20 Aralık 2011 Salı

Mevlana - Mesnevi’den Seçme Hikayeler

0 yorum | Devamını Oku...
''Mesnevi'', bir çok başka tasavvufi eserdeki anlaşılması güç, soyut, karmalık anlatılardan uzak durmasını bilmiştir. Kalbe, kafaya, kültüre seslenen bir iletişim şaheseridir. Nasıl Mevlana'nın Konya'daki sohbetleri, kendisini dinlemeye gelen sıradan kişilere berrak, kolay anlaşılır bilgiler ve yorumlar veriyor idiyse, ''Mesnevi'' de, aynı anlayışla, eğlendirerek eğitmek amacını güder gibidir. Mevlana, yüreklere sesleniyor, aşkın heyecanlarını yaşatmak, Tanrının ve ruhani yaşamın güzelliklerini tattırmak istiyor.

BİZ GİTTİK,KALANLAR SAĞ OLSUN
Biz gittik,kalanlar sağ olsunlar;doğan mutlaka ölür.
Gök kubbede oturanlar,damdan düşmeyen bir tası görmemişlerdir asla.
O kadar konuşmayın,o kadar yorulmayın;şu yerin altında çırak ne olmuşsa usta da o olmuştur.
A güzel,nazlanma!Bu mezarda nice Şirinler,Ferhat gibi yok olup gitmiştir.
Direği yelden olan yapı,ne kadar dayanabilir ki?
Kötüysek kötülüğümüzle geçip gittik;iyi idiysek anın bizi hayırla.
Zamanın tek eri olsan bile tek tek gidenler gibi sen de gidersin bugün.
Yalnız kalmayı istemiyorsan hayırdan iyilikten evladın olsun.
O gizlilik aleminin bükülmüş ipliğidir kalan;dünyaya direk olanların canıdır o.
O süzülmüş,seçilmiş aşk cevheri yok mu;ölümsüz olarak kalan,odur ancak.
Şu akıp giden kum selinin ne durması vardır,ne dinlenmesi;bir şekil bozuldu mu,bir başka şeklin temelini atarlar.
Bu kupkuru yerde Nuh’un gemisine benziyorum ben;tufan da vademin gelip çatması.
Nuh’un gemiside gayp aleminde,pusudaki dalgaları bekliyordu hani.
Susanların arasına girdik,yattık uyuduk;çünkü sesimiz, feryadımız haddi aşmıştı zaten.

SEVGİLİYLE BULUŞMAK İÇİNDİR

Sema,diri kişilerin canlarına rahattır,huzurdur;canında can olan bilir bunu.
Gül bahçesinde yatıp uyuyan kişi,uyanmayı ister
Fakat zindanda uyumuş olan,uyanırsa zindana düşmüş olur.
Sema düğün olan yerde olur,yas olan yerde değil;yas yeri, feryat figan yeridir.
Üzerindeki cevheri görmeyen,öylesine bin ayı gözüyle görmeyen kişi yok mu;
Böyle kişiye müzik ne yapsın,def ne etsin;sema, gönüller alan sevgiliyle buluşmak içindir.
Yüzlerini kıbleye dönmüş kişiler bu dünyada da semadadır,o dünyada da;
Hele halka olup sema ederek dönüp duranların ortasında Kabede olursa.
Bir parmak şeker istiyorsan zaten var,hem de bedava;fakat şeker madenini istiyorsan o da burada.

Mehmet Akif Ersoy’dan Seçmeler

0 yorum | Devamını Oku...
İstiklal Marşı’mız. Her dinlediğimizde tüylerimizi diken diken eden, geçmişte yaşadığımız o acı günleri, birer hayal perdesi gibi gözlerimizin önünden resmi geçit yaptıran duygular manzu­mesi… İstiklal Marşımız…Aziz ecdadımızın kanıyla, canıyla, dişiyle, tırnağıyla vermiş olduğu kurtuluş savaşımızın muhteşem hatırası… Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra elimizde kalan son vatan parçası Anadolu, düşmanlar tarafından İşgal edilmiş, ezan sesleri susmuştu. Türk milleti tarihinin en karanlık günlerini yaşıyordu.

 Türk ordusu milleti ile bütünleşerek dört koldan yurdumuza saldıran düşmanlara karşı bîr ölüm-kalım savaşma girişti. İstiklal Marşı, Türk milletinin yürüttüğü bu kahramanca mü­cadeleyi dile getirmek, ordumuzun manevi gücünü yükseltmek amacıyla yazıldı. Milli şairimiz Mehmet Akif ERSOY tarafından yazılan istiklal Marşı, 12 Mart 1921 tarihinde Türkiye Büyük Mil­let Meclisi’nde kabul edildi. İstiklal Marşı’nda, Türk milletinin tarih boyunca kutsal ema­net olarak taşıdığı bayrak, vatan, millet, din, iman, istiklal ve hür­riyet gibi milleti millet yapan maddi ve manevi değerler yer al­mıştır. İstiklal Marşı, milletimizin varlığının, istiklal ve hürriyetinin bir ifadesidir. 


İstiklal Marşı’nda milletimi/in imanı, kahramanlığı, şan ve şerefle dolu tarihi yatmaktadır, İstiklal Marşı, milli varlığımızın sembolüdür. Mehmet Akif, bu şürı kahraman ordumuza hediye etmiş, Safahat kitabına bile almamış; “Bu, benim değil milletimindir.” demiştir. Türk milletinin evlatları olarak İstiklal Marşı’nm heyecanını duymak, ona derin­den saygı göstermek hepimizin görevidir.

Matemetiğin Aydınlık Dünyası - Sinan SERTÖZ

0 yorum | Devamını Oku...
1.KİTABIN KONUSU

Kitap, matematiğin sıkıcı bir ders değil,yaşamın başlı başına bir parçası olduğunu ünlü bilim adamlarının hayatlarından kesitler alarak anlatıyor.

2. KİTABIN ÖZETİ

Birçok insan için matematik,hayatı zehir eden derslerden,insanın içine korku salan sınavlardan ve okulu bitirir bitirmez kurtulacağı bir kabustan ibarettir.bazıları içinse matematik,hayatı anlamanın ve sevmenin yolu olabilmiştir. Çünkü hayatı sevmenin yolu -herşeyde olduğu gibi- onu anlamaktan geçer.

İlkokuldan beri matematiğin gerçek yüzünü görmemiş, onu benimsememiş kişiler tafından eğitilen insanların matemetikten nefret etmesi kadar doğal birsey yoktur. Oysa ki matematik ezberlere, anlayışsızlıklara bağlı olan bir konu değildir. Matematik, Yaratıcının doğanın içine bıraktığı ipuçlarıdır.

3. KİTABIN ANA FİKRİ

Yazar,kitapta matematiğin yanlızca bir toplama, çıkarma gibi cebirsel işlemler topluluğu değil, tabiatın gerçekleriyle sıkı sıkıya örülmüş bir mantık ve anlam bütünlüğü olduğunu anlatıyor.

4. KİTAPTAKİ OLAYLAR VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

Kitapta matemetik tarihine adını yazdırmış bilim adamaları ve yaşadıkları olaylar konu edilmektedir.

Galois: Fransız matematikçisi, 1811-1832 yılları arasında yaşadı. 21 yıllık kısa ömrüne Galois teorisini sığdırmıştır.

Pisagor:Çok zengin vir ailenin çocuğu olan pisagor ilk gençlik yıllarında özel hocalar elinde eğitim gördü. Yirmili yaşlara geldiğinde “Hocalarımda öğrendiğim yeter. Ben dünyayı gezip görmek istiyorum.” der ve yüklü bir harçlıkla yola koyulur.daha sonra Çinlilerden öğrendiği dik üçgenler teoremin Hint rahiplerine öğreterek matematik tarihine adını altın harflerle yazdırır.



Mimar Sinan: Ünlü türk mimar.1487 yılında doğmutur. 60 yaşlarında mimarlığa başlamış ve aralarında Selimiye Camisininde bulunduğu birçok esere imza atmıştır.17 Temmuz 1588 bir tamiratla uğraşırken belini lkırması sonucu ölmüştür.

5. KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER

Yazar eserinde, matematiğin yanlızca akademisyenlerin loş koridorlarda birbirlerinin kulağına fısıldadığı anlaşılmaz bilgiler yumağı olmadığını,aksine hayatı dolu dolu yaşamış insanların sevinçleri, üzüntüleri, başarı ve yenilgileriyle oluşturdukları bir insanlık macerası olduğunu eğlenceli ve ilgi çekici bir dille anlatmıştır.

Milli Savaş Hikayeleri - Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN KONUSU:

Milii Mücadele Dönemi’nde Anadolu ve Rumeli’de işgal kuvvetlerinin insanlık dışı davranışlarından dolayı halkın yaşadığı acı verici olaylar.

KİTABIN ÖZETİ:

Yazar, kaleme aldığı bu eserinde 1914-1924 yılları arasında yaşanan Milli Mücadele Dönemi’nde vukuu bulan bazı acıklı ve trajedik olayları okuyuculara aktarıyor.

Hepimizin de çok iyi bildiği gibi Milli Mücadele Dönemi Türk halkı için bir kahramanlık ve ızdırap dönemi olmuştur. Yazar da bunu eserinde ustaca ele almış olduğu olay ve hikayelerle sade ve açık bir şekilde okuyuculara iletiyor.

Yazar kitabında genelde Ege Bölgesi’nde meydana gelen olayları ele alıyor. Özellikle, Türk tarihi için büyük bir felaket olan güzel İzmir’in işgali ve düşman kuvvetlerinin buradaki halka yapmış oldukları zulüm ve hakaretler büyük bir yer alıyor yazarın “Milli Savaş Hikayeleri” adlı eserinde. Bu işgaller karşısında çaresiz kalan halıkın aciz durumu da tüm açıklığıyla ortaya konuluyor.

Kitapta bulunan bazı hikayelerde de Yunan kuvvetlerinin Batı Anadolu’yu işgali sırasında yerli halka yapmış oldukları insanlık dışı işkenceler tanıklarıyla belirtiliyor.

