20 Aralık 2011 Salı

Nasreddin Hoca Fıkralarından Seçmeler

0 yorum | Devamını Oku...
NASRETTİN HOCA FIKRALARI’NDAN SEÇMELER
Utancımdan Saklandım:
Nasreddin Hoca’nın evine bir gün hırsız girmiş. Hoca dolabın içine saklanmış. Hırsız, evin içini, dışını iyice aramış ancak çalacak, işe yarar bir şey bulamamış. Bu sırada bir şey bulma umuduyla dolabı açan hırsız içeride saklanan Hoca’yı görmüş ve birden şaşırarak :
- Sen burada mısın?
Hoca, evet demiş, “Çalacak bir şey bulamayacağını bili*yorum da utancımdan saklandım.”
Papağan:
Nasreddin Hoca pazarda dolaşırken renkli bir kuşun on iki altına satıldığını görürmüş. Bu durum karşısında şaşıran Hoca yanındakilere sormuş:
- Bu kuş niçin bu kadar para ediyor?
- Bu papağandır, konuşur.
Hoca hemen evine gitmiş, hindisini koltuğunun altına alıp pazara getirmiş.
- Hoca’m bu hindi kaç para ? diye sormuşlar.
- On altın, demiş. Herkes şaşırmış:
- Bir hindi on altın eder mi?
- Görmüyor musunuz, papağanı on iki altına satıyorlar.
- Ama Hoca’m onun marifeti var, insan gibi konuşuyor. Senin hindi ne yapar ki?
- O konuşursa bu da insan gibi düşünür!
İpe Un Sermek
Bir gün komşusu, Hoca’dan urgan istemiş. Hoca içeriye girip çıkmış:
- İp boş değil, demiş. Hanım üstüne un sermiş. Komşu;
- Bu nasıl iş Efendi, demiş. Hiç ipe un serilir mi?
- Serilir elbette, vermeye gönlüm olmayınca ipe un da serilir.
Ayı Kurtardık
Hoca bir akşam su çekmek için kuyuya gider. Kuyunun kapağını açınca bir de ne görsün, kuyunun içinde koskoca ay… “Eyvah, ay kuyuya düşmüş hanım, koş çengeli getir, ay kuyuya düşmüş!” diye seslenir. Hanımı koşar, çengeli getirir Hoca, çengeli kuyuya atar, sallar sallar tutturamaz. Nihayet çengel bir taşa takılır. Hoca kuvvetle çekerken çengel kopar, kendisi de sırt üstü yere düşer. Göğe bakar ki ay gökyüzünde. “Oooh, çok şükür, düş*tük ama ay’ı da kuyudan çıkardık!”
Timur’un Filleri
Timur, Akşehir’e bir erkek fil getirmiş. Başıboş gezen fil, ekili alanları silip süpürmüş, bağlara bahçelere zarar vermiş. Üstelik, yiyeceğini de Akşehirliler sağlıyormuş. Kısacası, fil şehrin başına bela olmuş.
Sonunda Akşehirliler Hoca’ya gidip;
-Hoca Efendi Timur’a ancak sen söz geçirebilirsin. Şu*nun bir çaresine baksan.
- Haklısınız, yarın benimle birlikte on-on beş kişi gelsin, hep birlikte gidip Timur’a derdimizi anlatalım.
Ertesi gün Hoca önde, diğerleri arkada, yola koyulmuş*lar. Fakat yol boyunca gruptakiler birer ikişer ayrılmış. Ti*mur’un otağına yaklaştıklarında Hoca dönüp ardına bir bak*mış, kimse yok… Hepsi korkudan kaçmışlar. Timur’un yanı*na gelen Hoca:
- Efendim, biz Akşehirliler getirdiğiniz fili çok sevdik. Ama hâline acıyoruz. Zavallı hayvan tek kaldı. Akşehirliler bir de dişisini getirtmeniz için beni yolladılar.
Timur bu sözlerden hoşlanmış;
- Akşehirlilere selam söyle, isteklerini yerine getireceğim.
Hoca oradan çıkıp kendisini dört gözle bekleyen Akşe*hirlilerin yanına varınca;
- Muştular olsun! Belanın dişisi de geliyor!
Ah Gençlik
Hoca bir gün ata binmek istemiş. Hayvanın boyu epey yüksekmiş. Hoca bir türlü atin üstüne sıçrayamamış. Yanın*dakiler duyacak şekilde sesini yükseltip, söylenmiş:
-Ah gençlik ah! Gençliğimizde böyle miydik? Sonra sesini alçaltarak kendi kendine mırıldanmış:
- Ben senin gençliğini de iyi bilirim Nasreddüinn!
Ya Tutarsa
Hoca bir gün biraz yoğurt mayası alıp Akşehir Gölü’ne gitmiş, mayayı göle bırakmış. Birisi bunu görüp sormuş:
- Ne yapıyorsun öyle Hoca?
- Hiç, göle maya çalıyorum. Adam şaşırıp kalmış:
- Hoca’m hiç göl maya tutar mı?
- Ben de biliyorum tutmayacağını. Ama ya tutarsa?
Tarifi Bende
Günlerden bir gün Hoca’nın canı ciğer istemiş. Kasaptan ciğeri alan Hoca evine giderken dostlarından birine rastlamış. Adam:
- Hoca’m o ciğeri nasıl pişireceksin?
- Bilmem.
Dostu, bir çeşit ciğer yahnisi tarif etmiş. Hoca:
