Kitap K etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap K etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Aralık 2011 Salı

Kırmızı ve Siyah - Stendhal

0 yorum | Devamını Oku...
Verrieres (Veryer) şehrinin belediye başkanı. Bay de Renal (dö Renal), kaba saba, gösterişe düşkün yaratılışta bir insandır. Karısı Bayan de Renal ise, kocasına göre daha anlayışlı, evine bağlı, güzel bir kadındır. Şehrin uzağında biçki (hızar) makineleriyle işlerini yürüten okumamış, ama her şeyi sezebilen Sorel Baba ile, onun, Julien adındaki ince, zayıf yaratılışlı küçük oğlu, Renal’lerin ilgilerini çekmiştir. Zira Julien, papazdan din dersleri alan, zeki, gururlu bir çocuktur. Romandaki ana olay böyle başlar.

Çocuklara verilen dersler süresince julien’le Bayan de Renal arasında karşılıklı bir sevgi baş gösterir. Bir süre sonra Yoksullar Yurdu Müdür M. Valenod’un yazdığı bir mektup her şeyi ortaya koyar. Bunun üzerine Bay de Renal, Julien’i Basançon seminerlerine gönderir. Julien, seminerdeki arkadaşı Abbe Pirard’in aracılığıyla Paris’te Marki de La More’ün sekreteri olur. Marki’nin kendini beğenmiş Mathilde (Matild) adlı güzel bir kızı vardır. Julien’le Mathilde birbirlerini severler. Marki bunu duyunca çok kızar. Fakat kızının baskısı altında, Julien’i zengin ve şanlı bir kişi yapmaya çalışır. 

Ama Julien; Mathilde’i unutmaya başlar. Bir gün Marki, Bayan de Renel’dan bir mektup alır. Bu mektupta Julien’le ilgili her şey yazılıdır. Kızını onunla evlendirmekten vaz geçer. Julien, Verriere’e giderek Bayan Renal’i tabancayla vurur, ama öldüremez; tutuklanır. Bütün çabalara rağmen suçunu gizlemez; sonunda giyotine gönderilir. Mathilde, Julien’i kendi elleriyle gömer. Bayan Renal da üç gün sonra ölür.

Keşanlı Ali Destanı - HALDUN TANER

0 yorum | Devamını Oku...
1. KİTABIN KONUSU:

İşlemediği bir suç yüzünden hapishaneye atılan bir delikanlının başından geçen olaylardır.

2. ESERİN ÖZETİ :

Ali, Sineklidağ’da oturan bir gençtir. Zilha isminde bir kızı çok sever. Bir gün Zilha’nın amcası öldürülür ve suçu Ali’nin üzerine atarlar. Zilha’nın amcasıda mahallenin belalılarından biridir. Herkesten haraç toplar ve kimse tarafından sevilmez. Ali birtürlü suçsuzluğunu ispat edemez. Mahallenin en sevilmeyen adamını öldürdü diye herkes tarafından sevilir ve mahallede ünlenir. Hapishaneden çıkınca muhteşem bir karşılama töreni hazırlanır.Herkes ona sevgi gösterir.Ali mahallesine gelir gelmez, mahallenin muhtarlığına adaylığını koyar. Ali seçimleri kazanır ve muhtar olur. Mahallede kısa sürede çok şey değiştirir. Haraç olayını kaldırır ve mahalleyi bir düzene koyar. Zilha amcasını öldürdü diye Ali’ye yüz vermez. Ali kıskançlığından çatlamaktadır. Bu arada, Ali’yi sevmeyen kişiler yavaş yavaş ortaya çıkmakta ve arkasından sessizce kuyusunu kazmaktadırlar. Bülent Bey adıyla anılan zengin birisi mahalleye gelir. Mahallede bir işi vardır. Mahallede gezerken Zilha’yı görür. Zilha’yı görünce çok şaşırır.Çünkü eski eşi Nevvare’ye çok benzemektedir. Nevvare kızını ve Bülent Bey’i terk etip, başkasına kaçmıştır. Kızıda Zilha’ya inanılmaz bir yakınlık duymuştur. O yüzden, Bülent Bey Zilha’yı evinde çalışması için ikna eder. Zilha’yı evine götürür. Ali bunu duyunca çok sinirlenir ve Zilha’yı Bülent Bey’in evinden almaya gider. Bu arada Bülent Bey’in eski eşi Nevvare, evini çok özlemiş ve evine dönmüştür. Ali, kapıyı çaldığında , kapıya Nevvare çıkmıştır ve Zilha diye yanlışlıkla Nevvare’yi kaçırır. Sonunda onun Zilha olmadığını anlar, fakat iş işten geçmiştir. Bu arada, Zilha’nın amcasının gerçek katili ortaya çıkmıştır. İsmi de Cafer’dir. Cafer’den Ali’yi öldürmesini isterler. Çünkü Ali gerçekten çok şeyler başardığı için bunu çekemezler.Durumu geç de olsa anlayan Zilha ,Ali’nin yanına döner ve barışırlar. Beraber mutlu bir hayat süreceklerini zannederler, fakat Cafer Ali’yi öldürmekte kararlıdır. Cafer evin önüne gelir ve Ali’den evden çıkmasını ister. Ali tam evden çıkarken Cafer ateş ederse Ali vurulur. O acıyla Ali silahı tuttuğu gibi Cafer’i öldürür. Bu sefer Ali gerçekten katil olur. Böylece Ali tekrar hapishaneye döner, ama Keşanlı Ali Destanı ömür boyu sürecektir.

3. ANA FİKRİ: Kitap bize, kendi kişiliğimizin dışında başka bir kişiliğe bürünmememizi ve daima dürüst, namuslu olmamızı anlatmak istiyor.


4. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ: Ali, cesur, genç ve iyi niyetli bir delikanlıdır. Olayların akışını değiştirecek güce sahiptir.

Zilha, gururlu aynı zamanda çok asabi, fakat Ali’yi peşinden sürükliyecek kadar güzel bir kız.

Cafer ise kötü niyetli, başkaların isteği ile adam öldürecek kadar kötü birisi. Mahalledeki diğer insanlar ise iyi niyetlidirler.

5. KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER:Epik tiyatronun en güzel örneklerinden biri sayılan bu oyunda, eski tiyatro geleneğinin birçok özelliğini çağdaş bir yorumla seyirciye sunmaktadır. Yarattığı tipler öylesine gerçek, öylesine canlıdır ki, hemen her toplumun sosyal ve ekonomik açıdan benzerlik gösteren kesimlerinde karşımıza çıkıverirler. Keşanlı Ali Destanı yazarı kadar ünlü bir oyundur. Üstelik ünü sınırları aşmıştır. Avrupanın pek çok ülkesinde, Amerika’da, Lübnan’da oynamış bir oyundur. Dilden dile çevrilen, oynadığı her ülkede, oyuncusuyla, seyircisiyle bütünleşen mükemmel bir oyundur.


KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:

Galatasaray Lisesi’ ni bitirdi (1935). Almanya’ ya gitti, Heidelberg Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ nde okudu, yurda dönünce (1938) İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’ nü bitirdi (1950). Edebiyat Fakültesi’ nde tiyatro tarihi dersleri verdi.

Tercüman gazetesinde sanat ve kültür yazıları, fıkralar yazmış (1955-1960), bir ara gazetenin baş yazarı olmuştu (1960). Bu fıkralarından bir kısmını genel başlıklarıyla kitap halinde de topladı. (Devekuşuna Mektuplar, 1960, 1977). Pazar sohbetlerini Milliyet gazetesinde sürdürdü ( Mart 1974-Mayıs 1986 ).

İlk hilkayesi Töhmet, Haldun Yağcıoğlu takma adıyla Yedigün dergisinde (1946) çıkan Taner, gücünü gözlem, mizah ve yergiden alan; konuları büyük şehrin tipik ve türedi yaşamlarından gelme hikayeleriyle tanındı.