Yunan askerlerinin çoluk çocuk, kadın erkek ayrımı yapmadan sadece Türk olduklarından dolayı suçsuz insanlara yapmış oldukları işkenceler, tecavüzler, gasplar, dramatik bir şekilde bu hikayelerde yerini buluyor.

Ayrıca, bu dönemde Türk Halkının içine düşmüş olduğu çaresizlik, yoksulluk, umutsuzluk bu hikayelerde çeşitli tasvirlerle işleniyor. Ama tüm hikayelerin sonunda Türk insanının doğuştan sahip olduğu kahramanlık ve vefakarlık gibi erdemlerde konu ediliyor.

Bu zor dönmede yaşanan bazı ihanetler de kaçmıyor yazarın kaleminden. Yüzlerce yıl Türk topraklarında rhat bir hayat yaşayan, hatta maddi durumlarını yerli halktan kat kat daha iyi bir duruma getiren yabancı uyruklu vatandaşların (!) memleketi soydaşlarına nasıl şerefsizce peşkeş çektiklerini, yıllarca beraber yaşadıkları yerli halka olan ihanetleri yazar tarafından aleni bir şekilde anlatılıyor.

Kısacası, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bu eserinde işlenen ana tema bütün bu işkencelere, ihanetlere ve yoksulluğa karşı Türk halkının vermiş olduğu kurtuluş Mücadelesidir. Çekmiş olduğu tüm eziyetlere rağmen vatanseverliğinden, namusundan ve onurundan bir nebze de olsa ödün vermemiş bu insanların çileleri, hasretleri, özlemleri ve acıları bu eserde en çarpıcı örneklerle yansıtılıyor.

KİTABIN ANAFİKRİ:

Türk Halkının düşman işgalinden ve yoksulluktan dolayı çektiği çileye rağmen kendini ezdirmeyişi, bağımsızlık ve vatan uğruna gerekirse canını seve seve verecek kadar vefakar olduğu.

KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:

Yazar 1914-1924 yılları arasında yaşanan Milli Mücadele Devri’nde halkın içinde bulunduğu kötü durumu ele alıyor. Olaylar genelde ızdırap ve acı verici hadiselerden oluşuyor. Kitabı genel olarak ele alacak olursak, dokuz yaşında bir kız çocuğunun yaşadıklarından, yetmiş yaşında bir dedenin hayatını vatan için kahramanca feda etmesine kadar bir çok olay ve şahıs yer alıyor.

KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:

Kitabı okuduuğumda kendimi olayların içinde, sanki olayları yaşıyrmuş gibi hisettim. Bu da yazarın ne kadar iyi bir uslüp kullandığını ortaya koyuyor. Ayrıca olayları sade ve açık bir şekilde ifade edişi de esere ayrı bir güzellik katıyor. Okurken duygulanmamamk ise elde değil. Gerçekten geçmişimizi öğrenmemiz açısından okunması gereken bir yapıt.

KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:

27 Mart 1889′da Kahire’de doğdu. İlköğrenimine ailesiyle birlikte gittiği Manisa’da başladı. 1903′te İzmir İdadisi’ne girdi. Babasının ölümünden sonra annesiyle yine Mısır’a döndü, öğrenimini İskenderiye’deki bir Fransız okulunda tamamladı. 1908′de başladığı İstanbul Hukuk Mektebi’ni bitirmedi. 1909′da arkadaşı Şehabettin Süleyman aracılığıyla Fecr-i Âti topluluğuna katıldı. 1916′da tedavi olmak için gittiği İsviçre’de üç yıl kadar kaldı. Mütareke yıllarında İkdam gazetesindeki yazılarıyla Kurtuluş Savaşı’nı destekledi. 1921′de Ankara’ya çağrıldı ve bazı görevler verildi.

1923′te Mardin, 1931′de Manisa milletvekili oldu. Bir yandan da gazeteciliğini ve roman yazarlığını sürdürdü. Kadro Dergisi 1932′de Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin ile birlikte Kadro dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Savunduğu bazı görüşler aşırı bulunduğu için Kadro dergisinin 1934′te yayımına son vermek zorunda kalmasından sonra Tiran elçiliğine atandı. Daha sonra 1935′te Prag, 1939′da La Haye, 1942′de Bern, 1949′da Tahran ve 1951′de yine Bern elçiliklerine getirildi. 27 Mayıs 1960′tan sonra Kurucu Meclis üyeliğine seçildi. Siyasal hayatının son görevi 1961-1965 arasındaki Manisa milletvekilliği oldu. 13 Aralık 1974′te Ankara’da öldü

ESERLERİ
Roman: Kiralık Konak, Nur Baba, Hüküm Gecesi, Sodom ve Gomore, Yaban, Ankara, Bir Sürgün, Panaroma, 2 cilt, Hep O Şarkı. Hikaye Bir Serencam, Rahmet, Milli Savaş Hikâyeleri.

Anı: Zoraki Diplomat, Anamın Kitabı, Vatan Yolunda, Politikada 45 Yıl, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları.

Mahşer - Peyami SAFA

0 yorum | Devamını Oku...
ROMANIN KONUSU:

Nihad’ın Muazzez’e aşkını ve düşündüğü İstanbul’un nasıl değiştigini ,devletin ne kadar kötü duruma düştüğünü anlatıyor.

ROMANIN ÖZETİ:

Nihad vapurla İstanbul’a gelir.Çanakkale Savaşından daha yeni çıkmıştır ve uzun zamandır İstanbul’u görmüyordu.İlk olarak arkadaşı Faik’in yanına gitti.Daha sonra iş aramaya başladı.Bir gün Seniha Hanımla karşılaştı. Seniha onu evine davet etti.

Ertesi gün Seniha’nın yaşadığı eve gitti.Orada Muazzez ile tanıştı. Seniha Nihad’dan kızına öğretmenlik yapmasını ve onun bir kaç mektubunu kaydetmesini istiyordu. Nihad bu işi hemen kabul etti.Daha sonra Muazzez ile balkona çıktılar.İçerideki odada Seniha’yı ve Alaaddin Beğ’i gördüler.Aralarında kötü işler hakkında konuşuyorlardı.Bunları Nihad ve Muazzez duydular. Nihad çok şaşırmıştı.Çünkü o yıllardır bu insanlar için savaşmıştı.Muazzez ile bu konuları konuşmak için buluşma kararı aldılar.

Bir kaç gün sonra Nihad’la Muazzez buluştular.Seniha ve kocası Mahir Beğ’in yaptıklarını anlatıyordu.İkisinin ne kadar sahtekar insanlar olduklarını , Seniha’nın vücudunu kullanarak erkekleri nasıl kandırdığını ve daha sonra onları nasıl kullandığını anlatıyordu.Onlar bunlarla da kalmayıp Muazzez’in annesinin apartmanını dalavere ile almışlardı.. Nihad bunları duyunca şok olmuştu.

Nihad çalışmak için apartmana gitti. ilk iş olarak mektupları kaydetmeye başladı.Mektuplar hep sahtekarlıkları anlatıyordu. Bunları kaydetmeye mecburdu çünkü zar zor bir iş bulmuştu ve Muazzez’i görmek için başka çare yoktu.

Bir gün dolaşmaya çıktı ve sokakta Alaaddin Beğin gazetesinde çalışan hikaye yazarı Kerim Beğ ile karşılaştı.Biraz muhabbet ettiler. Nihad ona Mahir Beğleri ve çevirdikleri dalavereyi anlatıyordu.

Nihad iyice Muazzez’e alışmıştı.O da tabiki ona alışmıştı.Ama arada bir sorun vardı Muazzez’i Alaaddin Beğ İle evlendirmeyi düşünüyorlardı.Fakat bunu Muazzez istemiyordu.İlk başlarda Seniha Hanım’da buna izin vermiyordu ama Nihad ile Muazzez arasında bir yakınlaşma olduğunu anlayınca oda bunu kabul etti.

Bir gün yine dolaşırken Kerim Beğle karşılaştı.Ona olan biteni anlattı. Kerim Beğ ona kızı apartmandan kaçırmasını söyledi.Ama bunu Nihad hiç düşünmüyordu çünkü kendi karnını bile Seniha ’nın verdiği bir kaç kuruşla doyuruyordu.Ama aklında bu fikir kaldı ve bunu Muazzez’e açmayı düşündü.

Bir zaman sonra Muazzez ile konuşurken konuyu ona anlattı. Muazzez bu fikri biraz yadırgadıysa da eğer zor durumda kalırsa onunla beraber kaçabilecegini söyledi.

Bir akşam eğlencesinde mebus kendini kaybetti ve Muazzez’e saldırdı.O da Nihad‘dan yardım istedi. Nihad mebusu engelledi.Bunun üzerine Seniha ve Mahir Nihad’I evlerinden kovdu.Muazzez ’de bu saldırılara katlanamayacagını ve kaçmak için Nihad’ın dışarda beklemesini istedi.O akşam ikisi beraberce apartmandan kaçtılar.Birlikte Nihad ’ın arkadaşı Faik’in yanına gittiler ve bir kaç gün orda kaldılar.Bu zamanda Nihad bir ev aramaya Muazzez ise iki üç ev eşyası almaya başladı. Bir süre sonra Nihad Muazzez’i arkadaşları Haldun, Necdet ve Nail ile tanıştırdı .

Nihad ile Muazzez birlikte bir eve taşındılar. Nihad iş arıyordu fakat İstanbul’da iş bulamıyordu. Ay başı yaklaşmıştı ve ev sahibi Emine Hanım birkaç gün sonra kirayı almak için gelecekti. Nihat bunun için Faik’ten borç istemeye gitti ama onda da metelik yoktu. Kahveye uğradılar ve orada Rıza’yla karşılaştılar. Rıza bir aktördü ama artık geçimini dalavere ile sağlıyordu. Nihad’a biraz para verdi ve tiyarosunda suflör olarak çalışmasını istedi,oda kabul etti

Nihad tiyatroda işe başlamaya gitti ama ortalarda kimseler yoktu. Rıza’yla birkaç kişi tiyatroya geldiler. Tiyatro hiçbirinin umrunda değildi. Daha bir prova bile yapmamışlardı. Ertesi gün tiyatro sahneleniyordu.Nihad bir kutuya girdi ve oyunculara rollerini okuyordu.Ama hiç biri birşey anlamadıgı ve duymadıgı için komik bir durum oluşuyordu.Nihad kutunun içinden yere düştü ve kaçar gibi orayı terketti.Rezil olmuştu.