- Bu uzun sürdü, aklımda kalmaz, sana zahmet bu tarifi bir kâğıt parçasına yazıver.
Hoca, tarifi cebinde, ciğeri elinde dalgın dalgın giderken bir çaylak süzülüp inmiş, ciğeri kapıp havalanmış. Hoca bir müddet koşmuş, bakmış ki koşmakla gökteki kuşu tutmaya imkân yok. Elindeki tarifi havaya doğru sal*layıp çaylağa bağırmış:
- Boşuna heveslenme, ağız tadıyla yiyemeyeceksin, tari*fi bende.
Kazan Doğurdu
Hoca bir gün komşusundan ödünç bir kazan ister. İşini bitirdikten sonra kazanın içine bir tencere koyup komşusuna götürür. Komşu, tencereyi görünce:
- Hoca bu nedir böyle?
- Sorma komşu kazan gebeymiş. Anlayacağın senin ka*zan doğurdu.
Bu duruma sevinen adam kazanı tencereyle beraber alır.
Bir zaman sonra Hoca, aynı komşusundan kazanını ge*ne ister. Aradan epey zaman geçer; fakat bu sefer Hoca ka*zanı geri vermez. Sonunda komşusu Hoca’nın evine gidip kazanı ister. Hoca, üzgün bir şekilde:
- Aah komşum, başınız sağ olsun, kazan sizlere ömür…
- Aman Hoca’m ne diyorsun? Hiç kazan ölür mü?
- A komşucuğum, kazanın doğurduğuna inandın da öl*düğüne mi inanmıyorsun?
İsa Ne Yer ?
Hoca, ramazan ayını geçirdiği köyde vaaz verirken bir ara Hz. İsa’nın göğe çekildiğinden söz etmiş. Camiden çıkın*ca yaşlı bir kadın yanma yaklaşıp:
- Hoca’m, İsa Peygamber göğe çekildi, dedin. Acaba o orada ne yiyip ne içer ?
Hoca da zaten köyde ilgisizlikten dertlidir:
- Bre kadın, günlerdir bu köydeyim, bir gün olsun şu za*vallı Hoca ne yer ne içer demediniz de gökyüzünde Allah’a kavuşmuş peygamberin ne yiyip içtiğini mi soruyorsun!
Cenazede
Hoca’ya sormuşlar:
- Cenazede tabutun önünden mi yürümeli, arkasından mı? Hoca:
- İçinde olmayın da, demiş, önünden de gitseniz olur, ar*dından da…
Eşeğe mi İnanıyorsun Bana mı
Bir sabah komşularından biri Hoca’ya:
- Efendi, demiş, değirmene gidip geleceğim. Bugün eşe*ğini bana ödünç verir misin?
Hoca kestirip atmış:
- Evde değil.
Tam o sırada ahırdaki eşek anırmaya başlamış. Komşu:
- İşte bak eşek ahırdaymış. Yazıklar olsun komşu bir eşe*ği esirgedin benden.
Hoca sesini yükseltmiş:
- Yahu sen ne biçim adamsın? Ak sakalımla benim sözü*me inanmıyorsun da eşeğin sözüne mi inanıyorsun!
Parayı Veren Düdüğü Çalar
Hoca pazara giderken mahallesindeki çocuklar etrafına toplanmışlar. Her birisi çarşıdan kendileri için bir şeyler al*masını istemiş. İçlerinden bir çocuk da parasını vererek ken*disi için bir düdük almasını istemiş. Hoca: ‘
- Peki, peki getiririm, demiş.
Akşamüstü pazardan dönerken çocuklar Hoca’nın yolu*nu kesmişler. Hepsi siparişlerini sormuş. Hoca sadece para veren çocuğa düdüğünü uzatmış ve demiş ki:
- Parayı veren, düdüğü çalar!
Kedi Nerede
Hoca bir gün evine et götürmüş. Hanımına eti vererek akşama bir güzel pişirmesini tembih etmiş. Hanımı da eti pi*şirip komşularıyla bir güzel, afiyetle yemiş. Akşam et yeme ümidiyle eve gelen Hoca’ya da:
- Efendi sorma etin başına gelenleri. Bizim kedi senin ge*tirdiğin eti kapıp kaçtı. Arkasından koştum ama yetişemedim, Anlayacağın hain kedi senin eti yedi.
Hoca hemen oracıkta duran cılız kediyi tutmuş ve tart*mış. Kedi iki okka gelmiş. Hanımına:
- Hatun, bu kedi ise benim et nerede, bu et ise bizim ke*di nerede?
Keramet Kavukta İse
Adamın biri Iran taraflarından gelen bir mektubu Ho-ca’ya vermiş:
- Hoca’m, sana zahmet şu mektubu bir okuyuver.
Hoca bakmış, yazı hem okunaksız, hem de Farsça yazıl*mış. Hoca mektubu getiren kişiye:
- Bunu siz başkasına okutun.
Adam ısrar edince açıklamak zorunda kalmış:
- Ben Farsça bilmem. Türkçe de olsa yazı okunaklı olma*dığı için yine okuyamazdım.
Adam bu durum karşısında sinirlenmiş:
- Başında kocaman kavuk, üstünde şu cübbenle şu mek*tubu okuyamıyorsun, bir de hocayım diye geçinirsin!
Hoca kavuğunu cübbesini çıkarıp adamın önüne koy*muş:
- Keramet kavukla cübbedeyse, buyur sen giy, mektubu da sen oku!