Kazılık Koca Oğlu Yegenek - Dede Korkut Hikayeleri

0 yorum | Devamını Oku...
Kazılık Koca,Bayındır Han’ın Veziridir.Akın yapmak için istediği izini alır.Düzmüral kalesini almak ister.Girdiği savaşta düşmana esir düşer.

Kalede on altı yıl esir kalır.Oğluna babasının öldüğü söylenir.arkadaşlarıyla sohbet ederken çıkan tartışmada babasının ölmediğini öğrenir.Bayındır Han’a çıkar.Savaşmak için izin ve asker ister.Oğuz yiğitleriyle birlikte Düzmüral kalesine akın düzenler.

Kalenin tekfuru(vali) Arşın Oğlu Direk Tekfur’la Oğuz beyleri tek tek savaşır.Hepsi yenilir.Kazılık Koca Oğlu Yegenek Tekfur’u yener.Tutsak olan Kazılık Koca serbest bırakılır.Baba oğul ancak konuşarak birbirini tanımış olurlar.Askerleri ve kaleyi ele geçirirler.

Kazan Bey Oğlu Uruz’un Tutsak Olması - Dede Korkut Hikayeleri

0 yorum | Devamını Oku...
Kazan Bey oğlunun henüz bir kan akıtıp baş kesip isim sahibi olamayışına üzüldüğünü bildirir. Oğlu da babasından nasıl savaş edildiğini kan döküldüğünü kendisine öğretmesini ister. Kazan Han bunun üzerine oğlunu ava çıkarır bu sırada düşman gelir ve Kazan Han savaşmaya başlar. 


Oğluna sadece izlemesini söylemesine rağmen oğlan babasına fark ettirmeden savaşır. Babası oğlunu bulamaz; evde de göremeyince düşmanla savaşılan yere gelir. Oğlunun kılıcını görünce onun esir düştüğünü anlar. Düşmanla tek başına savaşa giden Kazan Bey yenilir. Bunun üzerine Hatun kırk kızla ve diğer Oğuz beyleriyle kafirleri yener. Oğuzlar yurtlarına dönerler. Yedi gün yedi gece yemek yerler oynarlar. Dede korkut dua eder ve hikâye biter.

Kayıp Aranıyor - Sait Faik Abasıyanık

0 yorum | Devamını Oku...
1.KİTABIN KONUSU:

Kitapta Nevin adlı bir kadının mutluluğu,huzuru arayış çabası anlatılmaktadır.
2.KİTABIN ÖZETİ:

Nevin herkes tarafından çok sevilen birisidir. Herkesin derdini dinleyen, sohbet eden ve onları anlamaya çalışan bir insandır. Babası eski konsolostur. Bu yüzden hayatı biraz bolluk ve rahatlık içinde geçmiştir. Her mekanda olduğu gibi burada da kötü insanlar vardır. Ve bunlar Nevin’i çekememektedirler. Kamarot İrfan da bunlardan birisidir. Kendini çok iyi tanıtmış olmasına rağmen kıvılcım bekleyen insanlar için İrfan’ın sözleri yeterli olmuştur. Onun babası tarafından şımartılmış bir kız olduğunu onunla bununla kahvede sürttüğünü aralarında konuşmaya başlamışlardır. Kocası Özdemir ise onu pek de o kadar sevmemiştir. Ona lüzumlu bir eşya muamelesi göstermiş, nasıl traş sabunu bulamayınca tedirgin oluyorsa, eşi yokken de öyle tedirgin olmuştur. Nevin de kocası Özdemir’den bu derece bir muamele gördüğü için balıkçı Cemal’le dolaşmaya başlar. Gittiği her yerde ihtiyacı olan huzuru aramaktadır. Gördüğü herhangi bir biletçiye bile anında içi ısınmakta, sanki ilacı ondaymışcasına ondan birşeyler alacağına inanmaktadır. Bir defasında Cemal’le görüştüğünde boşanma meselesini konuşur. Nevin kocasından boşanıp tekrar İstanbul’ a dönecektir. Daha sonra boşanma işleri için Ankara’ya gider. Fakat Nevin’in içi çok daralmıştır. Artık Nevin’in sıkıntıları bir ara öyle bir dereceye gelir ki midesindeki ağrıdan duramaz olur.

Karagöz ile Hacivat

0 yorum | Devamını Oku...
Orhan Gazi babası Osman Bey’in anısına o dönem ki başkent Bursa’da büyük bir camii yaptırmaya karar vermiş. Emrindeki bütün mimarları çağırmış huzuruna. “Babam Osman Gazi’nin anısına güzel olduğu kadar görkemli bir camii yapılmasını istiyorum. En güzel projelerinizi yapın getirin bana.” demiş onlara. Kısa bir süre sonra bütün mimarlar en güzel projeleriyle Orhan Gazi’nin huzuruna gelirler. Bütün projeleri tek tek inceleyen Orhan Gazi içlerinden en beğendiğinin sahibi mimarı çağırtmış ve ona kusursuz bir işçilik istediğini söylemiş; “Yörenin en iyi ustaların bulacaksın ve en kaliteli malzemeleri kullanacaksın, hiçbir masraftan da kaçınmayacaksın” diye de belirtmiş. Mimarbaşı birkaç gün içerisinde ülkenin dört bir tarafından en iyi ustaları toplamayı, en kaliteli ve güzel malzemelerin getirtilmesini sağlamış ve sultanın huzuruna çıkmış. Mimarbaşı; “Padişahım” demiş, “Yörenin en iyi duvar, demir, ahşap ustalarıyla en becerikli hat sanatçıları ve nakkaşlarını topladım. İnşatta kullanılacak bütün malzemeler kılı kırk yararak seçildi. Biz hazırız, emir verirsen hemen başlamak isteriz bu kutlu işe” Mimarbaşı’nın anlattıklarından son derece memnun görünen Orhan Gazi, ” Mimarbaşı beni çok iyi dinle” demiş. “Söylediklerin güzel, hemen başlayabilirsiniz camiyi inşa etmeye ama aç kulaklarını dinle şimdi. Bil ki bu camii benim için çok önemli. Bu yüzden ,her kim ki inşaatın yavaşlamasına veya işlerin aksamasına sebep olursa o an kellesini vurdururum. Şimdi çıkın gidin başlayın camiyi yapmaya.”

İnşaat hemen başlamış tabii ki. Mimarbaşı Kambur Bali Çelebi’yi (Karagöz) demirci ustası, Halil Hacı İvaz’ı da (Hacivat) duvar ustası olarak görevlendirmiş.

Bu iki ustayı da işlerini her ne pahasına olursa olsun aksatmamaları için de sıkı sıkı tembihlemiş. Karagöz, mektep okumamış ama inşaatlarda ustaların yanında çalışa çalışa iyice ustalaşmış artık işinin en iyisi olarak anılmaya başlamış cevahir birisiymiş. Tez canlılığı ve hazırcevaplığı yüzünden sürekli başını belaya sokan Karagöz, bu belalardan kıvrak zekasının marifetiyle kurtulmaya çalışırmış. Bu belalar artık onun içinden çıkamayacağı bir hal alınca da yardımına en yakın dostu Hacivat koşarmış. Hacivat ise bu yakın dostunun aksine, medrese de eğitim görmüş, her konuda bilgisi olan görgülü ve bilgili birisiymiş. Karagöz’le hemen her konuda sürtüşse de yine de en iyi dostuymuş Karagöz onun.Sultan’ın babası için yaptırdığı inşaat çalışmaları tüm hızıyla sürüyormuş. İşçiler, ustalar, mimarbaşı camiyi sultanlarının istediği şekilde ve zamanda hazır etmek için var güçleriyle çalışıyorlarmış. Mimarbaşı ve ustalar, didişmeleri bütün ülke tarafından bilinen Hacıvat ve Karagöz’ü de birbirlerinden ayrı tutmak için de uğraşıyorlarmış bir yandan. Bu duruma en çok kızanların başında da hiç şüphesiz can dostu Hacıvat’la didişemeyen Karagöz geliyormuş. Gözünü kestirdiği Hacıvat’a mimarbaşı’nın yanında sokulamayan Karagöz, mimarbaşı’nın malzeme almak için şehre gitmesini fırsat bilmiş ve yanına sokulmuş Hacıvat’ın. Hacıvat can dostunu yanında görünce sevinmiş ve ona dönmüş demiş ki;

- Şuh levendim, şuh pesendim hoş geldin
- Şule levendim, turp dikenim hoş geldin diye karşılık vermiş Karagöz.