Nihad bundan sonra çok degişti.Dünya’ya lanet etmeye ve Devlet’in bu gidişatına dur demeye kararlıydı.Bunun için ihtilal yapmayı düşünüyordu.Kendi gibi düşünenlerle toplantılar yapmaya başlamıştı.Bu durum Muazzez’in hiçte hoşuna gitmiyordu.Nihad bir yandanda mebusun gazetesi için Kerim Beğin aracılığıyla eserler çeviriyordu.

Bir gün Nihad ile Muazzez tartışmaya başladılar.Muazzez Seniha’yı görmek istiyordu ama Nihad buna izin vermiyordu.Muazzez çok ısrar etmesine rağmen Nihad’ı bir türlü kandıramıyordu.Ertesi gün Muazzez hastalandı.Nihad onun yanından hiç ayrılmıyordu.Akşam olunca kapı çalındı.Dışarda bir zabit Nihad’ı karakola götürmek istiyordu.Nihad ne oldugunu anlamadan zabitle beraber karakola gitti.Devlet hakkında kötü söz söylemekten üç gün içeride yattı.Daha sonra doğru Muazzez’in yanına gitti.O hala yaşıyordu ve Muazzez apartmana gitmek istedigini söylüyordu.Nihad yine kabul etmiyordu.

Ertesi gün Nihad uyandıgında Muazzez’in apartmana gittigini öğrendi.Üç gün geçti .Muazzez eve döndü ve Nihad ile konuşmaya çalıştı fakat Nihad hiç yanıt vermiyordu.En sonunda Muaazzez dayanamıyarak evden çıkıp gitti.

Nihad mahalleden başka bir yere taşındı.Nişantaşında Şükriye adında bir kadının evinde kalmaya başladı.Kimseyle konuşmuyordu.Herkes onu merak ediyordu.Bir gün ev sahibi dayanamayıp Nihad’a ne oldugunu sordu.Oda olan biteni anlattı.Kadın bu duruma çok üzüldü,yardım etmeyi çok istiyordu ama elinden bir şey gelmezdi.

Bir süre sonra Nihad Muazzez’in yanına gitti ama onu bulamadı.Aklında intihar etme fikri yatıyordu çünkü dünyadan bıkmıştı.En sonunda ayaklarını bağlayarak kendini denize attı.Ama tekrar yaşamayı seçti.Denizden karaya çıktı ve doğru Kerim Beğ’i görmek için apartmana gitti.Ordanda Kerim ile beraber Kerim’in evine gittiler.Kerim ona güzel bir iş bulmuştu ve Muazzez’in onu aradıgını söylüyordu.Bunun üzerine ikisi beraber direk Muazzez’in yanına gittiler.

Muazzez ile Nihad barıştılar.Nihad Muazzez’i intihar etmek istediği yere götürdü ve ayagına bağladıgı kemeri ona gösterdi.Muazzez çok şaşırmıştı ama Nihad bunları gerçekten yapmıştı.İkisi birlikte ufka baktılar ve hayat onlar için yeni başlıyordu.

3.KİTABIN ANAFİKRİ:

İnsan ne kadar kötü duruma düşerse düşsün hayatından bezmemeli,aşkını.sevgisini kaybetmeyip sabretmelidir.

4.OLAYIN KAHRAMANLARI:

NİHAD:Çanakkale’de savaşmıs yirmialta yaşında dürüst ,hayatını kendıi emeğiyle kazanmaya çalışan romanın asıl kahramanıdır.

MUAZZEZ:Genç ve güzel ,iyi bir aile terbiyesi almış ,insanları seven ve onlara değer veren namuslu bir kızdır.

SENİHA HANIM:Bir kaç kez evlenip boşanmış en sonunda kendi gibi sahtekar biriyle evlenmiş,zeki, işten pazarlıklı bir kadın.

MAHİR BEY:Seniha’nın kocasıdır.Tüccardır ama gelirinin çogunu devleti soyarak karşılayan namussuz bir kişidir.

ALAADDIN BEY:Mebus ve ayrıca bir gazetenin sahibidir.Seniha’nın etkisinde kalan dalavereci bir şahıstır.

FAİK:Nihad’ın en yakın arkadaşıdır.İyi ve her zaman yardım sever biri olarak romanda görülür.

EMİNE HANIM.Faizci,sadece paraya deger veren , beş para etmez bir kadındır.

ŞÜKRİYE HANIM:Nihad’ın ev sahipliğini yapmış,ihtiyar ve oldukça iyi bir kadındır.

5.KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ:

Peyami Safa

(1899- 15 Haziran 1961): Yazar. İstanbul’da doğdu. Meşhur şair İsmail Safa’nın oğludur. Düzenli bir öğrenim göremedi. Kendi kendisini yetiştirdi. 13 yaşında hayata atıldı. Posta Telgraf Nezaretinde çalıştı. Öğretmenlik (1914-1918), gazetecilik (1918-1961) yaptı. Hayatını yazıları ile kazandı. İstanbul’da öldü.

Romanları: Gençliğimiz (1922), Şimşek (1923), Sözde Kızlar (1923), Mahşer (1924), Bir Akşamdı (1924), Süngülerin Gölgesinde (1924), Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925), Canan (1925), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930), Fatih-Harbiye (1931), Atilla (1931), Bir Tereddüdün Romanı (1933), Matmazel Noralya’nın Koltuğu (1949), Yalnızız (1951), Biz İnsanlar (1959). Hikâyeleri: Hikâyeler (Halil Açıkgöz derledi, 1980). Oyunu: Gün Doğuyor (1932). İnceleme- denemeleri: Türk İnkılâbına Bakışlar (1938), Büyük Avrupa Anketi (1938), Felsefî Buhran (1939), Millet ve İnsan (1943), Mahutlar (1959), Mistisizm (1961), Nasyonalizm (1961), Sosyalizm (1961), Doğu-Batı Sentezi (1963), Sanat- Edebiyat-Tenkid (1970), Osmanlıca-Türkçe- Uydurmaca (1970), Sosyalizm-Marksizim- Komünizm (1971), Din-İnkılâp-İrtica (1971), Kadın-Aşk-Aile (1973), Yazarlar-Sanatçılar- Meşhurlar (1976), Eğitim-Gençlik-Üniversite (1976), 20. Asır- Avrupa ve Biz (1976). Ders Kitapları: Cumhuriyet Mekteplerine Millet Alfabesi (1929), Cumhuriyet Mekteplerine Alfabe (1929), Cumhuriyet Mekteplerine Kıraat (I-IV, 1929), Yeni Talebe Mektupları (1930), Büyük Mektup Nümuneleri (1932), Türk Grameri (1941), Dil Bilgisi (1942), Fransız Grameri (1942), Türkçe İzahlı Fransız Grameri (1948).

Miskinler Tekkesi (Reşat Nuri Güntekin)

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN ADI : Miskinler Tekkesi
KİTABIN YAZARI : Reşat Nuri GÜNTEKİN
YAYIN EVİ ve ADRESİ: İnkılap Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret A.Ş Ankara Cad.NO:95 İSTANBUL
BASIM YILI : 1999
HAZIRLAYAN : Mehmet UYSAL

ÖZETİN PLANI
1. Kitabın Konusu
2. Kitabın Özeti
3. Kitabın Ana Fikri
4. Kitap Hakkında Şahsi Görüşler
5. Kitabın Yazarı Hakkında Kısa Bilgi

1. Kitabın Konusu: Kitap, Türkiye’deki dilencilerin dünyasını ve cahil hocaları başarıyla tasvir eder. Yazarın en dikkate değer eserlerinden biridir. Padişah II.Mahmut dönemi ileri gelenlerinden olup padişaha yakınlığıyla tanınan Kocabaş Kazasker Şemsettin Molla’ nın torununun hayatı üzerine kurulmuş bir kitaptır. Padişahın ekmek kırıntılarının kat kat işlemeli bohça ve sedef kutularda saklandığı bir ortamda, padişah dilencisi bir dedenin torunu olan ve hem meşrutiyet hem cumhuriyet dönemlerinde yaşayan roman kahramanı, bir çeşit soya çekimle dilenciliği meslek edinir.

2. Kitabın Özeti: Küçük yaşlarda ev halkının kızmasına rağmen dilenci taklidi yapmasıyla başlayan dilencilik özentisi, ona hayatının sonuna kadar götürür. Çocukluğunda oyunlar oynamayı sevmeyen, oturduğu yerden kalkmak istemeyen bir yapıya sahipti.

Korkak pısırık bir kişi olan daha sonra yaş onyedi onsekiz olunca delikanlılığında verdiği cesaretle, biraz havalanıyor. Kolalı gömlekler, ütülü pantolonlar giyip dışarı çıkıyor, ama yine de rüyasında kendisini Don Kişot gibi görmekten alamıyor. Evine giren hırsızı yakalayıp polise teslim ediyor, piyangodan çıkan parayla babannesinin borçlarını kapatıyor, gibi rüyalar biraz daha cesaretlendiriyor.
Mahallesinde çıkan yangında içeridekileri kurtarmaya gitmek istiyor fakat bacısı izin vermiyor.Bunlar umursamaz bir tavırla evde oyun oynamaya başlıyorlar, arada bir yukarı çıkarak yangının sönüp sönmediğine bakıyorlardı. Ama sabaha karşı evlerinin de yanmasına mani olamadılar.