Nutuk - Atatürk

0 yorum | Devamını Oku...
Nutuk Türkiye devletinin yazılan ilk tarihidir. Yazarı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Yaptığı tarihi gelecekteki Türk insanına tanıtabilmek amacıyla bu kitabı kaleme almıştır.

Nutuk: Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisinin 15-20 Ekim tarihleri arasında Ankara da toplanan İkinci Kongresinde okunmuştur. Konuşma otuz altı buçuk saat sürmüştür.

Nutuk 1919’dan başlayarak 1927 ye kadar olan tarih dilimini incelemektedir. Bu dönem üç bölümde ele alınmıştır.

1. Kuva-i Milliye (Ulusal güçler) Dönemi
Nutukta yeni Türkiye Devletinin kuruluşu anlatılmaktadır. Yeni Türk devletinin kurulmasındaki maksat da şu şekilde açıklanmıştır: Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu da tam bağımsız olmakla sağlanabilir. “Ne kadar zengin olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan ileriye gidemez.” demiştir ve Mustafa Kemal Atatürk şu sözleri söylemiştir “Türkün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksektir. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.” Diyerek kurtuluş isteyenlerin parolasının “Ya bağımsızlık ya ölüm olduğunu “ söylemiştir.

Burada devlet kurmanın zorlukları görülmektedir. Atatürk Samsun’a çıktığı anda ülkenin genel durumu; Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu topluluk savaşta yenilmiş Osmanlı Ordusu zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes imzalanmış, ulus yorgun ve bitkin bir durumda, ulusu ve ülkeyi savaşa sürükleyenler yurttan kaçmış, padişah ve halife soysuzlaşmış, kendini ve tahtını koruyacak alçakça önlemler araştırmakta, hükümet yüzsüz, onursuz, korkak, ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta, yurdun dört bir yanındaki topluluklar devletin bir an önce çökmesine çaba harcıyorlardı. Bu şekilde açıkladıktan sonra ulus egemenliğine dayanan kayıtsız şartsız yeni bir devleti kurmak için izlediği politikayı, karşılaştığı güçlükleri bunalımları ve çatışmaları anlatmaktadır. Bu haliyle Nutuk, sömürgeci devletlerin altında yaşayan uluslara kurtuluş yolunu gösteren bir yapıt özelliği taşımaktadır.

2. Türkiye Büyük Millet Meclisi Dönemi:
Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de açılmış ve o günden sonra tüm askeri ve sivil makamların ulusun başvuracağı en yüce katın Meclis olacağını halkına bildirmiş ve Meclis, Mustafa Kemal Atatürk’ün açık ve gizli oturumlardaki bir iki gün süren açıklamaları ve konuşmalarından sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı seçmiştir.

3. Cumhuriyet Dönemi
Atatürk İsmet Paşa ile birlikte bir yasa tasarısı hazırladı. Bu tasarıdaki 20 Ocak 1921 tarihli anayasanın devlet biçimini saptar maddelerini değiştirerek birinci maddenin sonuna “Türkiye Devletinin Hükümet biçimi Cumhuriyettir” cümlesini ekleyerek maddeyi değiştirmiştir ve yapılan Meclis toplantısında Anayasanın Değiştirilmesi ile ilgili maddenin görüşülmesi kabul edildi. Toplantı sonunda yasa birçok milletvekilinin “Yaşasın Cumhuriyet” söylemleri ile kabul edildi ve böylece 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş oldu. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Oylamada Mustafa Kemal Atatürk toplantıya katılan yüz elli sekiz kişinin tümünün oylarını alarak Cumhurbaşkanı seçildi.

Nutuk sömürge ulusların bağımsızlıklarını kazanmaya yardımcı olacak bir program niteliğindedir. Bu eser okunduğunda Türk kurtuluş savaşının bir askeri savaş olduğu kadar bir düşünce savaşı da olduğu görülmektedir.

Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk’ün halkına verdiği bir hesap pusulasıdır. Çünkü ulusal kurtuluş savaşı boyunca o halkıyla birlikte olmuştu ve halkına “Hayat demek savaş ve çarpışma demektir. Hayatta başarı yüzde yüz savaşta, başarı kazanmakla elde edilebilir. Bu da manevi ve maddi güce dayanır. İnsanların uğraştığı tüm sorunlar, karşılaştığı tüm tehlikeler, elde ettiği başarılar toplumca yapılan genel savaşın dalgaları içinde doğar.” Sözlerini söylemiş ve halkından can istemiş, halk seve seve vermiş, mal istemiş, halk seve seve vermiştir. Bunlar nerede, nasıl, niçin, harcanmış ? Nutuk halkın kafasındaki bu sorulara da açıklık getirmiştir.

Türk halkından alınan canın ve malın ülkenin işgalinden, ulusun kölelikten kurtularak onurlu, bağımsız, çağdaş bir devlet ve toplum olarak yaşaması için harcandığını belgeleriyle açıklamaktadır. Atatürk bu eserinde, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun bağımsızlığını nasıl kazandığını, bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalışmış ve Türk gençliğine bıraktığı kutsal armağanı şu sözlerle noktalamıştır;“ Bu uzun ve ayrıntılı sözlerim tarihe mal olmuş bir devrin öyküsüdür, burada ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtmiş isem kendimi mutlu sayacağım” demiş. Nutuk, yeni Türkiye devletinin nasıl kurulduğunu merak eden tüm insanlarımızın okuması gereken bir başucu eseridir. Bundan dolayı siyasi yaşantımızda olduğu kadar, devlet felsefesinde de kullandığımız en baş eserdir.

Nimetşinas (Hüseyin Rahmi Gürpınar)

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN ADI : NİMETŞİNAS
KİTABIN YAZARI : Hüseyin Rahmi GÜRPINAR
YAYIN EVİ VE ADRESİ : ÖZGÜR YAYINLARI-İSTANBUL
BASIM YILI : 1995

KİTABIN KONUSU

Kitapta çok terbiyeli, dürüst ve namuslu bir kızın hizmetçi olarak çalıştığı yerin hanımının ölmesinden sonra başka bir hanıma hizmet etmesi ve ona olan sadakati.

KİTABIN ÖZETİ

Roman, Neriman ismindeki bir hizmetçi kızı anlatır. Neriman ve annesi Hayriye Hanım, bir konakta hizmetçilik yapmaktadırlar. Konaktakiler Neriman’ı o kadar çok severler ki hizmetçi değil evin kızı gibidir. Bütün yaptığı iş kendi yaşındaki hanımı Nevber ile vakit geçirmektir. Zaten o da bundan zevk almakta ve Nevber’i çok sevmektedir. Amansız bir hastalığa yakalanan Nevber bir süre sonra vefat eder. O evde kalamayacağını anlayan Neriman ve annesi oradan çıkar başka bir konakta hizmete girerler. Konakta hizmet etmesi gereken kişi Talat Hanım, oğlu ve kocasıdır. Yeni hanımı da Neriman’ı çok sever ve onu kızı gibi görmeye başlar. Neriman herkezin aklını çelebilecek ve kendisine hayran edebilecek bir güzelliktedir. Ama Talat Hanım kocası Nihat Bey’e sonsuz bir aşk ve güven duymaktadır. Fakat bu güven fazla uzun sürmez. Nihat Bey, çok kısa zaman içerisinde Neriman’a sırılsıklam aşık olur. Bunu ona söyler; fakat Neriman her seferinde tersler çünkü Talat Hanım’a büyük bir saygı ve sadakat ile bağlıdır. Bu aşkı bir süre sonra Talat Hanım ve bütün ev halkı duyar.