Hacivat Karagöz’ün huyunu bildiği için kızmamış ve yine güleç yüzüyle konuşmuş;

- Şuh levendim, şuh pesendim hoş geldin
- Kehlelendim, sirkelendim, boş geldim.
- Samur kaşlı, ok kirpikli hoş geldin
- Salak kaşlı, bok kirpikli boş geldim
- Yusuf-ı Beytül Hazenim hoş geldin
- Yasef’im, bitli avramım boş geldim
- Ahu gözlüm, inci dişlim hoş geldin
- Ayı gözlüm, kazma dişlim hoş geldin

Hacivat ile Karagöz böyle birbirleriyle atışırlarken bütün diğer işçiler de başlarında toplanmış onların bu keyifli ve eğlenceli didişmelerini izleyip eğleniyorlarmış.İnşaattaki bütün işçi ve ustaların en büyük eğlencesi haline gelmişler zamanla. Artık ne zaman mimarbaşı inşaattan ayrılsa Hacıvat ve Karagöz birbirleriyle atışmaya başlar hale gelmişler. Diğer bütün çalışanlar da etraflarında toplanıp onları izlermiş. Onlar atıştıkça izleyiciler kendilerinden geçer ve bütün yorgunluklarını unuturlarmış. Günlerden bir gün Padişah babası için yaptırdığı caminin inşaatını kontrole gelmiş.Fakat inşaatın istediği hızda gitmediğini görünce keyfi kaçmış ve hemen mimarbaşını çağırtmış.

Mimarbaşı, padişahın caminin inşaatı konusundaki hassasiyetini bildiği için de korkmuş.

Padişaha demiş ki ” Sultanım nedendir bilmem ama ben malzeme almak, veya başka bir iş için inşaattan her ayrıldığımda işler yavaşlıyor. Bunun sebebini en yakın zamanda öğrenip gereken tedbirleri alacağım.

” Orhan Gazi sinirlenmiş ama yine de sorunun sebebini öğrenip, çözmesi için mimarbaşının istediği süreyi vermiş ona. Mimarbaşı bir gün yine “ben malzeme almaya gidiyorum” deyip inşaattan ayrılmış ama hemen yakında bir tümseğin ardına gizlenip işçileri izlemeye başlamış. Bir de bakmış ki kendisinin ayrılmasını fırsat bilen Hacivat ve Karagöz atışmaya başlamışlar ve bütün çalışanlar da onların bu atışmalarını izlemek için etraflarında toplanmış. Mimarbaşı hemen soluğu Orhan Gazi’nin sarayında almış ve padişahın huzuruna çıkmış. Padişaha olup bitenleri ve inşaatın yavaşlamasının sebeplerini anlatmış. Bunu duyan Orhan Gazi çok sinirlenmiş ve derhal bu iki işçinin asılmasını emretmiş.”Onlar asılsın ki bu diğer bütün işçilere ders olsun” demiş. Padişahın emri derhal yerine getirilmiş ve Hacivat ve Karagöz çalıştıkları inşaattan apar topar alınarak asılmışlar hemencecik. Padişahın bu kararı inşaatta olduğu kadar bütün şehirde de büyük bir üzüntüyle karşılanmış. İnsanlar merhametli, şefkatli, halkı ve ulemayı seven padişahlarının böyle bir şey yapmasına çok üzülmüş ve her taraftan bu hoşnutsuzluklarını hissettirmişler padişaha.

Orhan Gazi de kısa bir süre sonra hatasını anlayıp vicdan azabı duymaya ve yaptığı bu yanlışa üzülmeye başlamış.

Padişahın bu üzüntüsünü gören Şeyh Kuşteri adındaki uleması sultanının üzüntüsünü hafifletmek için kendince bir yol bulmuş o anda. Başındaki beyaz sarığını çözen Şeyh Kuşteri sarığını açarak mum ışığının önünde germiş. Ayağından çıkardığı çarıklarını da kukla gibi kullanarak sarığın arkasında Hacıvat ve Karagöz’ün atışmalarını taklit etmeye başlamış:

Hacivat: Hasretinle beni koyup gidenin, hoş geldin.
Karagöz: Hasta iken turşu suyu içenim, boş geldin
Hacivat: Gel Karagöz, gidelim Göksu’ya yiyelim dolma.
Karagöz: Sümüklü burnumu ye de, namerde muhtaç olma..

Kanlı Koca Oğlu Kanturalı - Dede Korkut hikayeleri

0 yorum | Devamını Oku...
Kanlı Koca’nın bir oğlu vardır. İsmi Kan Turalı’dır. Kanglı Koca, oğlunu evlendirmek ister. Oğlu da nasıl bir kız istediğini anlatır. Babası da: “sen kız istemezsin, yiğit istersin.” der. Oğlan kız aramaya gider. Fakat bulamaz. Sonra babası aramaya gider. Trabzon kâfir beyinin kızının tam istedikleri gibi olduğunu öğrenir. Fakat bu kızı alabilmek için besledikleri 3 canavarı öldürmesi gerektiğini öğrenir. Bu işe girişip de ölenlerin başlarını görür. Geri döner. Oğluna haberi verir. Oğlu da ölümü göze alarak kızın bulunduğu yere gider. Kâfirler oğlanı görürler. Niye geldiğini sorarlar. Oğlan da kızı almak istediğini söyler. Kâfirler oğlanı içeri alırlar. Soyundurup boğayı salarlar. Bu arada kız oğlanı görür ve âşık olur. Oğlan boğayı öldürür. Derisini kâfirin önüne serip kızı ister. 

Onlar da aslanı öldürdükten sonra kızı alabileceğini söylerler. Aslanı meydana salarlar. Kan Turalı aslanı da öldürür. Kâfirin önüne serip kızı ister. Onlar da deveyi öldürdükten sonra kızı alabileceğini söylerler. Kan Turalı deveyi de öldürür. Kâfirler kızı verirler. Kan Turalı Selcen hatunu alıp gider. Bir yere konarlar. Kondukları yer çok güzel bir yerdir. Yerler, içerler. Kan Turalı uyurken düşmanlar kan Turalı’nın üzerine yürürler.


Kız Kan Turalı’yı uyandırır. Selcen hatun düşmanın bir kısmını bastırır. Kan Turalı’nın annesiyle babası kondukları yere gelirler. Selcen hatun da Kan Turalı’yı aramaya gider. Kan Turalı’nın atının öldürüldüğünü, Kan Turalı’nın atından düştüğünü görür. Selcen hatun yetişir. Bir yerden kan Turalı, bir yerden Selcen hatun düşmanı bastırırlar. Selcen hatun ile Kan Turalı kucaklaşırlar. Atlarına binip babasının yanına varırlar. Yeşil, alaca bir yere çadır dikerler. Düğün yaparlar, muratlarına ererler.