Burdan başka bir mahalleye taşınırlar. Yeni evleri eski evleri kadar güzel olmamasına rağmen tek tesellisi bir görüşte aşık olduğu komşu kızı Mesrure’ dir. Mesrure’ yi evin bir köşesinden izliyor, ama bir türlü cesaretini toplayamıyordu. Biraz da korkuyordu. Çünkü kafası çok büyük olduğu için mesrure’ nin cevabının ‘hayır’ olabileceği endişesi vardı. Mesrure’ nin babası aile dostu olmaya başladı. Akşamları evlerine gelir, oturur, muhabbet ederlerdi. Mesrure’ nin babası şiiri çok severdi. Ve arada bir dörtlükler okuyordu. Babasını etkilemek için kendini şiire adamıştı. Mesrure’ nin babası şiir okumaya balayınca o da sonunu getiriyordu. Babası gerçekten etkilenmişti. En sonunda dadıların da aracılığıyla Mesrure’ ye teklif götürdüler. Sonunda kabul etti. Ama meşrutiyet inkılabının olduğu yılda, dayısı yüzünden evleri dağılır. Büyükannesi ve bacısıyla birlikte başka bir eve taşınırlar. Babaannesini kaybeder. Artık evden ayrılma zamanı gelmiştir. Sakallı Talat diye biriyle tanışır, arkadaşlık kurar. Talat memurdur. Talat’ ın tavsiyesiyle Zeynep Hanım Konağı’ nda eğitim almaya başladı. Edinmiş olduğu çevre yüzünden Sinop’ a gönderilir. Salıverilmesiyle, kendisine kalacak bir yer bulup burayı arzuhal ve köylü mektupları yazmaya başlar.

Düşüncesiz bir şekilde İstanbul’ a döner. Talat’ la tekrar karşılaşır. Talat yine elinden tutar ve bir iş bulur. Mektepte yazı hocalığı ve katiplik yapacak, mektepte kalacaktı. Askerlik yaşı glmişti. Ama bütün yoklamalarda kafası büyük olduğu için sorun çıkıyordu. Bugün git yarın gel diyorlardı. Sonradan askere de alındı ve Mısır’ a yolculuk başladı. Yolculukta kargaşa çıktı ve yürüyerek memlekete geri dönmeye başladı. Yürüye yürüye Konya’ ya geliyor, kendini biraz toplayarak İzmir’ e hastaneye gidiyor hiç parası kalmadığı için taburcu bile edilemiyor. Hastane müdürü, ölmüş bir kişinin elbselerini vererek taburcu eder. İzmir işgal altında olduğu için tütün deposunda kalıyordu. Günleri artık çok daha kötüye gidiyordu. Cami önünde beklerken kadının birinden ilk sadakasını alıyor. Bu parayla akşama yiyecek alıyor ve kaldığı yere götürerek oradakileri sevindiriyor.

Dilenciliğe başlamasıyla kazanci bayağı artıyor. Artık doktorlara büyük belediye memurlarının maaşına yaklaşmaya başlamıştı. Kendine bir ev bile tutmuştu. Arap komşuları vardı çevresinde. Kaldığı yerdeki Arap komşuları, sabah erkenden çıkıp akşam geç dönmesini merak etmişler, iş arıyorum cevabını almışlardır. İş istediği yerlerden aldığı cevaplar üzüyor fakat yılmıyordu. Sonunda dilediği oldu ve iş buldu. Sevinçliydi. Çünkü başkaları gibi çalışarak ekmeğini kazandığı gündü.

3. Kitabın Ana Fikri: ‘İnsan yedisinde ne ise; yetmişinde de o olur’ derler, ama insanın ne olursa olsun, her türlü durumda kendini bırakmamalı, hayata iki elle sarılmalıdır.

4. Kitap Hakkında Şahsi Görüşler: Kitap okumaya değer bir kitap olarak Türk eserler kitaplığında yerini almıştır. Olaylar gerçeğe yakın, kişileri çok mükemmel şekilde tahlil etmiştir. Bu yönüyle kitap çok akıcı ve sürükleyici bir hale gelmiştir. Kitaptan gerçekten de memnun kaldım ve tavsiye etmekteyim.

5. Yazar Hakkında Kısa Bilgi: 1889 yılında İstanbul’ da doğan Reşat Nuri GÜNTEKİN, ilk öğrenimini Çanakkale’ de yaptı.Çanakkale İdadisi’ nde, Mekteb-i Sultani’ de (Galatasary Lisesi) ve İzmir’ de bir Fransız okulunda okudu. 1912’ de Edebiyat Fakültesini bitirdi.

1916-1919 yılları arasında İstanbul’ da Vefa ve Erenköy Liseleri’ nde öğretmenlik yaptı. 1931’ e kadar çeşitli liselerde Türkçe, Fransızca, edebiyat, felsefe ve pedagoji dersleri verdi. Ardından Milli Eğitim Bakanlığı müfettişi oldu. 1939’ a kadar Anadolu’ yu dolaştı.

1939 –1943 yılları arasında Çanakkale milletvekili, 1950’ de Paris’ te kültür araşesi ve Türkiye’ nin UNESCO temsilcisiydi. 1954’ te emekli oldu. İstanbul Şehir Tiyatroları edebi kurul üyeliğine seçildi. 1956 yılında aralık ayında tedavi için gittiği Londra’ da kanserden öldü.

Leonardo da Vinci Gibi Düşünmek (Michael J. Gelb)

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN ADI : Leonardo da Vinci Gibi Düşünmek
KİTABIN YAZARI : Mıchael J.GELB
KİTABI ÇEVİREN : Tuncer BÜYÜKONAT
YAYINEVİ : Beyaz Yayınları
BASIM TARİHİ : Temmuz 1999

KİTABIN YAYIM MAKSADI

Çağımız insanlarının Rönesans erkekleri ve kadınları olabilmeleri için, yani kişisel ve profesyonel olarak nasıl daha yaratıcı ve dengeli olabilecekleri hakkında geliştirilmiş DA VINCI egzersizlerini anlatmak maksadı ile yayınlanmıştır.

KİTABIN ÖZETİ

BİRİNCİ BÖLÜM

Bu bölümün girişinden sonuna kadar; kişinin aslında sandığından daha iyi bir beyine sahip olduğu, kendi yeteneklerini küçümsediği anlatılıyor. Burada insanın teorik olarak sınırsız bir öğrenme ve yaratıcılık yeteneğine sahip olduğu, düşünüldüğü gibi yaşandıkça bu yeteneklerin körelmediği, aksine yaşandıkça öğrenme ve yaratıcılık yeteneklerinin daha kolay ve esnek bir şekilde geliştirilebildiği anlatılmaktadır. Bu yeteneklerin geliştirilebilmesi için hayatı boyunca bir çok alanda çalışmalar yapan, Rönesans döneminin kurucularından olan, çağının ve tüm çağların yetiştirdiği en iyi ressam, heykeltıraş, mimar, mucit, mühendis, bilim adamı kısaca gelmiş geçmiş en büyük deha olan Leonardo da Vinci’nin örnek alınması gerektiği savunulan hayatı detaylı olarak anlatılıp, yaptığı çalışmalar incelenmektedir.

Kısaca bu bölümde hayatı ve yaptıkları ile bir deha olarak kabul edilen Leonardo da Vinci’nin insanın öğrenme ve yaratıcılık yeteneklerini geliştirmesinde örnek alınabilecek bir şahsiyet olduğu anlatılmaktadır.

İKİNCİ BÖLÜM

Bu bölümde Da Vinci’nin yaptığı çalışmalar esnasında tuttuğu notlar üzerinde yapılan incelemeler sonucunda oluşturulmuş yedi Da Vinci prensibi açıklanmaktadır. Kitabın ana teması bu bölümde anlatılmıştır.

Bu prensipler aslında çoğu insanın hayatında zaman zaman uyguladığı, fakat her zaman bir arada uygulamadığı, prensip haline getirmediği hususlardır. Bunların her zaman hatırlanarak geliştirilip uygulanması ile, insanın hayatının daha düzenli, daha kolay ve daha yaratıcı hale getirilmesinin kaçınılmaz olduğu açıklanmıştır. Bu prensipler özetle şöyledir.

1. CURIOSITA : Yaşama doymak bilmeyen bir merak ve devamlı öğrenme için acımasız bir arayış anlamına gelir. Prensibi açıklayıcı olarak ” Büyük beyinler büyük sorular sorarlar” cümlesini kullanabiliriz. Da Vinci ruhunun dinamosu devamlı olarak öğrenme arayışında olmaktır. Bunun için hiçbir konu, hiçbir dal ayrımı yapmaksızın, çevremizdekilerin düşünecek ve söyleyeceklerinden çekinmeden, merakımızı kaybetmeden sormak, araştırmak, öğrenmek gereklidir. Leonardo bu konuda ” Tıpkı demirin kullanılmama nedeniyle pas tutması ve durgun suyun kokuşması veya soğuğun buza dönüşmesi gibi, kullanılmadığı sürece zekamız ziyan olur.” demiştir.

2. DIMASTRAZIONE : Bilgiyi deneme yolu ile test etme, sebatkarlık ve hatalardan ders alma arzusu anlamına gelir. Öğrenmek tek başına yeterli değildir. Öğrenilen her şey mutlaka denenerek test edilmeli, doğruluğuna ondan sonra karar verilmelidir. Bunun için bizden önce ortaya atılmış her türlü teoriye, bize sunulmuş her türlü bilgiye ilk başta şüpheli yaklaşmalı, onu elimizdeki ve elde edebileceğimiz imkanlarla yeniden test etmeli, daha önce yapılmış hataların farkına vardığımızda üstüne giderek doğru bildiğimizi ispata çalışmalıyız.

Tüm zamanların en büyük dahisi kabul edilen Leonardo bile büyük hatalar ve şaşırtıcı gaflar yapmıştır. Kendiside bu konuda “Bana öyle geliyor ki bütün kesin kanaatlerin anası olan deneye dayanmayan, kökeni veya vasıtaları birinci elden, denenmemiş veya beş duyudan biriyle sınanmamış bilimler yararsız ve hatalarla doludurlar” demiştir. Bunun için hatalardan, önümüze çıkan güçlüklerden ders alarak, öğrendiğimiz her yeni bilginin doğruluğunu mutlaka test edip ondan sonra hafızalarımıza kazımamız gerekir.