Tartışmalar, boşanma kararları derken Neriman ve annesi evden gider. Talat Hanım kocasının ne kadar üzgün olduğunu görür ve onun için kendisini feda ederek onu Neriman ile evlendirmeye karar verir. Neriman konağa çağrılır. Bu kararı duyan Neriman öyle güzel ifadelerle evlenmeyeceğini anlatır ki Talat Hanım Neriman’ın nasıl bir insan olduğunu bir kez daha anlar ve hayran olur. Nihat Bey’de duyduğu bu sevgiden utanır ve eskisi gibi Talat Hanım’ı sevmeye devam eder.
KİTABIN ANA FİKRİ

Kitabın vurgulamak istediği ana nokta; Hiç bir zaman ne şartta olursa olsun dürüstlüğümüzden ve en önemlisi sadakatimizden zerre kadar taviz vermememiz gerektiğidir.

KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

Neriman çok genç yaşta iffetli, dürüst, namuslu ve çok sadık bir hizmetçidir. Talat Hanım yanında çalışanlara karşı son derece samimi, ailesine düşkün ve hiç bir zaman olumsuzlukları düşünmeyen bir insandır.

Nihat Bey; dürüst, çalışkan ve evine çok bağlı bir eş ve babadır. Genellikle çevresinde olup bitenlere dikkat etmez ve soğuk kanlıdır. Romanda geçen olay bir aile için bir facia ama aslında normal bir durumdur. Nihat Bey eşine ve çocuğuna bağlı bir insandır fakat Neriman o kadar güzel bir kızdır ki Nihat Bey’de gönlüne hakim olamayarak bu eşsiz güzele aşık olur. Aslında olmaması gereken fakat insanın elinde olmadan gelişen bir durumdur.

KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER

Kitap son derece güzel bir yalınlık içerisinde anlatılmıştır. Kitaptaki olaylar anlatılırken gerçekçi bir tarz ve doğalcılık akımı göze çarpmaktadır. Romanda sürükleyici bir akış vardır. Yani konunun gelişimi yalnızca olayların akışına bırakılmıştır.

KİTABIN YAZARI HAKKINDAKİ KISA BİLGİ

17 Ağustos 1864’te İstanbul’un Ayaspaşa semtinde doğan Hüseyin Rahmi Gürpınar, hünkar yaverlerinden Mehmet Sait Paşa’nın oğludur.Ancak babasının pek etkisi altında kaldığı söylenemez; çünkü, Mehmet Sait Paşa, görevli olarak zamanın çoğunu İstanbul dışında geçiren bir kimsedir. Annesi de, küçük Hüseyin Rahmi daha dört buçuk yaşındayken ölünce, yapayalnız kalır. Bu nedenle çocukluğu teyzesinin Aksaray’daki konağında geçer. Hüseyin Rahmi, sanatı, halkı yükseltmek için bir araç olarak görür. Bu nedenle, bütün yazarlık yaşamı boyunca üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum yoktur; iki yüzlü aile ahlakını, dini kötüye kullanıp dünyalıklarını doğrultan yobazları, karısını ya da kocasını aldatan eşleri her türlü rezaleti Avrupalılaşmanın bir gereği olarak gören kadınları, tüyü bitmemiş yetimin hakkını bahseden ticaret erbabını yergilerinin hedefi olarak işlerken, amacı yalnızca okuru biraz olsun düşündürmek ve eğlendirmektir.

Nemide (Halit Ziya Uşaklıgil)

0 yorum | Devamını Oku...
KİTABIN ADI : NEMİDE
KİTABIN YAZARI : H. ZİYA UŞAKLIGİL
YAYINEVİ : İNKILAP VE AKA
BASIM YILI : 1984

KİTABIN KONUSU

Annesi vereme yenik düşmüş ve kendisi de bu illetin pençesinde yaşam mücadelesi veren genç bir kızın yaşadıkları.

KİTABIN ÖZETİ

Şevket Bey zengin bir adamın ikinci oğlu idi. Önce ağabeyini daha sonra babasını kaybetti. Babasını kaybettiğinde kendisine Sultanahmet Caddesi’nde bir konak, Kanlıca’da bir yalı, beş altı dükkan, bir zeytinlik, bir çiftlik kalmıştı. Şevket Bey babasının sağlığında herşeye meraklıydı hemen hemen her iş hakkında bilgi edinmişti. Hiçbirşeyin üzerinde çok fazla durmamış fakat hepsine eğilimi olduğunu göstermişti. Babasının ölümünden sonra Şevket Beyin içinde bir boşluk oluşmuştu.

Günler bu şekilde geçerken bir gün annesinin yanında yürümekte olan genç bir kız görmüştü. O an içinde bazı kıpırdanmalar oldu. Kıza o kadar dikkatle bakmıştıki kızcağızın yüzü kızarmıştı. Şevket Bey daha sonra aynı kızı bir kere daha görmüş ve evine kadar takip etmişti. Kızın girdiği ev Şevket Beyin evine yakın bir yerde bulunuyordu. Bir süre düşündükten sonra Şevket Bey bu kız ile evlenmek istediğini kızın annesine bildirmiş ve bu isteği olumlu karşılanmıştı. Şevket Bey evlendiğinde sanki dünyanın en mutlu insanı olmuştu. Fakat bu mutluluğu fazla uzun sürmedi. Karısı Naime hastalanmış ve doktorların muayenesi sonucu kesinlikle çocuk yapmaması tavsiye edilmişti.Fakat bu tavsiye biraz geç kalmış bir tavsiye idi.Çünkü Naime gebe idi.