Kam Büre Bey Oğlu Bamsı Beyrek - Dede Korkut Hikayeleri

0 yorum | Devamını Oku...
Oğuz beyleri toplanmış yiyip içip eğleniyorlardı. Aralarında bir tek Bay Büre Bey üzgündü. Sebebini soranlara ‘benim de bir oğlum olsa böyle otursak ne güzel olurdu’ dedi. Beyler de dua ettiler, o zamanda onların duası dua bedduası da beddua olurdu. Bay Bican Bey’de kendisine bir kızı olması için dua etmelerini istedi. Onlar da dua ettiler ve Bican Bey’de dedi ki ‘şahitsiniz Allah bana biz kız , Büre Bey’e de oğlan verirse onlar beşik kertmesi olacak’. O oğul büyüdü, Büre Bey oğluna hediyeler alınmasını istedi. Bir kervan gönderdi hediye alsınlar diye. Ama kervanı yolda kafirler durdurdu.

Kafirler tam malları yağmalarken bir yiğit yetişti ve kafileyi kurtardı. Kafiledekiler de ne istersen al buradan dediler. Yiğit kılıçları ve aygırı almak istedi. Bunun üzerine bozuldular. Sebebini sorunca Büre Bey’in oğluna aldık dediler. Yiğit de düşündü: ‘Bunları burada almaktansa babamın hediyesi olarak evde alırım’ dedi ve ayrıldı. Eve gitti. Kervan varınca bu yiğidi gördüler ve tanıdılar. Onun kervanı kurtaran kişi olduğunu söylediler. Bunun üzerine Bay Büre Bey çok sevindi. Dede Korkut’u çağırdılar, oğlana Bamsı Beyrek adını verdi.Gel zaman git zaman Bamsı Beyrek ile Bay Bican’ın kızı Banuçiçek karşılaştı. Birbirlerinin beşik kertmesi olduklarını babalarından duymuşlardı ve şimdi de tanışmış oldular. Oğlan kızı tanıyınca üç öptü bir dişledi ve ayrıldılar.

 
Oğlan eve gelip kızı istediğini söyledi. Ancak kızın kardeşi Deli Karçar’dı ve kızı isteyenleri öldürüyordu. Kızı istemeye Dede Korkut’u gönderdiler. Dede Korkut zorlukla da olsa kızı istedi. Düğünden önce bir gün Bamsı Beyrek uyuyordu.Casuslar bunu kafirlere söyledi ve kafirler gelip onu esir aldı. Yalancı oğlu Yalancuk’un da zaten Banuçiçek’te gözü vardı. Beyrek öldü deyip kanlı bir gömlek gösterdi ve herkes Beyrek öldü zannetti. Bamsı Beyrek bir yolunu bulup esir alındığı kaleden kaçtı. Yolda ozan kılığına girdi ve herkesle irtibat kurdu – gerçek kimliğini belli etmeden - .Daha sonra da kim olduğunu gösterdi ve Yalancuk’la evlenmek üzere olan Banuçiçek’i de tekrar alıp nişanladı. Dedem Korkut geldi, dualar etti.

Kızılcık Dalları - Reşat Nuri GÜNTEKİN

0 yorum | Devamını Oku...
1.KİTABIN KONUSU

Nadide Hanım’ın yetim olarak konağa aldığı Gülsüm ve onun konak hayatı boyunca başından geçenleri,maruz kaldığı haksızlıkları anlatan bir kitap.

3.KİTABIN ANA FİKRİ

İnsanoğlunun ne kadar iki yüzlü olabileceğini,ne yaparsanız yapın yaranamayacağınızı,menfaatlerin daima kişiliğin önüne geçtiğini,vurdumduymazlığın,edepsizliğin,fitne ve dedikoduculuğun oluşturduğu sağlıksız ilişkilerin topluma verdiği zararları anlatıyor.

2.KİTABIN ÖZETİ

İnterneti daha hızlı dolaşın. Google Araç Çubuğuyla birlikte Firefox’u da alın

Nadide Hanım,Pendik istasyonunda Bolu’dan gelecek ortanca kızını bekliyordu.Nihayet Adapazarı postası gelmiş,Nadide Hanım’ın misafirlerinden başka orta yaşlı bir köylü ile iki çocuk inmişti.Belli ki adamım yola devam edecek parası yoktu.O gün akşam Nadide Hanım’ın evinin karşısında kamp kurmuşlar,geceyi orada geçirmeyi planlamışlardı.Nadide Hanım onları görünce dayanamamış eve almıştı. NadideHanım’ın büyük kızı,yani Ğülsüm’ün yanında evlatlık olarak kalabileceğini ifade etmiş ve bu teklif de yaşlı adam tarafından kabul görmüştü.Fakat Gülsüm,küçük kardeşi İsmail’e inanılmayacak kadar bağlıydı.Onu İsmail’den ayırmak imkansız gibi gözüküyorsa da Gülsümayrılığa katlanmış,acısını bir iki gün içinde hazmetmişti.
Gülsüm evlatlık olarak alındığı bu evde ,evin en küçüğünden en büyüğüne kadar herkes tarafından horlanıyor,her zaman suçlu bulunuyor,azarlanıyor,dövülüyordu.Gülsüm ‘ü kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalarına rağmen o herkesin yardımına koşuyordu.Her olayda her konuşmada İsmail’i anar bu da ev halkını sıkardı.İsmail’e mektup yazabilmek için okula gitmişse de okuma yazma öğrenememiş;evdeki eskileri ona göndermek için toplamış,onunla görüşmek için para biriktirmeye çalışmış;fakat her defasında başarısız olmuştu.Aslında Nadide Hanım,Gülsüm’ü evin en küçük çocuğu Bülent’e bakması için evlatlık edinmişse de Gülsüm İsmail’den başka birşey düşünmüyordu.Ona İsmail’i unutturmak için Bülent’in süt ninesinin aklına bir fikir geldi.Gülsüm’e İsmail’in öldüğünü söyledi.Gülsüm birkaç gün ağlayıp sızladıktan sonra onun acısını da gömmüştü yüreğine.Gercekten bu olaydan sonra Bülent’e ilgi göstermeye başlamış,onun etrafında pervane olmuştu.Çocuk Gülsüm’ü o kadar çok seviyordu ki ne derse yapıyordu.Seneler geçtikçe Bülent Gülsüm’e ters davranmaya başladı ve bir kaza sonucu Bülent’in kolunun kırılmasıyla Gülsüm’den ayırdılar.
Gülsüm’ün hayatı ev işi yapmakla ve evdekilere yardım etmekle geçtiği için belli bir iş öğrenememişti.Büyüyüp genç kız olan Gülsüm’ün konakta geçirdiği yedi senelik hayatı ona anlatmıştı ki:ne kadar koşsa yeterli görülmeyecek ,daha fazla koşsun diye dövülmeye devam edilecekti.Yenecek kızılcık dallarının yekunu degişmeyecekse niye kendini boşuna yormalıydı.
Bu yaz yine Pendik’teydiler.Orada merhum Paşa’nın oğlu süt biraderi Cafer Bey’in oğlu Murat ile karşılaştılar.Murat’ın karısı verem olmuş onu temiz hava alması için Pendik’e sahil kenarına getirmişlerdi.Ama kadının durumu ciddiydi ve yakında ölecekti.Yani iki çocuklu Murat’ın hali perişandı.Hasta ziyaretine giden Nadide Hanım Gülsüm’ün hastanın yanında kalmasını uygun buldu.Bu Gülsüm için kaçırılmaz bir fırsattı.Çünkü kafasını dinleyebilecekti.Hastanın durumu ağırlaştıkça Murat Bey süt nine ile iş birliği yapıp Saniye’yi almak istiyordu.Kadın ölürken Gülsüm’e :”Eğer ölürsem ve Saniye’yi Murat ile evlendirirlerse ölüm döşeğine düşsünler,evlatlarını görmesinler,benim gibi onlar da gözünün önünde ölsünler”dedi.
Kadının ölmesiyle konağa dönen Gülsüm,evlenme hazırlığı yapan ev halkına durumu anlatmış ve olacakları beklemeden evi terk etmişti.
Aradan seneler geçmiş Dürdane karaciğerinden,Saniye apandisten,Şakir Bey kalp hastalığından ölmüş çocukların herbiri bir tarafa dağıtılmıştı.Nadide Hanım Ankara’da akrabalarının yanında kalıyordu.O gece eğlenmek için dışarı çıkmışlar,herkes tarafından sevilen ve herkesin hayranı olduğu ,güzel kanto söyleyen küçük Gülsüm’ü gördüler.Evet kanağın en üst katındaki çocuk tiyatrosunun,yatak çarşafından perdeler arasında,sıvanmış kolları,ağlamaktan boyaları birbirine karışmış yüzü ile kanto söyleyen küçük Gülsüm’dü bu.