3. SENSAZIONE : Duyguların özellikle hayati deneyimlerin bir aracı olan görüşün devamlı olarak rafine edilmesi anlamına gelir. Bir önceki bilginin test edilmesinin esas olduğu açıklanmıştı. İşte bu testlerin yapılması insanın görme, duyma, tat alma, dokunma ve hissetme duyuları ile yapılır. Bu testlerin başarılı olması için bu duyguları geliştirmek esas olmalıdır. İnsanın doğduğu gibi duyularını sabit tutması başarıyı tökezler. Bu amaçla duyularımıza hitap eden her türlü dış etkeni algılama, anlama ve öğrenme çalışmaları, pratikleri yapmalıyız. Müzik dinlemeli, resim çizmeli, müzeler gezmeli, kitap okumalıyız. Değişik yiyecek ve içecekler tatmalı, çevremizdeki her şeye dokunmalı, canlı, cansız varlıkları hissetmeli, onları tüm beden ve duyularımızla algılamaya çalışmalıyız.

4. SFUMATO : Belirsizliği, paradoksu ve kararsızlığı kucaklama arzusu anlamına gelir. Güçleri uyandırıp deneyimleri artırırken ve duyular geliştirilip kesinleştirilirken mutlaka bilinmeyenlerle karşılaşılacaktır. İşte insanın zihnini bu belirsizliklere karşı açık bulundurması yaratıcı potansiyelini serbest bırakmasının tek ve en güçlü gizidir. Gelişen dünyada başarılı olmak için belirsizlikler altında çalışmaya alışmalıyız. Paradoksla karşılaştığımızda sükunetimizi koruyarak etkili ve sağlıklı bir zihne sahip olabiliriz. Kısaca koşulların her gün değiştiği dünyamızda her an bir şeylere şaşırmaya, fazla heyecan göstermemeye ortaya belirginlerden çok belirsizlikler çıkacağına kendimizi hazırlamalı ve alıştırmalıyız.

5. ARTE/SCIENZA : Bilim ve sanat, mantık ve hayal arasındaki dengenin geliştirilmesi, “Bütün Beyin” ile düşünme anlamına gelir. Prensibin özü kişinin beyninin tümünü kullanmasıdır. Hiçbir insan tek bir yeteneği veya birkaç yeteneği olan biri değildir. Her insan doğuştan her türlü yeteneğe sahiptir. Yaşadığı ortam, koşullar, çevresindeki insanlar, kişinin beyninde ilgili bölümlerin gelişmesine neden olur. Fakat asıl olan insanın kendisinin beyninin tümü ile düşünerek tüm yeteneklerini geliştirmesidir. Bunun için günlük yaşamda yaptığımız her şeyi çok yönlü düşünmeliyiz. Onunla ilgili her türlü ince ayrıntıya girmeliyiz. Elimizdeki işi hem bilim hem de sanatsal olarak değerlendirip, bilim ve sanat kurallarına uygun ve aynı zamanda mantık kurallarına uygun ve hayal gücümüzü zorlayıcı şekilde ortaya koymalıyız. Mesela bir at resmi çizeceğimiz zaman hayal gücümüzü çalıştırmalı, mantığımıza uygun çizmeliyiz. Çizerken sanatsal açıdan bakmalı ama bilimsel olarak at anatomisine uygun çizmeliyiz.

6. CORPORALITA : Zerafetin her iki elide aynı şekilde kullanabilmenin fitressin ve dengenin sağlanması anlamına gelir. Kişinin başarılı olması için öncelikle kendisiyle barışık olması gerekir. Bunu sağlayacak bir etkende insanın sağlıklı, zarif ve dengeli bir vücuda sahip olmasıdır. Bunun için kişinin sahip olduğu fiziki yapısını geliştirmesi gerekir. Bunu sağlamak amacıyla kişi; stresten uzak durmalı, zihnini şen tutmalı, dengeli bir beslenme yapmalı, uykusunu düzenli olarak almalı, zerafetine dikkat etmeli ve sağlığını korumalıdır. Kısaca tüm organlarının düzenli ve dengeli çalışmasına dikkat etmeli, organlarının kullanım kapasitelerini devamlı ve metotlu olarak geliştirmektir.

7. CONNESIONE : Bütün olanların ve her şeyin ilişkisini anlamak ve değerlendirmek, sistemli düşünme anlamına gelir. Bu prensip daha önce sayılan altı prensibin sebep ve sonuçlarını ilişkilendirmeyi, bir arada değerlendirmeyi anlatır. Kısaca yaşadığımız her şeyi bir biriyle olan ilişkisini anlama çalışmalı, her şeyi bir arada değerlendirmeliyiz. Bu bölümde anlatılan yedi Da Vinci prensibini hayata uygularken şu sorular sorulmalıdır;

- Doğru soruları soruyormuyum?

- Hatalarımdan ve tecrübelerimden ders alma yeteneğimi nasıl geliştirebilirim, düşünme bağımsızlığımı nasıl geliştirebilirim?

- Yaşım ilerlerken duyularımı keskinleştirmek için planım nedir?

- Yaşamın paradokslarını göğüslemek için yaratıcı gerilimi muhafaza yeteneğimi nasıl geliştirebilirim?

- İşte ve evde bütün beynimle düşünebiliyor muyum?

- Vücut ve zihnin dengesini nasıl geliştirebilirim?

- Yukarıdaki bütün unsurlar nasıl birbirine uyar? Her şey her şeye nasıl bağlanır?

Dünyanın uzmanlaşma ve dallarına ayrılma yolunda hızla ilerlediği bir dönemde, yaratıcının verdiği yaratıcılık özelliklerimizi geliştirerek, yaşamımızı kolaylaştırmaya olan ihtiyacımızı bize sağlayacak Da Vinci ruhunu kullanmak hiçte zor olamayan bir yöntemdir.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İkinci bölümde yaratıcılığın geliştirilmesi için uygulanacak yedi prensip anlatılmıştı. Bu son bölümde de örnek olarak kabul edilen, büyük dahinin yine kendi düşüncelerinden ve çalışmalarından yola çıkarak hazırlanmış çizim yapabilmeyi öğretici bir dizi metotlardan bahsedilmektedir. Leonardo, çizimin nasıl görmek gerektiğini öğrenmenin temeli olduğunu vurgular. Ona göre çizmek görüntülemenin ötesinde bir şey olup, yaratmayı ve yaratıcılığı anlamanın anahtarıdır. Buna göre Da Vinci problemlerini daha iyi anlamak, uygulamada zorlukları aşabilmek için çizmeyi öğrenmek, görme ve yaratma yeteneğini bileyecek en iyi yöntemdir.

Lüzumsuz Adam - Sait Faik Abasıyanık

0 yorum | Devamını Oku...
Kitabın Konusu

Mansur Bey adlı,bütün günleri aynı faaliyetler çerçevesinde geçen bir adamın hikayesi anlatılıyor.Hayatındaki sıradanlıklar ve bundan duyduğu zoraki mutluluk en ince ayrıntısına kadar belirtiliyor.Sonunda ise bu hayattan nasıl vazgeçebilirim sorusunu soruyor kendi kendine.

Kitabın Özeti

Haftanın 7 günü aynı şeyleri yapan Mansur Bey her zaman ki gibi kahvesine gider ve kahve sahibi Yahudi bayanla kapuçinolu fransızca sohbetine başlar.Daha sonra kütüphaneye giderek bir Fransızca dergi alır. Çünkü bu dergi yarınki sohbetine yardımcı olacaktır.Öğlene doğru işkembecisine gider ve ekşi ekşi limonlu işkembesini içer Bayram’ın dükkanında. Akşam Fransızca dergisindeki bilmediği kelimeleri tercüme ederken uyuyakalır. Fakat saat 4:30’daki akşam gezintisi için uyanacaktır elbette.Gezinti sırasında akşam olduğunu pastahanesinin perdesi çekilnce anlar.Portakalını alır ve meyhaneden çıkan insanları izlemeye başlar.Daha sonra karşı meyhaneye girer,her zamanki içkisini içer ve her zaman olduğu gibi zurnacı ,zurnasının kamış düdüklerinden birini değiştirirken masasından kalkar.
Yedi seneden beri mahallesinden çıkmayan Hünsar Bey bir gün mahalesinden çıkmaya karar verir.
İstanbulun güzelliği onu büyülemiştir ve aklına ne gelir biliyor musunuz? Dükkanla,evi satıp,gazinodaki alnı dar kızı metres tutup,daha sonra bir Boğaziçi vapuruna binip,Bebek’le Arnavutköy önlerinde oturduğu tabureden kalkıp,kendisini denizin içine bırakıvermek.

Kitabın Anafikri

Her gün aynı şeyleri yapan bir adamın gerçekleştirdiği faaliyetler en ince detayına kadar anlatılıyor.Rutin faaliyetleri gerçekleştirmesine rağmen ,içinde daha değişik şeyler yapma isteğinde olan başka bir insan var ve bu da diğer kişilerle olan ilişkilerinde ve düşüncelerinde açığa çıkıyor.

Kitaptaki Olayların ve Şahısların Değerlendirmesi

Hünsar Bey: Sakin bir yaşam seven veya başka işlerle uğraşma düşüncesinde olmayan biridir.Detaya inersek işkembe çorbası içmeyi seven,Fransızca’ya meraklı ,tek geliri dükkan kirasından ibaret bir insan…
Bayram : İşkembe dükkanının sahibi.
Salomon : Portakal satıcısı.
Yahudi Kadın : Pastahanenin sahibi .