Naime çocuğunu doğurdu fakat kendisi hayata gözlerini yumdu. Yeni doğan bu kıza Nemide adını verdiler. Bu acıya dayanamayan Şevket Bey yeni doğan bebeğini Dr. Osman Beye emanet ederek iki yıllık bir seyahate çıktı. Dönüşte kızını doktordan geri aldı. Fakat kızının da bünyesi annesi gibi çok zayıftı ve ömür boyu sağlığına büyük bir dikkat gösterilmesi gerekiyordu. Şevket Bey’in bundan sonra kendi hayatını kızına adamaktan başka yapabilecek hiç bir şeyi yoktu. Bir baba olarak bunu ve gerektiğinde bundan büyük fedakarlıkları yapmak zorundaydı.Çünkü Nemide ona Naime’den kalan tek ve en büyük varlıktı.

Şevket Bey kızının üzerine titredi. Yıllar geçti ve Nemide büyümüş gelinlik kız olmuştu. Nemide amcasının oğlu Nail’e karşı büyük bir aşk hissediyordu. Ancak Nail’in Nemide için hissettiği sevgi daha farklı bir duyguydu, onu bir kardeşçesine seviyordu.

Nail her hafta belirli günlerde amcasını ve Nemide’yi görmeye gelirdi. Nail Nemide’den yaşça büyüktü. Nail tıp eğitimini tamamlamak için Paris’e gittiğinde Nemide çok üzülmüştü. Nail Paris’te üç yıl kaldı ve geri döndü. Bir süre sonra Nail ile Nemide nişanlandı. Fakat Nail küçüklükten beri garip bir bağ ile bağlı olduğu Nemide’ye değil, küçük yaşta annesini kaybeden ve babası tarafından terkedilen teyzesinin kızı Nahit’e aşıktı. Nahit de Nail’e deliler gibi aşıktı. Nail Nahit’i çok sevmesine rağmen Nemide’nin sağlığını düşündüğü için duygularını açığa vurmuyordu ve kaderine razı oluyordu. Bir zaman sonra Nemide durumu sezdi ve nişan yüzüğünü Nahit’e verdi.Kendisini sevmeyen birisiyle evlenemeyeceğini söyledi.Bir süre sonra Nemide vereme yenik düştü ve Nahit ile Nail evlendiler.

KİTABIN ANA FİKRİ

Mutluluğun, başkalarının mutluluğuna engel olarak yakalanamayacağı ve sevginin fedakarlık gerektirdiği.

KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ

Kitap gayet klasik ve sade bir konudan bahsettiği için şaşırtıcı ya da gerçek dışı bir olay yaşanmamıştır. Bence kitaptaki en önemli olay Nemide’ nin nişan yüzüğünü hiç çekinmeden Nahit’e vermesidir.

Şevket Bey : Zengin bir babanın oğlu olması itibariyle hayatta pek sıkıntı çekmemiş fakat zengin oluşu kendisini bir şımarıklığa itmemiştir.

Nemide : Nemide de hayatta hemen hemen her isteği yerine getirilen birisidir.Bu durum Nemide’yi biraz şımartmıştır.

Nail : Öğrenimine öncelik vermiş ve daha sonra Nahit ile evlenmiştir.

Nahit : Küçük yaşta annesini kaybetmesinden dolayı duyduğu acı onu olgunlaştırmıştır.

Osman Bey : İyiliksever ve temiz kalpli bir insandır.

KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER

Kitapta işlenen konu hayatta herkesin başına gelebilecek olayları ele almıştır. Fakat yazarın üslubu ve yaptığı tasvirler kitabı çekici kılmaya yetmiştir. Bu sayede kitap büyük bir akıcılık kazanmıştır. Kitabı ilk elinize aldığınızda sonuna kadar bırakamayabilirsiniz.

KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ

Servet-i fünun romancılarından. İstanbul’da doğdu ve yine bu şehirde öldü. İlk tahsilinden sonra Fatih Askeri Rüştiyesi’ne gitti ve 17 yaşında okuldan ayrıldı. 1884’te “Nevruz” gazetesini ,daha sonra “Hizmet” ve “Ahenk” gazetelerini kurdu. İzmir Rüştiyesi’nde Fransızca öğretmenliği yaptı. İdadide Türk Edebiyatı dersi okuttu. Reji Müdürlüğü Başkatibi oldu. Servet-i Fünun dergisine girdi ve en büyük romanları burada yayımlandı. Darülfünunda batı edebiyatı dersleri verdi. Mabeyin Başkatibi, Ayan Üyesi oldu. Sessizliği, batı müziğini, kitap okumayı, çiçekleri severdi. Fransızca, Almanca, İngilizce, İtalyanca, Arapça ve Farsça bilirdi. Roman, hikaye, tiyatro, mensur şiir, hatıra, hitabet, edebiyat tarihi, makale türünde eserler verdi. Romanlarında sosyal ve psikolojik konuları işler. Kahramanları gerçek hayattan alınmıştır. 150’den fazla eseri vardır. Modern Türk hikaye ve romanının babası sayılır. Çevirileri de vardır.

Nehir Tanrısı (Willbur Smith)

0 yorum | Devamını Oku...
KiTABIN ADI : Nehir Tanrısı
KiTABIN YAZARI : Willbur Smith
YAYIN EVi VE ADRESi : İNKILAP VE AKA - İSTANBUL
BASIM YILI : 1984
KİTABIN KONUSU

Yüzyıllar öncesinin en şaşalı medeniyetlerinden olan Mısır’da vuku bulan ,siyasi,askeri ve toplumsal birtakım olayların bir köle etrafında cereyan edişi konu ediliyor. Bir köle ki yalnız adı papiruslarda köle ,kitabı okuyan kişi bir filozof yakıştırması yapılması gereken Köle Taita’yı saygıyla anmaktan alamıyor kendini.