4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

Nadide Hanım:İyi niyetli,en olmadık zamanda hiç olmayacak şekilde birşeyler çıkarıp üzülen,kederli,vefasız,korkak bir karaktere sahip.

Gülsüm:Yalancı,edepsiz ve şirret,nihayetsiz derecede yüzsüz ve haysiyetsiz,gayet fitne ve dedikoducudur.

Karamusallalı sütnine:Dinine bağlı,kendini sevdirmek ve saydırmak ilmini iyi bilen,ağırbaşlı,orta yaşlı bir kadın.

Saniye:Güzel,alımlı fakat hırçındır.

Lala Tahir Ağa:Yalancı,azardan utanmaz,nasihatlere aldırmaz,menfaat düşkünü bir kişiliğe sahiptir.

Murat:Zengin,duygulu,boş konuşan,geveze bir kişiliğe sahiptir.

5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER

Kitapta tek bir olay ve tek bir kişi üzerinde durulması,olayların değişmeden aynı boyutta devam etmesi,sade bir dilin kullanılması,ilerleyen bölümlerde ne olabileceğinin önceden tahmin edilebilmesi,olay örgüsünün geniş tutulmaması,beklenen duyguları yeterince karşılıyamaması okuyucuyu sıkmakta ve ilgiyi azaltmaktadır.

6.YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ

25 Kasım 1889 tarihinde İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ ni bitirdi (1912). Bursa’ da başladığı (1913) öğretmenlik hayatına çeşitli okullarda devam etti. Milli Eğitim müfettişi (1931), Çanakkale milletvekili (1933-43), Paris Kültür Ateşesi ve emekli (1954) oldu, kanser tedavisi için gittiği Londra’ da öldü. İstanbul’ da Karacaahmet Mezarlığı’nda gömülü.Yazı hayatına Birinci Dünya Savaşı sonlarında (1917) başlayan, ilk eseri de Eski Ahbap (uzun hikaye) 1917’ de basılan Reşat Nuri, 1918’ de tiyatro eleştiri ve araştırmaları yayımlarken bir yandan da hikayeler (Şair Dergisi, 1918/19; Nedim Dergisi, 1919; Büyük Mecmua, 1919) yazıyordu. Çalıkuşu’ nun Vakit gazetesinde tefrikasıyla (1922) geniş bir ün kazandı. Çok hareketli bir eser olan Çalışkuşu’ nda Anadolu, ilk idealist ve aydın kızı Feride’ ye kavuştu, geniş ölçüde romana girdi. Bu roman az okumuş ve aydın, iki sınıfı da, doğal ve canlı diliyle kendine bağladı. Reşat Nuri’ nin hemen bütün romanlarında dekor olarak taşra kasaba ve şehirleri çevre, tip, çeşitli problem ve görüşleriyle Anadolu atmosferi görülür. Romanlarında sosyal ve hissi konuları işleyen yazar, küçük hikayelerinde bunların yanına mizahı da ekledi
Yazdığı, çevirdiği, kitap biçimine girmiş veya dergi, gazete sayfalarında, tiyatro repertuarlarında kalmış tüm eserlerinin toplamı yüzü bulur; bunlardan 19 tanesi telif romandır, 7 tanesi hikaye kitabı. Yazdığı, çevirdiği, uyarladığı, oynanmış, basılmadan kalmış oyunlarının sayısı roman ve hikaye kitaplarının sayısını da aşar. 7 Aralık 1956’da İstanbul’da öldü.

ESERLERİ:

Hikaye kitapları: Tanrı Misafiri (1927), Sönmüş Yıldızlar (1927), Leyla ile Mecnun (1928), Olağan İşler (1930), vb.
Gezi yazıları: Anadolu Notları (ilk cildi 1936; ikinci cildi 1966).
Oyunları içinde en ünlüleri Balıkesir Muhasebecisi (1953) ve Tanrıdağı Ziyafeti (1955)’ dir. Bütün eserleri ölümünden sonra, eşi tarafından, bir külliyat halinde yeniden bastırıldı.
Romanları: Gizli El (1922), Çalıkuşu (1922), Damga (1924), Dudaktan Kalbe (1925), Akşam Güneşi (1926), Bir Kadın Düşmanı (1927), Yeşil Gece (1928),Acımak (1928), Yaprak Dökümü (1930), Kızılcık Dalları (1932), Gökyüzü (1935), Eski Hastalık (1938), Ateş Gecesi (1942), Değirmen (1944), Miskinler Tekkesi (1946), Harabelerin Çiçeği (1953), Kavak Yelleri (1950), Son Sığınak (1961),Kan Davası (1955),
Hikaye Kitapları: Tanrı Misafiri (1927), Sönmüş Yıldızlar (1927), Leyla ile Mecnun (1928), Olağan İşler (1930)
Gezi Yazıları: Anadolu Notları (ilk cildi 1936; ikinci cildi 1966)
Oyunları:Balıkesir Muhasebecisi (1953), Tanrıdağı Ziyafeti (1955)
HAKKINDA YAZILANLAR
Reşat Nuri Güntekin Türkan Poyraz – Muazzez Albek (Ankara, 1957)
Reşat Nuri Güntekin Hayatı, sanatı ve eserleri Muzaffer Uyguner (Varlık Yay;1967).
Romanıyla Reşat Nuri Güntekin İbrahim Zeki Burdurlu (İzmir Eğitim Ens. Yay., 1971)
Reşat Nuri’nin Tiyatro ile İlgili Makaleleri Prof.Dr.Kemal Yavuz Kültür Bakanlığı Y.
Reşat Nuri Güntekin’ in Romanlarında Şahıslar Dünyası Birol Emil (1984) adlı doçentlik tezi.

Kendi Ayakları Üstünde - İPEK ONGUN

0 yorum | Devamını Oku...
Kendi Ayakları Üstünde Romanın Kahramanları :

Zafer: Serra’nın duygusal ilgi duyduğu erkek arkadaşı.

Serra : Romanın ana kahramanı, yazarın kendisi.

Mualla Hanım : Öğretmen.

Sıla : Serra’nın kuzeni.

Bu kitap 24 Haziran’la başlar. Serra yaz tatili için gittiği İzmir’deki Kuzeni Sıla’nın anlattıklarıyla konuya başlar. Arkadaşı Zeynep’in Amerika’da okuyan Nilgün ablasının Amerikalı bir gençle evlenme kararı alması ve bunun evdeki yankılarından bahseder. Yaşlıların bu olaya yaklaşımına, anne babanın olaya olumlu yaklaşımına ve genç yaşta Nilgün’ün aldığı böyle bir kararın etrafında yarattığı izlenimlerden bahsediyor. Bu arada Sıla’nın uçuk hareketlerine, ne olduğu belli olmayan mankenlik ajansına manken olmak için başvurmasına, kendini tanımadığı kişilere kaptırıp bir görüşte aşık olmasına ve sorumsuzca fevri hareketlerine yer veriyor. İzmir’den arkadaş grubuyla bir Akdeniz turuna katılır. Bu, annesinden ayrı ilk çıkacağı yolculuklutr. Kendisi on sekiz yaşlarına yeni girmiş lise iki öğrencisidir ve bu geziyi kendi ayakları üzerinde durmanın ilk aşaması olarak görmektedir. Kendisinde çok büyük değişiklikler görmeye başlamıştır. Bir kere, annesini iş nedeniyle üç günlük dış geziye göndererek bu süre zarfında evde yalnız kalmaya ikna etmiş ve bunu da çok güzel başarmıştır.