Yazar Hakkında Bilgi

Sait Faik Abasıyanık

1906- Sait Faik Abasıyanık Adapazarı’nda doğdu.
1912 -1924 İlköğrenimini Adapazarı Rehber-i Terakki Mektebi’nde yaptı.İki yıl Adapazarı İdadisinde okudu.
1925-1928 İstanbul Sultanisinde başladığı orta öğrenimini Bursa Erkek Lisesi’nde bitirdi.Şiir yazmaya yöneldi.
1930-İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde bir süre okudu.İlk yazısı ve hikayesi “Uçurtmalar” yayımlandı.
1931-Babasının isteğini kabul ederek iktisat öğrenimi için isviçre’nin Lozan kentine gitti.Oradan da Fransa’nın Grenoble kentine geçti.
1933-İstanbul’a döndü;bir süre Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği yaptı.
1936-Semaver’I yayımladı.
1938-Marsilya’ya gitti.
1939-Sarnıç ve Şahmerdan’ı yayımladı.Babası öldü.
1940-‘Çelme’ adlı hikayesi yüzünden dava açılarak askeri mahkemede yargılandı ve aklandı.
1944-Medarı Maişet Motoru yayımlandı ve toplatıldı.Hastalandı,siroz tanısı kondu.Bir küskünlük dönemine girdi.Bu dönemde Burgaz Adasında yaşamaya başladı.
1948-Lüzumsuz Adam yayimalndı.Küskünlük dönemi sona erdi.Kent yaşamı ağır basmaya başladı.
1950-Mahalle Kahvesi ve Havada Bulut yayımlandı.Pasaport aldı,pasaportuna “mesleksiz” yazıldı.
1951-Fransa’ya tedavi olamay gitti.Paris,hastane,kaçış.Kumpanya yayımlandı.
1953-Kayıp Aranıyor ve Şimdi Sevişme Vakti yayımlandı.Uluslararası Mark Twain Derneği,yazara onur üyeliği verdi.
1954-Az Şekerli ve Alemdağ’da Var Bir Yılan yayımlandı.11 Mayıs’ta İstanbul’da öldü.
1955-Tüneldeki Çocuk yayımlandı.
1956-Mahkeme Kapısı yayımlandı.
1964-Burgaz Adası’ndaki evi müzeye dönüştürüldü.
1970-1989-Bütün eserlerinin toplu basımı gerçekleştirildi.

Lider ve Demagog - Şevket Süreyya AYDEMİR

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN ÖZETİ :

Lider, bir önder şahsiyettir. Demagog ise liderin taklitçisi, siyaset adına oyun bozanlık yapan sahtecisidir. Bu sahtekarlar, eğitimden yoksun yada eğitimi yetersiz ülkelerde hiçbir vicdan sorumluluğu duymadan halk önünde esen rüzgara göre konuşan, kendine geçer akçe saydığı ucuz sloganlarla halk önünde düzenbazlık yapanlardır. Örneğin; bizdeki din ticaretini ustaca yapanlar Demagoglardır. Onlar eyyamcı, günün ve değişen rüzgarların karaktersiz adamlarıdır. Önder şahsiyet olan lider ise kendisine Tanrı’nın sunduğu kabiliyetlerle beraber ömrü boyunca edinilen kültürlerin, yaşanılan tecrülererin bir ürünüdür.

Lider kendini bildiği gibi, hem içinden geldiği toplumu, hemde dünyanın gidişini gerçek durum ve sorunlarıyla bilir. Bu husus onu macera atılımları ve demagojik akımlardan korur. Liderde eylem ve bilgi disiplini vardır. İşte bu disiplin onun karakterini oluşturur. Bu karakter, hem onu güçlendirir hemde inanılan ve önder bir insan yapar.

Ülkemizde bugün için demagoglar sahnededir. Ancak bunlar yalnız değildir. Halkın sağduyusu ve yetişmekte olan aktif çocuklarımız oyunları bozabilecektir. Bugüne bakıpta ümitsizliğe düşülmemelidir, çünkü ümitsizliğe düşeceğimiz gün, iç ve dış düşmanlarımızın beklediği gündür.

(Makale 30 EYLÜL 1974’de Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanmıştır.)

FİKİR ATATÜRKÇÜLÜGÜ VE KELİME ATATÜRKÇÜLÜĞÜ :

Fikirlerin ve doktrinlerin büyük talihsizliği, bir gün gelip kelimeleşmeleridir. İnsanlığa yeni fikirler getiren ve yeni doktrinleri veren düşünür ve önderlerinde bir gün gelip donmuş putlar haline sokulmalarıdır.

Şimdi Türkiyemizde fikirleri ve doktrinleri kelimeleştirme, fikir ve doktrinlerin önderlerini put haline getirmenin büyük gayretleri ile karşı karşıyayız. Bu çabalar ulu önder Atatürk’e yöneliyor. Dikkat etmeliyiz ki Atatürkçü fikirler, kelime Atatürkçülüğüne dönüştürülmeye çalışılıyor. Bilgisizlik, tembellik veya taassup yüzünden ne Atatürk’ü nede Atatürkçülüğü dondurmaya hakkımız yok. Biz asıl Atatürk’e yönelelim. Yalnız sözde kalan şekil ve suret haline getirilmiş Atatürk’e değil hakiki, yaşayan ve uzun süreli ilkeler koyan Atatürk’e…Çünkü hakiki Atatürkçülük; sadece O’nun adını haykırmak değil, Onu anlamak, izah etmek ve savunmaktır.

(Makale 24 OCAK 1962 tarihinde Yön Dergisinde yayımlanmıştır.)

KEMALİZM ORTA MALI DEĞİLDİR :

Ne liberalizm, ne sosyalizm, yalnız Kemalizm diyerek Atatürkçülüğü kendi maksatlarına uygun kullanmak isteyen menfaat gruplarının dikkati çekilerek, Atatürk’ün mirasının ortalık malı olmadığı, Kemalizmin ise bir eskici dükkanından kiralanan, kırk kalıba uydurulmuş bir elbise gibi, her boya, her boyaya uysun diye çekilip çekiştirilecek bir sahipsiz mal olmadığı vurgulanmaktadır.

( Makale 11 NİSAN 1962’de Yön Dergisinde Yayınlanmıştır.)

ARTIK DEVLETÇİLİK YETMEZ :

Türkiye’de devletçilik öldü diyen bir kısım siyasiler ve müteşebbisler; Atatürk’ü devletçiliğe mevbur eden tarihi, siyası, iktisadi zorlukları, yani tek kuruş sermaye yardımı görmeyen 1922-1929 Türkiye’sini bilmiyorlar. Atatürk’ün elinde doğan devletçilik kimlerin elinde ölüyor. Ancak yanlış olan bir husus var; devletçilik ne ölmüş, nede öldürülmüştür. 1945-1950 arasınad ihmal ve inkar 1950-1960 yılları arasında ise soysuzlaştırılmıştır. 27 Mayıs’tan sonrada uyuşturulmuştur. Şimdi ise kansız ve hastadır ama yaşamaktadır

Bu gün için eski devletçilik yetmeyecektir. Her sahayı içine alan özel teşebbüse yer veren, yalnız iktisadi bir devlet işletmeciliğinden çok, milli hayatın içinde sosyal bir düzen olacaktır.

(Makale 12 EYLÜL 1962’de Yön Dergiside Yayımlanmıştır.)

İNKAR EDİLMEK KAHRAMANLARIN KADERİ :

Mustafa Kemal Atatürk dünyaya gelmiş en büyük liderlerden biridir. Bize bıraktığı değerler ve müesseseler sayesinde Cumhuriyeti yaşıyoruz. Cumhuriyeti bize emanet eden bu lidere yapılan saldırılara karşı tek bir vücut halinde; duyarlı ve ilgili olmamız gerekmektedir. En önemli görevimiz budur. Kahramanlar daima yaşatılmalıdır.

(12 NİSAN 1970’de Cumhuriyet Gazetesinde Yayımlanmıştır.)

KIYAMET ALAMETLERİ :

Kıyamet dağların, taşların devrilmesi, dünyanın parçalanması demek değildir. Kimi ülkelerde sınıflar dolarken, ders saatlerinde kahvehaneler dolarsa, oralarda kitaplıklar çalışırken bizde boş kalırsa, oralarda kafaların içi olgunlaşırken bizde kafaların dışı saç sakal oyunları ile çirkinleştirilir ve değerli zamanlar yağmaya verilirse işte o zaman kıyamet kopmuştur.

(Makale 03 EYLÜL 1974’te Cumhuriyet Gazetesinde Yayınlanmıştır.)

ARTIK BİRAZ DİSİPLİN :

Demokrasi, bir halk eğitimi işidir. Eğitim eğer yetersiz ise, o rejimde demokrasi adına ya demagog, yada halktan kopmuş laf ebesi politikacılar konuşur.

Ülkenin ürettiği temel ürünlerin dışardan ithal edilmeye başlanması, ihrac edilen mallardan elde edilen gelirlerin petrol ödemelirine harcanması iktisadi tutsaklığın ta kendisidir. Bu olayların düzeltilip, disiplin altına alınması gerekmektedir. Bu da elbet hükümet denilen kuruluşun, her alanda haysiyet ve itibarını kurmak, korumak ve yerleştirmekle olur. Daha önceden gelen aksaklıklar, yetersizlikler olabilir. Ama bunlar ciddi bir devlet anlayışı ve gerçek bir devlet adamlığının “irade “ ve ileri görüşlülüğü ile, elbette ki düzeltilebilir. Bu koşul disiplinle olacaktır.

(Makale 11 KASIM 1974’de Cumhuriyet Gazetesinde Yayınlanmıştır.)

KAPTANLAR KAVGADA :

Devletin yaşantısında itici güç olacak yerde fren olmak durumuna düşülürse o rejimre bir düzensizlik ve şüphe pekala mümkün olacaktır.

Şu an Milli iradeyi temsil eden şahısların kaprisleri, şahsi yetersizlikleri, nazları ve afolunmaz hataları düşündürücüdür. Artık bir Milli seferberlik lazım, milletin duyduğu tedirginliği ortadan kaldırmak gerekmektedir. Buda parlamento sayesinde olacaktır. Parlamentonun içinde bulunanlar kaprislerini bırakmalı, çelişme ve dalaşma yerine sorunlara çözüm bulmalıdırlar.

(Makale 09 ARALIK 1974’de Cumhuriyet Gazetesinde Yayınlanmıştır.)

DOĞUM AĞRISI MI TÜKENİŞ Mİ ?

Milletçe yeniden uyanış, yeniden bir doğuş, yeniden bir düzenleme sağlayacak, laf ebeliği yapmayan, yeni insanlara, gerçek aydınlara gereksinim vardır.

Bugün memleketimizde, kavramlar öyle karışmış, akımlar öyle soysuzlaşmış ve adına politika denilen sefaletle, politikacı denilen şaşırmış insanlar öylesine birbirine girmiş, öylesine itibarsızlaşmışlardır ki, bu durumu Bizans’ın son günlerine benzeten yazarlar bile görülmüştür. İşte bu durum içerisinde;

Milletçe yeniden uyanış, yeniden bir doğuş, yeniden bir düzenleme sağlayacak, laf ebeliği yapmayan, yeni insanlara, gerçek aydınlara gereksinim var.