KİTABIN ÖZETİ

İçine kapanık, şair ruhlu, kendi hâlinde dürüst bir insan olan Ali Rıza Bey, prensipleri kendi prensipleriyle bağdaşmayan insanlarla çalışmak istemediği için şirketteki memuriyetinden istifa eder; Üsküdar’daki evine çekilir. Ali Rıza Beyin, Şevket isminde bir oğlu ile Fikret, Neclâ, Leylâ ve Ayşe adında dört kızı vardır. Ali Rıza Bey, işten çıktığı sırada oğlu Şevket yüksek maaşla bir bankaya memur olur; evin bütün yükü onun üzerine biner. Şevket, babası gibi iyi yetişmiş, karakterli, namuslu bir gençtir. Ailesine de son derece bağlıdır. Babasının doğruluk ve namus uğruna işten istifa etmesini uygun bulur. Buna karşılık Ali Rıza Beyin hanımı Hayriye Hanım durumdan hiç memnun kalmaz.

Bir süre sonra Şevket, Ferhunde adında hafif meşrep bir kadınla evlenir. Eğlenceye düşkün olan bu kadın, birbirinden genç, güzel ve hareketli, asrî olmaya meraklı olan Neclâ ve Leylâ’nın da karakterini bozar. Bir eğlence ve moda düşkünlüğü başlar. Evde sık sık partiler düzenlenir. Evin büyük kızı Fikret, yengesi ve kardeşleriyle anlaşamadığı ve bu durumdan hiç memnun olmadığı için en az babası kadar üzgün ve kırgındır. Hayriye Hanım, sırf kızlarına koca bulmak ümidiyle evde her değişikliğe razı olur. Şevket de olanlardan memnun kalmamasına rağmen belki de karısının tesiriyle kendisini bu hevese kaptırmıştır…

Evde gün geçtikçe itibarı düşen Ali Rıza Bey tekrar işe girmeyi düşünürse de başaramaz. Eğlenceler ve toplantılar için lüzumsuz yere para harcanan evde maddî sıkıntılar başlar; kavgalar, türlü rezaletler ve sefalet birbirini takip eder. Ali Rıza Bey, çocuklarındaki bu korkunç değişiklikler karşısındaki hayret, şaşkınlık ve acı içinde kıvranmaktadır. Evdeki bu anormal havaya ayak uyduramayacağını anlayan Fikret Adapazarı’na yaşlı, dul bir adama gelin gider. Böylelikle aile ağacının yapraklarından biri düşer. Ali Rıza Bey, çirkin durumlardan kurtarmak için kızlarını evlendirmeyi düşünür; fakat dürüst ve namuslu damat adayı bulamaz. Bu arada Şevket masrafları karşılamak için bankadan borç alır; sonra ödeyemez, hapse atılır. Böylece, ikinci yaprak düşer. Kocası hapisteyken Ferhunde evden kaçar. Bu üçüncü yaprağın düşüşü olur. Karısının kaçtığı haberini hapishanede babasından alan Şevket üzülmez, hatta bir belâdan kurtulduğu için memnun olur.

Ferhunde’nin kaçışı ile elebaşlarını kaybeden Leylâ ve Neclâ bocalarlar. Evde hakimiyet yine Ali Rıza Beyin eline geçer; toplantılara ve eğlencelere son verilir. Bu monoton hayat kızlara pek sıkıcı gelir; sırf bu havadan kurtulmak için Neclâ bin bir türlü hayaller kurarak, kendisini zengin gösteren bir Suriyeli ile evlenir. Fakat Suriye’ye gidince orada kocasının birkaç karısının daha olduğunu görür. Kendisini kurtarması için babasına mektuplar yazar. Bu dördüncü yaprağın düşüşüdür. Bu arada Leylâ kötü yola sapar. Ali Rıza Bey, kızını evden kovar. Leylâ bir avukatın metresi olur. Bu beşinci yaprağın düşüşüdür. Bu olaydan sonra Ali Rıza Beye hafif bir inme iner. Onu yiyip bitiren asıl hastalık içindedir. Leylâ da gittikten sonra ev büsbütün ıssız kalır. Hayriye Hanım bütün güç ve kuvvetini kaybeder. Leylâ yüzünden kocasına sık sık sitemlerde bulunur. Bunun üzerine Ali Rıza Bey, Adapazarı’na, Fikret’in yanına gider. Fakat aradığı huzuru orada da bulamaz; kalabalık bir aile hayatı içinde âdeta bir cehennem hayatı yaşayan Fikret, bütün iyi niyetine rağmen babasını yanında barındıracak durumda değildir. Bunun üzerine Ali Rıza Bey İstanbul’a döner, hastalığı ilerlediği için eve uğramadan hastahaneye yatar. Babasının hastalık haberini alan Leylâ onu hastahaneden çıkarır, kendi evine götürür. Taksim’deki lüks apartman katında hep birlikte rahat yaşamaya başlarlar. Ara sıra yolda eski kahve arkadaşları ile göz göze gelmese Ali Rıza Bey büsbütün huzur içinde olacaktır.

KİTABIN ANA FİKRİ

Yazar bu romanla okuyucuya; çılgın hayallerin, maddi israfların, gereksiz özentilerin hüküm sürdüğü bir ailede çöküntülerin başlayacağı mesajını verir.

KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

Ali Rıza Bey: Kendi çapında uğraşan, mütevazi, çocuklarının yetişmesini arzulayan; ailesinin istediğini yapan, ama onlara sözü geçmeyen, sevilmeyen bir babadır.

Hayriye Hanım: Ali Rıza Bey’in hanımıdır. Ailenen menfaatine dokunan işlerde hiç şakası olmayan maddi ve hesaplı bir kadındır.

Şevket: Ali Rıza Bey’in büyük oğludur. Yirmi yaşlarındadır. İyi bir öğrenim görmüştür. Fakat bunların hepsini babasına borçlu olan bir memur çocuğudur. Babası gibi mağrurdur.

Fikret: Ali Rıza Bey’in büyük kızıdır. Ondokuz yaşında, ufak tefek bir kızdır. Fakat otuz yaşındaki bir insandan daha ağıbaşlıdır.

Leyla ve Necla: Ali Rıza Bey’in kızlarıdır. Ailenin sosyo-ekonomik durumundan memnun değildirler. Lükse çok düşkün, açgözlü, diğer insanların haklarına aldırış etmeden hareket eden bir yapıya sahiptirler.

Muzaffer Bey:Mali durumu uygun olduğu için sosyal çevresi oldukça geniş, uzun boylu bir gençtir.

KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER

Yaprak Dökümü, toplumsal gerçekleri ele aldığından basmakalıplıktan uzak, başarılı bir romandır. Bilindiği gibi, Tanzimat’tan sonra toplumumuzda bir batılılaşma hevesi başlamıştı. Batılılaşmak yanlış anlaşıldığından; yüzyıllarca süren millî gelenek ve göreneklerimizden, karakterimizden sıyrılma olarak kabul edildiğinden, bu, birçok ailede birtakım felâketlere sebep olmuştur. Bugün bile içinde bulunduğumuz güç durumların esas sebebi budur. Birtakım toplumsal pürüzlere, karakter boşluklarına ışık tutması bakımından Yaprak Dökümü gerçekçi ve orijinal bir romandır.Bence her Türk genci bu romanı okumalı.

KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ

Reşat Nuri Güntekin 26 Kasım 1889 yılında İstanbul’da doğdu. Çocukluk yılları daha çok Anadolu’da geçmiştir. En çok Çanakkale ve İzmir’de bulunmuştur. Sınavla girdiği İstanbul Edabiyat Fakültesini bitirmiştir. Edebiyat öğretmeni olarak Bursa Lisesi’ne atandı. Daha sonra İstanbul’da Vefa, İstanbul, Çamlıca, Kabataş, Galatasaray ve Erenköy liselerinde çalıştı. 1924’te arkadaşlarıyla beraber Kelebek adlı bir mizah dergisi çıkardı. Milli Eğitim Bakanlığı müfettişi olarak (12 yıl) Anadolu’nun birçok yerini dolaştı. 1939-1943 döneminde Çanakkale milletvekilliği yaptı. Ardından tekrar müfettişliğe döndü. 1947’de başmüfettişliğe yükseldi. Aynı yıl Memleket adlı bir gazete çıkardı. 1950’de kültür ateşesi ve öğrenci müfettişi olarak Paris’e gitti. 1954’te emekliye ayrıldı. Bir süre İstanbul Şehir Tiyatrolarında edebi kurul üyeliği yaptı. Tedavi için gittiği Londra’da 7 Aralık 1956’da öldü; İstanbul’da Karacaahmet Mezarlığı’nda gömüldü.

Medya Ve Demokrasi

0 yorum | Devamını Oku...
Bilinen anlamda basın özgürlüğünü ilk destekleyen Euro-Amerikan devrimi özellikle on sekizinci yüzyıl boyunca, devlet sansürünün sınırları konusunda çeşit çeşit yeni ve iyi işlenmiş fikirlerin geliştirilmesine neden oldu. Modern anlamda basın özgürlüğü fikrinin doğum yeri olan İngiltere’de en azından dört farklı sav ile karşılaşıyoruz.

1. Teolojik yaklaşım, devlet sansürünü Tanrı’nın insanlara ihsan eylediği akıl adına eleştiriyordu. Bu görüş ruhsata ve sansüre bağlı olmasını buyuran bir hükümet kararına karşı, Tanrı aşkı ile “özgür ve bilgili ruhun” serpilip gelişmesi için özgür basına arka çıktı.
2. Basının davranışlarının bireyin haklarına uygun olması fikri.

3. Faydacılık kuramı, kamuoyu üzerindeki devlet sansürünü istibdata verilmiş bir açık kart olarak görüyor ve yönetilenlerin mutluluğunun en üst düzeye çıkarılması ilkesine aykırı buluyordu.

4. Basın özgürlüğünün dördüncü savunması, Hakikat’e yurttaşlar arasındaki kısıtlamasız tartışma yoluyla ulaşılacağı düşüncesine dayanıyordu. Basın özgürlüğüne ilişkin tüm bu savların sorunsuz oldukları söylenemez ama bu görüşler erken modern toplumların ilk gelişmesini derinden etkilediler. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar gerek Amerika’da gerekse İngiltere’de “basın özgürlüğü” cesur ve bulaşıcı ütopik bir kavram olarak işlevini sürdürdü. Yöneten sınıfları sıkıştırmaya yaradı. Devletin ifade özgürlüğüne getirdiği kısıtlamaları dramatize etti. Medeni haklar ve siyasal demokrasi mücadelesine hız kazandırdı. Özgür basının yaygınlaşması yazılı metinlerin görünümüne hem katkıda bulundu hem de ondan yararlandı; metinler laik bir nitelik kazandıkları gibi, okunmaları da kolaylaştı. Fakat basın özgürlüğünün ilk Avrupalı ve Amerikalı savunucuları bu ütopik vizyonun birçok kör noktalarla malul olduğunu da görememişlerdi. İlkin basının kendi kendini sansür etmesi olayını hesaba katmadılar; çünkü fikirlerini topluluk önünde ifade etme yeteneğine “doğal olarak” sahip olan kişilerin karşısında başlıca dış tehdidin siyasal iktidardan geleceğini varsaydılar. Baskılar nedeniyle basın özgürlüğü savunucularının sansür sorununa negatif özgürlük paradigmasıyla bakmaları anlaşılabilir bir tutumdur. Söz ve basın özgürlüğü negatif özgürlük anlamına geliyordu; yani, bu özgürlük bireylerin yada bireylerden oluşan grupların önceden bir dış engelleme olmaksızın düşüncelerini dile getirme özgürlüğüydü ve yalnızca bu özgürlüğü tüm diğer bireylere garanti eden ve hükümet tarafından yaptırımlarıyla uygulanan yasalara tabiydi. İşin can alıcı noktası, basın özgürlüğünü savunan bu kuramların felsefi anlamda yeterince çoğulcu olmamalarıdır. Her şeyin tartışılması mübahtı, bir şey hariç: Kendi dünya görüşleri. Tüm ideologlar gibi, tüm dünya için geçerli olmayı hak etmiş evrensel bir dil olduklarını varsayarak kendilerini eleştirilere karşı korumaya çalıştılar.

