevlevi kıyafeti içinde mübarek bir yüzü vardı. Onu daha yakından görebilmek için, bazen konak bahçesini çeviren taflanlarla menekşe güllerinin arasına saklanır, gözetlerdim.
Dede bahçede daima yapacak bir şeyler bulurdu. Tarhları kabartırdı. Gülleri, karanfilleri temizlerdi. Fideler dikerdi. Çiçekleri sulardı…
Bana, Dede daima bir şeyler okuyor gibi gelirdi. Belki ilahîler, belki dualar… Namaz vakti gelince, asma çardağına asılı hasır seccadesini indirir, havuzun kenarına sererdi. Namazdan sonra ellerini Allah’a açarak uzun, derin yakarışlara dalardı…
Ona baktıkça gözlerimin önüne kendi babam gelirdi. Babam da hizmetinde bulunduğu konağın bahçesinde böyle çalışırdı. Onların yüzleri gibi herhalde ruhları da birbirlerine benzerdi. Babamın da toprağı işler, tarhları çapalarken, dilinden dualar düşmezdi. O da yaseminlerle mor salkımların sardığı çardağın gölgesinde namazlarını kılardı. Sonra ellerini Allah’a açıp başını göğsüne eğdiği zaman, onun da yakarışları, duaları, uzun bir kendinden geçiş hâlini alırdı. Onun da yüzünde tıpkı bahçıvan Mevlevi Dedesi’nde olduğu gibi, imanın ve ümidin mübarek sükûnu vardı.

Babama da bahçıvan derlerdi. Bahçıvan Mehmet Ağa denildiği zaman, sakin, kemalli, inanılan ve sayılan bir insan hatra gelirdi. Bahçıvanlık onun sanatı değil, dini gibiydi. Bunu evimizin halkı için de sanki bir din hâline getirmişti.
Babam da bahçıvan Dede gibi çiçeklerin arasında gömüldüğü zaman kendinden geçerdi. Onlarla sanki konuşurdu. Biraz da kendi eseri olan bu yaratıkları, sanki çocukları gibi kendinden birer parça sayardı. Tıpkı çocuklarında olduğu gibi, cins cins çiçeklerde de ayrı ayrı tabiatlar, ayrı ayrı arzular seçerdi. Onların heveslerine, saadetlerine yetişmeye çalışırdı.
Ona en çok üzüntü veren şey, çiçekleri koparmaktı:
- İnsan gibi, çiçeğin de sonuna kadar yaşamak hakkıdır! derdi.

Hakkımızda

Bu Sayfa Üzerinde Aklınıza gelecebilecek tüm sorulara cevap arayacağız, sormak istediginiz birşey varsa iletişim kısmından yazabilirsiniz.

Takip Listemizden

İstatistikler


Sitemizde 33 kategoride toplam yazı bulunmaktadır!

Görüntülenme

back to top