Erkek arkadaşının başkasıyla çıkıyor olması onu yıkmıştır, ama bunun gençlikte yaşanan ilk aşklardan olduğunu, unutlması gerektiğini yaşayarak ve tecrübe edinerek öğrenmiştir ve bunu da olgunlaşmanın bir aşaması olarak görmüştür. Arada bir Ankara’ya babaannesinin yanına ve ayrı yaşayan babasına ziyarete gider. Babasının evlenmeyi düşündüğü yeni bayandan, olgun görünen yetişmiş insanların da aynı çocukluk hatalarının yapabileceklerini ima eden konuları duyar. Daha çok okul çevresinde olup bitenlere günlüğünde yer verir. Özellikle öğretmeni Mualla Hanım’ın hayata atılmak ve kendi ayakları üzerinde durmakla ilgili verdiği tavsiyeler öğrencileri bayağı etkilemektedir. Meslek seçimi konusunda şimdiden karar vermeleri tavsiyesi üzerine, Serra da içinde gizli kalan gezme ve görme tutkusunun onu turizm mesleğine daha yatkın olduğunu keşfetmesini sağlar. Bunun içinde hafta sonları bir turizm acentasında çalışmaya gider. Burada gerçekten aradığı mesleğin turizm olduğunu keşfeder ve kararını verir. Mualla hanım o yıl 10 Kasım’ı Ankara’da Anıtkabir ziyareti şeklinde düzenler. Serra bu geziden çok etkilenir ve bu geziyle ilgili “10 Kasım ve Atatürk” diye içinden geldiğince bir kompozisyon yazıp bunu Mualla Hanım’a verir. Kompozisyon çok beğenilir ve bunu bir dershanenin düzenlediği Amerika’ya gezi ödüllü “10 Kasım ve Atatürk” konulu kompozisyon yarışmasına gönderirler. Yarışmada da Serra’nın yazısı birinci gelir ve iki haftalık Amerika gezisini kazanır. Şubat tatilinde de yine yalnız olarak yeni yerleri ve dünyayı keşfetmek için yola çıkar. Sırf bu geziye çıkmak için bile pasaport, vize, uçak bileti alma gibi birçok konuyla Serra ilk defa karşı karşıya gelir ve tüm bunları yaşayarak üstesinden gelmeyi başarır. Serra kendisinin ayakları üstünde durmasını sağlayacak yıldızını bulmuştur. Artık kararını vermiştir ve turizmci olacaktır. Akdeniz gezisi, yazı yarışmasını kazanması ve ABD gezisinin kendisine çok şeyler kazandırdığına inanır. Hem gönlü hem de kafası zenginleşmiştir. Cüneyt’e gelince tüm gezi boyunca hatırlamamıştır bile.

A. KİTABIN ANA FİKRİ :

Bu kitabı okurken, mutluluğu başkalarının gözlerinde değil, kendi içlerinde aramanın önemi fark ediliyor.

B. KİTABIN GETİRDİĞİ YENİLİKLER :

13 – 18 yaş arası grup için tüm dünyada kitaplar varken ülkemizde olmayışını fark eden yazar İPEK ONGUN bu boşluğu “Kendi Ayaklarının Üstünde Durmak” ile doldurmaya çalışmıştır.

C. KİTAP HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME VE TEKLİFLER :

Eser, yazarın kendi ağzından kendi gençlik yıllarını anlatan günlükler şeklinde yazılmış. Günlükleri mektup şeklinde evin penceresinden görünen en çok sevdiği kiraz ağacına anlatıyormuş gibi yazmıştır. Gençlere yer veren akıcı ve dinlendirici, ama her kesimin zevkle okuyabileceği bir eserdir.

Kan Davası - Reşat Nuri GÜNTEKİN

0 yorum | Devamını Oku...
Romanda Kurtuluş savaşı yılarındaki bir kan davası anlatılıyor.

ROMANIN ÖZETİ:
Kurtuluş Savaşı yıllarında sokak çocuğu olarak büyüyen ve bulundukları yerden işgaller yüzünden diyar diyar dolaşan ve en sonunda Çocuk Esirgeme Kurumunda büyüyen, okuyup öğretmen olan, öğretmenlik yaparken cepheye alınan ve hayatının büyük çoğunluğu cephelerde geçen Ömer adında bir öğretmenin başından geçen bir kan davasını anlatmaktadır.
Olay Bozova ilçeside geçmektedir.Ömer askere giderken daha önce buradan geçmiş ve dönüşte burada yaşamaya karar vermiş.Burada eskiden cephede tanıştığı Deli Murat lakaplı bir mühendisle birlikte yaşamaya başlar.Bozova’nın bir köyünde öğretmenlik yapmak için istekte bulunur,tayini Aşağı Sazan köyüne çıkar.Buraya gelgiği akşam bir soygun olayı olur ve bunu sokak çocuklarının yaptığı anlaşılır ve yakalanırlar ve bu çocuklar Yukarı Sazan köyünün gençleridir.Aşağı ve Yukarı Sazan köyleri arasında bir kan davası vardır.bunun üzerine Ömer öğretmeni ve okulu bulunmayan Yukarı Sazan köyünde çalışmaya ve çocukları da yannına almaya karar verir.

ROMANIN ANAFİKRİ
Bir kan davası olayını anlatıyor ve kan davasının iki dost köyün arasını nasıl açtığı ifade ediliyor.

ROMANDAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

ÖMER : Sokak çocuğu olarak büyüyen ve öğretmen olan savaş başlayınca cepheye katılan bir karakterdir.
MURAT : Ömer’in cepheden tanıdığı bir mühendis
TOYGAR : İlçe doktoru.
5.KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER

Kitabı okurken kan davasının ne kadar zarar verici ve insanların yaşamında derin yaralar açan bir gelenek olduğunu yazarın etkileyici anlatımı sayesinde hiç sıkılmadan öğrendim.

ROMANIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ

Yazı hayatına Birinci Dünya Savaşı sonlarında (1917) başlayan, ilk eseri de Eski Ahbap (uzun hikaye) 1917’ de basılan Reşat Nuri, 1918’ de tiyatro eleştiri ve araştırmaları yayımlarken bir yandan da hikayeler (Şair Dergisi, 1918/19; Nedim Dergisi, 1919; Büyük Mecmua, 1919) yazıyordu. Çalıkuşu’ nun Vakit gazetesinde tefrikasıyla (1922) geniş bir ün kazandı. Çok hareketli bir eser olan Çalışkuşu’ nda Anadolu, ilk idealist ve aydın kızı Feride’ ye kavuştu, geniş ölçüde romana girdi. Bu roman az okumuş ve aydın, iki sınıfı da, doğal ve canlı diliyle kendine bağladı. Reşat Nuri’ nin hemen bütün romanlarında dekor olarak taşra kasaba ve şehirleri çevre, tip, çeşitli problem ve görüşleriyle Anadolu atmosferi görülür. Romanlarında sosyal ve hissi konuları işleyen yazar, küçük hikayelerinde bunların yanına mizahı da ekledi.

Yazdığı, çevirdiği, kitap biçimine girmiş veya dergi, gazete sayfalarında, tiyatro repertuarlarında kalmış tüm eserlerinin toplamı yüzü bulur; bunlardan 19 tanesi telif romandır, 7 tanesi hikaye kitabı. Yazdığı, çevirdiği, uyarladığı, oynanmış, basılmadan kalmış oyunlarının sayısı roman ve hikaye kitaplarının sayısını da aşar. 7 Aralık 1956’da İstanbul’da öldü.