(Makale 22 MART 1976’da Cumhuriyet Gazetesinde Yayımlanmıştır.)

SONUÇ :

A. KİTABIN ANA FİKRİ :

Yazar Şevket Süreyya AYDEMİR, “Lider ve Demagog” isimli eserinde Türkiye Cumhuriyetinin, kuruluş yıllarından bu yana; büyük önder Atatürk ve Türkiye tarihindeki çatışmaları inceleyip bunlara ışık tutmaya çalışmıştır.

Yazar, eserinde; Türkiye Cumhuriyeti’ni bekleyen tehlikeleri ve tehditleri irdelemiş; zamanın aydınlarına ve gençlerine düşen görevleri açıklamış ve toplumu bu konularda uyarmıştır. Parlamenter sistem içindeki parçalanmaları, ileride kurulabilecek hükümetler açısından çıkabilecek tehlikeleri göz önüne sermiştir. Bunun yanında demokrasi rejimini bekleyen tehkileri de eserinde açıklamıştır.

Şevket Süreyya AYDEMİR’e göre gerçek aydın; hem bilginin ve fikrin bayrağını yüceltir, hem de çağdaşlık ve milliyetçiliğin tohumlarını ülkemizde filizlendirebilir.

B. KİTABIN GETİRDİĞİ YENİLİKLER :

Eser; yeni nesile Cumhuriyet ve demokrasiye kasteden tehlikeleri ve kurtuluş yollarını göstermektedir. Bu anlamda yeni nesile görevi hatırlatılmakta ve bu konuda ayrıntılı bilgi verilmektedir.

C. KİTAP HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME VE TEKLİFLER :

Kitap, yazarın 1960 ve 1970’li yıllar arasındaki dönemden günümüzü görebilmesi, geçmişten bu güne tehditleri ortaya koyması açısından ilginçtir. TSK.personeline tavsiye edilebileceği değerlendirilmektedir.

Leyla ile Mecnun - Faruk Nafis Çamlıbel

0 yorum | Devamını Oku...
Kitabın Adı:Leyla ile Mecnun
Kitabın Yazarı: Fuzuli , Faruk Nafis Çamlıbel

Kitabın Konusu: Edebiyatımızda sık sık ele alınan Leyla ile Mecnun Hikâyesi, birçok divan şairi tarafından mesnevi olarak yazılmıştır. Fuzuli, Ali Şir Nevai gibi divan şairlerinin ardından en son olarak Sezai Karakoç tarafından ele alınan hikâye kahramanları ve olayları şiirlerde fazlaca işlenmektedir. Faruk Nafiz de ele aldığımız eserlerinde hikâyenin motiflerini şiirlerinde kullanır. Çağdaş bir halk şairi hüviyeti içinde hikâyeyi yeniden yorumlar. O,

Kitabın Özeti:
Leyla’sı olsa, olmasa, Mecnun olur gönül
Buldu Mevlâsı’nı Leyla’da zaman imreleri
mısralarını dile getirir. Hikâyenin her iki aşk unsurunu da işlemiş olur. Beşeri bir aşk olarak başlayan daha sonra ilâhî aşka dönüşen hikâyenin tamamı hakkında bilgi sahibi olabilmemiz hâlinde şairin bu aşk klâsiğini ne kadar güzel işlediğini, güncelleştirdiğini görmek mümkündür. Hikâyenin kısa bir hatırlatmasını yapmak istersek,şunları yazabiliriz: “Leylâ ile Kays daha okuldayken birbirlerini sevmeye başlamışlardır. Kısa zamanda bir aşk hâlini alan bu sevgi, çevrede dile düşünce, Leylâ okuldan alınır. Böylece Kays’ın aşkına, bir de ayrılık acısı eklenmiştir. Bu onun Mecnun olup çöllere düşmesine sebep olur. Kays, babasının öğütlerine aldırmamış; hattâ dertten kurtulması için Kâbe’ye götürüldüğü zaman, Allah’a yalvarırken, derdinin artması yolunda dilekte bulunur. Kays’a verilmeyen Leylâ, başka biriyle evlendirilir. Ama Kays’ın sevgisiyle kendisine el sürdürmez. Çölde, kuşlar ve geyiklerle arkadaşlık eden Mecnun, sanki dünya ile ilgisini kesmiştir; Leylâ’nın hayali ile öylesine başbaşa kalmıştır ki, bir ara kendisini görmeye gelen Leylâ’yı bile tanımaz, ona “Leylâ benim içimdedir, sen kimsin?” der. Bir süre sonra Leylâ ölür, Mecnun da onun mezarı başında Allah’tan ölüm diler.” Şair Faruk Nafiz, hikâyenin ayrıntılarına kadar derinleşen telmihleriyle
mısralarına yeni anlamlar katar, kendisini büyük aşkların şairi olarak gösterir. Leyla’yı aramak için çöllere düşen Mecnun, bir avcının tuzağına yakalanmış mahzun bir ceylanı kıyafetlerine karşılık kurtarır. Bu durum şairin mısralarına, “Leylâ ovasının hüzün ve hicran taşıyan sürmeli ceylanları” şeklinde yansır.
Gül ile bülbülün aşkını, Leyla ile Mecnun’un aşkına yönlendiren şair, “Verdi gönlüm nice Mecnun’lara Leylâ adını” mısrasıyla hikâyeyi bir kez daha ölümsüzleştirir.

Köprü - Ayşe Kulin

0 yorum | Devamını Oku...
1. KİTABIN KONUSU :

Anadolu da yaşanan trajik bir yaşam öyküsü olan Köprü Ayşe Kulin‘e aittir. Erzincan dolaylarında, fırat nehri üzerinde inşa edilen bir köprünün, bu köprüyü yaptırabilmek için çırpınan bir bürokratın ve yöre insanının romanı.

2. KİTABIN ÖZETİ :

Bayram çocuk bekleyen bir babadır. Ve karısının doğum zamanı gelmiş çatmıştır. Sancılarla beraber Bayram, karısını hastaneye götürecektir Ama fırat buna engel olmaktadır. Fırat’ın karısına geçmeyen bayram ve onun talihsiz karısı oracıkta doğurur. Fakat karısı bu acıya dayanamaz ve kan kaybından yaşamını yitirir. O günden sonra Bayram ve onun çocuğu yalnız başına yaşamaktadır. Bayram çocuğu alarak doğru Valinin yanına gider ve olayı ona söyler. Vali o günden sonra bu olaya yakınlaşır ve köprüyü yaptırabilmek için girişimlerde bulunur. Köprüyü, Erzincan’ında dışında yabancı bir mühendise yaptırmak istiyordu. Bunun için Gürcistanlı baba ve oğul mühendislerle görüşmelere başladı. Gürcü mühendisler köprüyü yapabileceklerini söyleyerek Gürcistan’a dönmüşler; fakat bir daha geri dönmemişler. Bunun üzerine Ankara dan bir mühendisle görüşmeye başladı. Mühendisler Erzincan’a gelerek köprü yerini gördü ve birkaç inceleme yaparak köprüyü yapabileceklerini söylediler. Mühendisler Ankara’ya dönerek gerekli çalışmalara başladı ve bir grup oluşturdular. Yaklaşık bir hafta bir çalışmadan sonra köprü Erzincan da değil de Ankara da yapılarak tırlar la Erzincan’a götürüleceğini söyledi. Vali buna şaşırmıştı. Fakat mühendislere güveni sonsuzdu. Valinin etrafındakiler buna inanmıyorlardı. Vali etrafındakilere aldırmayarak gerekli parayı sağlamaya çalışıyordu. Yaklaşık bir ay sonra ilk grup Erzincan’a giderek köprü ayaklarını dikmeye gelmişlerdi. Daha çalışmanın ikinci gününde gerçekleşen terörist saldırıyla personel Ankara’ya kaçmışlardır.

Öksüze bakan Elmas ile Mevlüt yasak aşklarından dolayı ailesine yakalanmaktan korkuyordu. Mevlüt, İstanbul da ki asker arkadaşını ayarlayarak İstanbul’a gitmeyi düşünüyordu. Vali gerekli gıdasal yardımı öksüze bakan aileye sağlıyordu.

Mühendisler köprünün yapımını tamamlamış ve Tırlar la Erzincan’a yola çıkmışlardı. Mühendisler ve Vali bir araya gelerek köprünün montajı hakkında konuşmaya başladılar. Köprünün kıyıdaki ilk ayağı oturtturulmuştu. Diğer ucunu ise karşıya geçirmek için, Feribottan

Tahta güvertesine köprünün diğer ayağı oturtturulmuştu. Yalnız bir sorun çıkmıştı. Daha yolun yarısında feribot bozulmuştu. Çalışmalar aksamıştı. Bu da halkta tedirginlik yaratmıştı. Bir sonraki gün arıza giderilmiş ve yoğun bir çalışmayla köprü tamamlanmıştı. Yapıldığı akşam Vali, Bayram ve Öksüz köprüye oturarak ufka doğru bakıyorlardı.

3. KİTABIN ANA FİKRİ : Yaptığımız bir işte azimle çalışmalı ve sonucunu sabırla beklemeliyiz ki bir sonuca ulaşabilelim.

4. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ : Kitapta ki olaylar gerçek olduğundan, kitaba bir ılımlı yaklaşım yaratmaktadır. .

Vali, hırslı, iradeli ve bir şeyler yapma ve kazandırma yolunda olan birisidir.

Bayram, kendisinin çektiği acıyı başkalarının da yaşamasını istemeyen yardımsever birisidir.

Elmas ve Mevlüt, yakalanma korkusuyla sürekli yer değiştiren ürkek iki eştir.

Gürcü Mühendisler, İki yüzlü ve sözlerine inanılmayan kişilerdir.

Tür Mühendisler, PKK terörüne rağmen işlerinden yılmayan ve köprüyü yapan kişilerdir.

5. KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER : Kitaptaki gerçek olaylar duru ve akıcı bir üslupla anlatıldığından; Türkiye gerçeklerini de içerdiğinden bu kitabı herkese tavsiye ediyorum.

6. KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ :

Ayşe KULİN, Arnavut köy Amerikan Kız Koleji Edebiyat bölümünü bitirdi. Çeşitli gazete ve dergilerde editör ve muhabir olarak çalıştı. 1986’da sahne yapımcılığını ve sanat yönetmeliğini üstlendiği “Ayaşlı ve Kiracıları” adlı dizideki çalışmasıyla Tiyatro Yazarları Derneğinin En İyi Sanat Yönetmeliği Ödülünü kazandı.

1977 de yayınlanan “Adı Aylin” adlı biyografik romanı ile, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından yılın yazarı seçildi.

Korkunç Yıllar - Cengiz Dağcı

0 yorum | Devamını Oku...
Roman anlatılan olayların gerçekliğini okuyucuya veren bir önsöz ve daha sonra giriş bölümüyle başlar. Önsöz yayınevi sahibi tarafından, bu duyguyu okuyucuda uyandıracak şekilde samimi yazılmıştır. Yaşar Nâbi, roman müsveddelerinin eline nasıl geçtiğini ve romanın yazarı hakkında bazı malûmatı önsözde zikreder.Hemen ardından Cengiz isimli Kırımlı gencin (romanın yazarı) yazmış olduğu ve romanın kahramanı Sâdık Turanla tanışmaları ile, ondan hâtıralarını nasıl aldığını izah eden, tabii yine okuyucuda gerçeklik duygusunu besleyen bir giriş kısmından sonra romana, yani “Sâdık Turan’ın Hâtıralarına” geçilir. Eser hatırat mahiyetinde olduğundan, romanın kompozisyonu da buna uygun olarak düzenlenmiştir. Roman dokuz bölüme ayrılmış ve her bölümün başına geçmişteki hatıraların yazılmasından evvel, Sâdık Turan’ın hâldeki hâlet-i ruhiyesini aksettiren paragraflar konulmuştur. Hâtıralar Roma’da yazılmıştır. Bu münâsebetle, bölüm başlarındaki paragrafların muhtevası, Sâdık’ın Roma’daki hayatından meydana gelir. Böylece yaşanan an ile mazi birleştirilir.

Kırım’da, Sâdık, Akmesçit’e bağlı Kızıltaş köyünde doğmuştur. Kızıltaş Karadeniz kıyısında şirin bîr köydür. Ama Ruslar burada yaşayan Türkleri rahat bırakmazlar. Sık sık baskınlar düzenleyerek köyün, Kırım çapında da milletin ileri gelenlerini, aydınları tutuklayıp sürerler veya hapse atarlar. Rusların hedefi; diliyle, diniyle, medeniyetiyle Türk kültürünü yok etmektir. Camileri yıkarlar, tarihî eserleri harap ederler. Sık sık alfabe değiştirerek Türk dilini unutturmaya, Türklerin birbirleriyle irtibatlarını kesmeye çalışırlar.

Kırım’daki Türk’lerin orta yaşlıları milliyetçidirler. Bu duyguyu evlâtlarına da aşılarlar, onlara “Kuzu Kurpeç” ve “Çora Batır” gibi kahramanlık destanlarıyla, “Siyer-i Nebi” gibi dinî kitapları anlatırlar ve okurlar. Sâdık’ın babası Hüseyin Ağa da bu çeşit Kırımlılardandır. Mekteplerde dine ve milliyetçiliğe —bilhassa Türk milliyetçiliğine— insafsızca hücumlar yapılmasına rağmen, evlerdeki aile mektepleri, çocukların büyük bir ekseriyetini Türk milliyetçisi olarak yetiştirir. Sadık da, bu aile mekteplerinde yetişen milliyetçi gençlerdendir.

Dolayısıyla resmi mekteplerin tesirinde kalıp, Rus’lara hizmet eden Kırımlılar da mevcuttur. Korkunç Yıllardaki Süleyman, bu kategorideki gençlerdendir. Fakat bunlar da hâdiselere tam nüfuz ettikten sonra, ekseriya yaşlı neslin fikirlerine sahip olurlar. Korkunç Yıllardaki Süleyman ve O Topraklar Bizimdi romanındaki Selim, gerçeklerle karşılaştıktan sonra hep Türk milliyetçiliğine iltica ederler. Bu dört eserde ihanetini sürdüren tek şahıs, O Topraklar Bizimdi’deki Salavat Morcan’dır.

Sâdık ailesiyle birlikte önce, Akmesçit’te bir tavuk kümesine yerleşir. Sonra orta kumandan mektebine giderek Rus ordusunda subay olur. İkinci dünya harbine tank teğmeni olarak katılır. Ukrayna’da Almanlara esir düşer. Esir kamplarında çeşitli meşakkatler çeker. Ama bu kamplardaki esir Türkler arasında çok kuvvetli bir bağlılık vardır. Birbirlerine hayatları pahasına yardım ederler. Bu eserlerde dikkati çeken bir husus da, Kırım topraklarında doğup büyümüş olanların -Ermeni, Yahudi, Rum veya Rus olsun- birbirlerine vatan bağlarıyla bağlı olmaları ve yardımlaşmalarıdır.

Sâdık esir kamplarında, bir Kırımçak’ın (Kırımlı Yahudi) yardımıyla hemşerilerini bulur, yine Kırımlı bir Ermeni’nin yardımıyla zindandan kurtulur. Kırımlı İskender’in yardımıyla da aşçı olur. Bu, onun esaret hayatının dönüm noktasıdır. Alıcılıktan sonra bir Alman başçavuşunun emir eri olur. Onun hizmetinde bulunur. Başçavuş cepheye tayin olunca da Sâdık’ı Alman casus mektebine götürüp, Rusya’da Almanlar hesabına casusluk yapmasını teklif ederler. Sâdık bunu reddedince, onu yeni teşkil edilen Türkistan ordusuna götürürler. Roman Almanların düzenledikleri, bir toplantıda, Türkistanlıların üzerlerindeki Rus üniformalarının yakılıp, Alman üniformalarının giyilmesiyle son bulur.

Romanın italik harflerle basılı kısımlarında ise, Sâdık Turan’ın Roma’daki intibaları ve ruh halleri tasvir edilir. Burada karşımıza bozulmuş bir aklî denge çıkar. Sâdık’ın çok çeşitli baskılarla bozulmuş olan ruhî ve akli dengesine korku hâkimdir.

Romandaki şahıslar ise, (Türkler, Ruslar, Almanlar ve Yahudiler olmak üzere) dört ana grupta toplanabilir. Türk’lerin ortak özellikleri, sağlam yapılı, dayanıklı ve yaşama azmi ile dolu olmalarıdır. Hemen hepsi Ruslara düşmandır. Esaret altında olan vatanlarını bir an evvel istiklâle kavuşturmayı düşünürler.

Ruslar eserde okuyucuya, zâlim olarak takdim edilirler. Türkleri eritip, yok etme gayretlerini mütemadiyen sürdürürler. Hâkim durumda oldukları zaman, ellerinden gelen her zulmü yaparlar. Güçsüz durumda oldukları zaman ise, hemen boyun eğerler. Güçten korkarlar. Zaten güçten korkmak, O Topraklar Bizimdi romanında, Panteley Petroviç’in dediği gibi, Rus milletinin özelliğidir.

Almanlar da en az Ruslar kadar zâlimdirler. Katı bir eğitim görmüşlerdir. En üstün insan olarak kendilerini görürler. Sanki her biri, bir diğerinin kopyasıdır. Esirlere eziyet etmekten çok hoşlanırlar. Ekmek dağıtımını bile işkence vesilesi hâline getirenleri vardır. Günlerdir aç olan esir kalabalığının içine bir ekmek atıp, onların ekmeği kapabilmek için, kudurmuşçasına birbirlerine saldırmalarını zevkle seyrederler. Yine, ağzına kurşun sıkarak öldürdüğü bir esirin elbise ve ayakkabılarını vermek için, kampta elbisesi en eski esiri arayacak kadar merhametli (!) Alman askerleri de mevcuttur.

Yahudi’ler ise, savaşın cefâsını çekenlerin başında yer alırlar. Almanların haklı veya haksız, bir Yahudi düşmanlığı vardır. Savaşesnasında kitleler hâlinde imha edilirler. Yahudiler bu düşmanlığı başkalarına kanalize etmek üzere, esir kamplarında muhbirlik yaparlar. Bu yüzden de birçok Türk, Yahudi sanılarak öldürülür. Sünnetli esirler Yahudi diye ihbar edilirler. Almanlar da onları kurşuna dizerler.

Eserde tarihî bir zaman söz konusudur. Bu, ikinci dünya harbi yıllandır. Bazı hâdiselerin tarihleri kat’i olarak belirtilmiştir. Sâdık Turan’ın Roma’da yaşadığı ve hâtıralarını yazdığı zaman kesiti ise, bölüm başlarındaki tarihlerden tesbit edilebilir. Buna göre hâtıralar; 1 Nisan 1946 da yazılmaya başlanmış ve 5 Ağustos 1946 da sona ermiştir.

Hâdiselerin cereyan ettiği mekânın geniş bir sahayı kapladığı görülür. Uğruna savaşılan, esir yaşanılan ve ölünen mekân Kırım’dır. Fakat savaş esnasında Ukrayna toprakları da mekâna dâhil olur. Eserde rastlanılan mekânı dört kısma ayırabiliriz, Bunlar:

I- Türk ve müslüman kültürünü aksettiren mekânlar. (Kırım’daki tarihî eserler.)

II- Kırım Türk’ünün fakirliğini aksettiren mekânlar. (Onların içinde yaşadıkları evleri ve köyleri.)

III- Kırım Türk’leri ve diğer Türk’lerin, Rus’larla bir arada bulundukları mekânlar. (Mektepler, ordu safları ve cephe)

Hakkımızda

Bu Sayfa Üzerinde Aklınıza gelecebilecek tüm sorulara cevap arayacağız, sormak istediginiz birşey varsa iletişim kısmından yazabilirsiniz.

Takip Listemizden

İstatistikler


Sitemizde 33 kategoride toplam yazı bulunmaktadır!

Görüntülenme

back to top