Kar - Orhan Pamuk

0 yorum | Devamını Oku...
ROMANIN KONUSU

Romanda, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumlardan en sorunlusu olmaya meyilli olan “İrtica ve Başörtüsü” konusunun örneklendirerek açıklanması, ülkemizin içinde bulunduğu büyük sorun ve örümcek kafalı kişilerin nasıl masum ve saf Türk halkını kandırdığını ve kendilerine tapınılacak duruma getirdiklerini anlatmaktadır. Bir diğer açıdan ülkemizin nasıl bu durumdan aciz kaldığı bazı konuları verse de, bu konularda duyarlı olduğunu, görevli kişlerin konulara dikkat ve titizlikle yaklaştığını, ancak bazı insanlarımızın burada sömürüldüğünü ana tema olarak işlenmiştir.

ROMANIN ÖZETİ:

Romanda yazar, çok sevdiği arkadaşının anılarını anlattığını kitabın içinde değişik yerlerde vurgulamaktadır. Kitaptaki yazılar tamamen otlarındaki şeyleri anlatılmıştan ibaret olsa da bazı yerlerde kısaltmalar ve birilerini veya biryerleri rahatsız edeceği kuşkusuyla zorunlu olarak kesintiler yapılmıştır.

Olaylar tamamen yurdumuzun doğu kesiminin Kars ilinde geçmektedir. Bir gazetede köşe yazarlığı yapan ve ünlü bir şair olan Kerim Alakuşoğlu (kitabın bütününde ondan “Ka” olarak bahsediliyor) Almanya’nın Frankfurt şehrinde geçirdiği onca senelerden sonra Türkiye’ye dönme kararı verir ve geldiği ayların flaş haberleri arasında yer alan “Kars’taki kadınların intiharı” konularının üzerinde gazetede yayımlayabileceği bir araştırma yapmaya karar verir. Bunun için ülkemizde kış aylarının en sert geçtiği dönemde Kars’a gitmeye karar verir. Yolda gördüğü çoğu Kars’lı olan doğulu insanlarımızı, giyinişlerini, konuşmalarını, yolların durumunu ve oradaki devlet anlayışını açık ifadelerler anlatır. Yolda hayatında hiç yaşamadığı bazı gülünç olayları ve yöre halkının candan ve sevecenliğini anlatır.

Kars’a geldikten sonra üniversite yıllarından tanıdığı arkadaşlarını bulur hatta üniversiteden tanıdığı ve boşandığını duyduğu eski aşkı sayılabilecek olan İpek’in sahibi olduğu otele yerleşir. Bütün olanlar boyunca bu otelde kalır.

Kente bir yazarın geldiğini ve o dönemde de bir seçim zamanı olması itibariyle kentin ileri gelen devlet görevlileri Ka’nın yanına gelerek ziyaret ederler, konuşurlar ve esas olarak neden Kars’a geldiğini öğrenmeye çalışmaktadır. Ka’nın Kars’a geliş sebebi intihar eden genç kızların ve kadınların neden bu yola başvurduklarını öğrenmek, bunları gazetedeki köşesinde yayınlamak ve yapabilirse halka intiharın kötülüklerinden bahsedip halkı bu yönden uzaklaştırmaktır. Tabi bölgeye böyle ünlü gazetecilerden ve sanatkarlardan fazla gelen olmadığı için halk önce onu yadırgar ama Türk halkının en büyük özelliklerinden misafirperverlikten de vazgeçmezler.

Ka’nın şehre geldiğini duyan bazı din taraftarları ve yobaz kişiler onu kendi saklandıkları köşelere çağırır ve onlarla görüşmesini sağlarlar. Amaçları tabii ki kötü düşüncelerini ve geri kalmış fikirlerini onada aşılamak ve Kars halkının daha da dikkatini çekmektir. Bu arada Ka araştırmalarına devam eder ve intihar eden kadınlarla öğrencilerin çoğunun bunalımda veya aşk acısından kendilerine kıydıklarını anlar. Fakat şöyle bir durum da vardır ki bu ölen şahıslar üniversitede okuyan ve başörtüsü taktıkları için okula alınmayan kimselerdir. Bunu fırsat bilen geri kafalı insanlar devletin dine karşı olduğunu, Kars’taki görevlileri ise ateistlikle suçlarlar. Ka da devlet görevlilerini biraz destekler gibi göründüğünden onu da ateistlikle suçlarlar. Bu gelişmelerin yanında birtakım cinayetler işlenir. En önemlisi ise üniversitede devletin kurallarını uygulayan bir öğretim üyesinin öldürülüşüdür ki bunu yapanlarda laik devlet düşmanı gruplardır. Ka tüm bu olayların üzerinde korkmadan bu tip insanlarla ilişki kurar, çete başlarıyla görüşür ve buradaki saf delikanlı erkeklerin ve bayanların kandırıldıkları anlar. Bir ara kendisini öyle olaylar ve davranışlar içinde bulur ki kendisinin de onlardan birisi gibi olacağını anlayıp kurtulur onlardan.

İpek’e aşık olan Ka tüm bu olayların yanında kendinin ne kadar tehlikelerin içinde olsa dahi kendinin İpek’in yanında ve mutlu olduğunu hisseder. Ama bu mutluluğun gerçek mi yoksa zahiri mi olduğunu anlayamaz. Bütün bu olaylar yaşanırken halkın sosyal aktivitesini ve mutluluğunu, gece gündüz kar yağmasından dolayı düştüğünü ve halkın morale ihtiyacı olduğunu anlayan görevliler tarafından bir organizasyon düzenlenir. Bu organizasyonda laik cumhuriyet yanlısı oyunlar oynanır ve örümcek kafalıların amaçlarına ulaşamayacağı anlatılır. Gösteride bulunan çoğu beyni yıkanmış imam hatipli öğrencilerin ve hokkabazların laf atması, sataşması, cumhuriyet rejimini ve devlet memurlarını din düşmanı olarak adlandırmalarından dolayı olaylar çıkar. Olayların sonucu kentte sokağa çıkma yasağı ilan edilir ve ihtilal boy gösterir. Tabii bunu bir çok halk sevinçle karşılarken gericilerin çoğu ve ülkemize çomak sokmak isteyenler nezarathanelere konur ve sorguları alınır. Ka bu olayları pür dikkat inceler. Bir çok şiiri de bu olaylardan etkilenerek yazar.

Olayları sıkıca inceleyen Türk polis ve askerinin bu durumlarda nasıl canla başla çalıştıklarını ve ülkeyi korumak için bu gericilere nasıl davrandıkları, ülkemizin bu konulardaki sorunlarına da yazar uzunca dikkat çeker. Ka bütün bunları yaparken bazı dinci lider ve elebaşlarının ifadelerini eline geçirir ve hayretle bir ürperti hissi duyar. Bu insanların kimlerce desteklendiklerini ve yaptıklarını öğrendikçe meğer ülkesinde neler olduğunu ve haberinin olmadığını anlar. Bu insanların Tanrı’nın adını kullanarak ne zalimce işler yaptıklarını, nice cinayetler işlediklerini ve utanmadan bunları Tanrı için yaptıklarını öğrenince büsbütün hayrete düşer.

Ka olaylardan etkilenmişti ama korkmaya başlamıştı birazcık. Çünkü bazı dinci kesimler Ka’yı bir ajan olarak görüyor ve kendilerine vurulan darbelerin sebebi olarak onu görüyorlardı. Arada bir tehditler olmasına rağmen polisin Ka’yı koruduğunu zannedip düşüncelerinden vazgeçmişlerdi.

Ka bütün olayları incelemişti ve Kars’ı “Dünyanın bittiği yer” olarak adlandırmıştı. Sevdiği İpek’in bile bazı gerikafalılarla işleri ve ilişkileri olduğunu öğrenince kendisini bu şehirde tutacak bir neden kalmayacağını düşünüp şehirden üzüntülü olarak ayrılıp İstanbul’a dönecekti. Ama artık hayattan umudu kesildiği için Ka düşüncelere dalmakta ve İpek’i düşünmektedir. Buna rağmen en sonunda hediyeler ve teşekkürlerle Kars’tan ayrılır. Kars tam olarak düzelmese de uygarlık ve rahatlıklara ilk adımı atmaktadır.

3. KİTABIN ANA FİKRİ:

Kitabın ana fikri bir çok konu üzerine odaklanmış gibi görünsede ülkemizin doğu kesimlerinin gerçekten de yokluk, ilgisizlik ve eğitimsizlikten nasıl geri kalmışlığını, nasıl cahil düşüncelerin kabul edildiğini, bu tip düşüncelerin insanları nasıl hiçe saydığını anlatmaktadır. Aslında yöre halkının çok duyarlı, vatanına ve milletine ne kadar bağlı olduğunu ama nedense dış devletlerin veya dış kuvvetlerin belki de yörede güç sahibi olmak isteyen vatan hainlerinin nasıl yandaş topladıklarını, cahil halkı din duygularını kullanarak nasıl sömürdüklerini ve başörtüsü yüzünden halkımızla devletimizi nasıl karşı karşıya getirdiklerini anlatmakta, okuyucuya bu konularda güzel örnekli bir anlatım vermektedir.

4. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:

Ka kendi içinde bazen entel bazen duygusal, kaliteli ve anlamlı şiirler yazan, ülkesini belki de yurtdışında yaşadığı için çok seven ama en azından hiç boş durmayıp ülkesine yardım eden kişi olarak göze çarpmaktadır.

Olaylar sürekli Ka’nın etrafında döndüğü için diğer kişiler biraz sönük kalsada sevgilisi ve otel sahibi İpek, bu akımlardan ve kafa yapılarından etkilenmiş İpek’in kardeşi Kadife ve sonu ölümle biten yüreği çok saf, tertemiz ve kandırılmış kişi Fazıl. Ka burada İpek’in sevgisinden çok Fazıl’ı sevmiş ölümüne üzülmüştür.

Kitapta olaylar birbirinin devamıdır ve yazar kitabı 43 bölüme ayırmıştır. Bütün bölümlerde güzel tasvirler ve olayların tarafsızca aynen anlatıldığını, olan olayların ise Türkiye’nin kaderimidir bilinmez şu ankiyle aynı olduğudur.

5. KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:

6. KİTABIN YAZARI HAKKNDA KISA BİLGİ:

Orhan PAMUK; 1952’de İstanbul’da doğdu ve Cevdet Bey ve Oğulları ve Kara Kitap adlı romanlarında anlattığına benzer bir ailede, Nişantaşı’nda büyüyüp yetişti. New York’ta geçirdiği üç yıl dışında hep İstanbul’da yaşadı. Liseyi Robert Koleji’nde bitirdi, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde üç yıl mimarlık okudu, 1976’da İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. 1974’den başlayarak düzenli bir şekilde yazı yazmayı kendine iş edindi. İlk romanı Cevdet Bey ve Oğulları 1979’da Milliyet Yayınları Roman Yarışması’nı kazandı. 1982’de yayımlanan bu kitap 1983 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü de aldı. Aynı yıl ilk baskısı çıkan Sessiz Ev ile 1984 Madaralı Roman Ödülü’nü ve bu kitabın Fransa’da çıkan çevirisiyle de 1991 Prix de la découverte européenne’i (Avrupa Keşif Ödülü) kazandı. 1985’de yayımlanan tarihî romanı Beyaz Kale Pamuk’un ününü yurt içinde ve yurt dışında genişletti. New York Times gazetesinin “Doğu’da bir yıldız yükseldi” sözleriyle karşıladığı bu kitap, belli başlı bütün Batı dillerine çevrildi. 1990’da yayımlanan Kara Kitap, karmaşıklığı, zenginliği ve doluluğuyla çağdaş Türk edebiyatının üzerinde en fazla tartışılan ve en çok okunan romanlarından biri oldu. Ömer Kavur’un yönetmenliğini yaptığı Gizli Yüz filminin senaryosunu da Pamuk 1992 yılında kitaplaştırdı. 1994’te yayımlanan ve esrarengiz bir kitaptan etkilenen üniversiteli gençleri hikâye ettiği Yeni Hayat adlı romanı Türk edebiyatının en çok okunan kitaplarından biri oldu. 1998’de yayımladığı Benim Adım Kırmızı adlı romanı olağanüstü bir ilgi gördü. Romanları yirmi dile çevrilen Orhan Pamuk yirmi beş yıldır tuttuğu defterler, dergi ve gazetelere yazdığı yazılar, denemeler, eleştiri yazıları, röportajlar ve gezi notlarından yaptığı titiz bir seçme ile daha önce yayımlanmamış “Pencereden Bakmak” adlı uzun hikâyesini Aralık 1998’de Öteki Renkler başlığıyla kitaplaştırdı.

Karılar Koğuşu - Kemal Tahir

0 yorum | Devamını Oku...
Kemal Tahir, ölümünden sonra yayımlanan romanı Karılar Koğuşu’nda Malatya Cezaevi deneyimlerini, İkinci Dünya Savaşı yıllarının Türkiyesini anlatmak için kullanır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na katılacak mı? Katılacaksa Almanların yanında mı müttefiklerin yanında mı yer alacak?

Savaşın belirsizliği, insanları daha büyük bir sefalete sürüklerken Murat, mahkumların seslendikleri biçimiyle İstanbullu, hapis hayatının zorlukları içinde, giderek bayağılaşan, bayağılaştıkça her şeyi yapabilen insanların yaşamına tanık olur. Bu tanıklık, ‘kötü yola’ düşmüş kadınların, cezaevine gelmesiyle yeni bir biçim kazanır.

‘Ahlak ve namus kavramları, para ve güç karşısında elden ele gezer bir haldeyken tutuklu olmakla özgür olmak arasındaki fark nedir? ‘ diye sorar kendi kendine Murat. İdama mahkum edilen Hanım, Malatya Genelevi’nden gelen Tözey, Gardiyan Şefika ve küçük mahkum Aduş…

Her birinin birbirinden farklı hikayesi, Murat’ın sorgulamalarıyla birlikte, okura, Anadolu kadınının hapishanede de bitmeyen çilesini anlatıyor.

Kemal Tahir, 1910 yılında İstanbul’da doğdu. Öğrenimini lise yıllarında bırakarak çeşitli işlerde çalıştıktan sonra 22 yaşında gazeteciliğe başladı. Çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan röportaj ve hikayeleri ile tanındı. 1938 yılında hapse girdi ve 13 yıl aralıksız hapiste kaldıktan sonra 1950 yılında çıkarılan genel afla özgürlüğüne kavuştu. Romanları 1955 yılından sonra yayımlandı. Yorgun Savaşçı ile Yunus Nadi, Devlet Ana ile Türk Dil Kurumu Roman Ödülü aldı. 1973 yılında İstanbul’da öldü. Kemal Tahir’in bazı eserleri ölümünden sonra yayınlandı. Kadınlar Koğuşu Kemal Tahir’in ölümünden sonra yayımlanmış romanlarından biridir. Kemal Tahir’in hapishanede yazdığı bu roman, Anadolu kadınının hapishanede sürdürdüğü acımasız yaşamı anlatıyor. Kadınlar Koğuşu, romancının hapishanede yakından tanığı olduğu olayların ve gerçek kişilerin dramı.

Hakkımızda

Bu Sayfa Üzerinde Aklınıza gelecebilecek tüm sorulara cevap arayacağız, sormak istediginiz birşey varsa iletişim kısmından yazabilirsiniz.

Takip Listemizden

İstatistikler


Sitemizde 33 kategoride toplam yazı bulunmaktadır!

Görüntülenme

back to top