Konuya eleştirel gözle bakan biri sorabilir: Mademki basın özgürlüğü hakkındaki modern ideal daha en başından bu kadar kusurluydu, onu doğumundan üç yüzyıl sonra niçin tartışalım? Bu deneme işte bu çetin sorulara cevap vermeye çalışıyor. Basın özgürlüğü hakkındaki eski söylemin güçlü ve zayıf yanlarının değinilmesinin günümüzde önemli olduğunu savunuyor.

İlk yaklaşım Pazar rekabetinin basın ve yayın özgürlüğünün kilit koşulu olduğunda ısrar ediyor; bu özgürlüğü de devlet müdahalesinden özgürlük olarak, bireylerin düşüncelerini dış kısıtlamalar olmaksızın iletebilme hakları olarak anlıyor. Devlet sansürü, bireysel seçim, yasal düzenlemenin kaldırılması yani “deregülasyon” pazar liberallerinin tezinin temel kavramıdır.

Özel ellerde bulunan bir basın ve çok kanallı bir yayım sistemi özgürlüğün kalesidir. Kültürel ayrıcalıkların ve devlet baskısının savunucularının baş belasıdır. Pazar liberalleri devletçe korunan medyanın pederşahiliğine karşı çıkıyorlar. Onlara göre, kamu hizmeti yayımcılığı fikri en başından yolunu sapıtmıştı. Aslında, kamu hizmeti yayımcılığı kişisel ihtiyaç ve kaygıların temsilini sınırlar. Seçme alanını sıkıştırır, daraltır, azaltır. Televizyonda hükümetin dayandığı varsayım şöyle anlatılmıştır. “Ne seyretmek istediklerini seçmeyi insanlara bırakamazsınız, onların neyin onlar için iyi olduğunu bilen ve düşünceleri birbirine yakın insanlarca denetlenmeleri gerekir.” Medyanın tekelci kamusal düzenlenmesi artık haklı gösterilemez. Devlet korumasındaki medyanın keyfi finansmanının ve sansürünün en iyi panzehiri, Pazar rekabetinin tarafsız ve tüketiciye-duyarlı üleşim sistemidir. Kamu hizmeti tekellerinin ortadan kalkması, radyo-televizyon yayımcılığının erginliğe ulaştığının bir işareti olacaktır. Pazar liberalizminin muhalifleri ve özellikle sola eğilimli olanları, bu önerilerden telaşa kapılmış durumdalar. Diğer yandan deregülasyonun İtalya’da yarattığı yoz sonuçları değerlendirmek gerekiyor. Örneğin, haber-eğlence programları (barok televizyon parçaları haline dönüştürülmüş ağız sulandırıcı mahkeme duruşmaları) ve iç gıcıklayıcı striptease’li yarışma programları bunlar arasında sayılıyor. Artık kalitenin yerini ticaret kurtlarının ölçüleri almıştır.

Çok kanallı seçim demek çok kanallı saçmalık demek olduğuna göre - ucuz yarışma programları, reklamlardan farkı olmayan içi boş eğlence programları - daha fazla seçenek daha iyi değil, daha kötü medya demeye gelecektir. Pazar liberallerinin, pazarın bireysel seçim özgürlüğünü arttırdığı iddiası da kuşkuludur. Sınırsız Pazar rekabeti aslında belirli yurttaşların, özellikle azınlıkların ve geçici çoğunlukların seçim özgürlüğünü ağır biçimde zedelemektedir. Yayımcılar rekabete tutuştuklarında en iyi yöntemin kitlelere cazip gelecek programlarla tam ortadaki kesime seslenmek olduğunu biliyorlar. Bunun sonucu, programlarda çeşitliliğin sınırlanması ve birbiriyle örtüşmesi oluyor. Muhaliflerin Pazar liberali fetişi ile ilgili söyleyebileceklerinin özü şu: Pazar rekabetinin iletişim özgürlüğünü garantili olarak sağladığının inanılır olduğu günler çok geride kaldı. Bugün ise basın özgürlüğünün dostlarının şunu anlamaları gerekiyor: İletişim pazarları iletişim özgürlüğünü kısıtlamaktadır; pazara girmek isteyenlere engeller koyarak, tekellere izin vererek, seçenekleri sınırlayarak ve enformasyonun egemen tanımını kamusal yarar kavramından uzaklaştırıp özel olarak tasarruf olunabilen bir metaya yaklaştırarak yapmaktadır bunu.

Basın ve yayım özgürlüğü konusundaki Pazar liberali görüşünü bozup çürüten tek şey Pazar rekabeti fetişi değil. Bu görüşün devlet kurumlarının sorumsuzluk ve keyfi erkine duyduğu sempati de çoğu kez ona puan kaybettiriyor. Günümüzde tüm demokratik rejimlerin göbeğinde despotizm çekirdekleri bulunuyor. Eski modern mutlakıyetçi devletlerin, parlamentolar tarafından yönetilen geç modern anayasal devletlere tarihsel dönüşümü sona erdi.Artık yeni bir siyasal sansür dönemine, Demokratik Leviathan çağına giriyoruz. Bu çağda hayatın yaşamsal parçaları çeşitli eski ve yeni kalemlerle donatılmış, sorumsuzluk siyasal kurumlar tarafından biçimlendirilmekte. Birbiriyle bağlantılı beş siyasal sansür türü özel ilgiye değer.

1. Olağanüstü hal erkleri : Hükümetlerin, medyanın bazı bölümlerini zorbalıkla sindirerek yola getirme girişimleri talimatlar, tehditler, yasaklamalar ve tutuklamalarla Batı demokrasilerinde de kendisini hissettirmeye devam ediyor. Ön engelleme ve yayım sonrası bu baskı türünün iki tekniği.

2. Silahlı gizlilik : Modern devlet erki, gizlilik perdesinin arkasına saklanmış polise ve askeri organlara dayanarak başarılı olur.

3. Yalan söylemek : Siyasette yalan söylemek demokratik rejimlerin özelliklerinden biridir.

4. Devlet reklamcılığı : Erken modern devletin yöneticileri; özellikle mutlakıyetçi evrede, kendilerini toplumda birliğin kaynağı ve ilkesi olarak görüyorlardı. Siyasal liderlerin televizyon ve radyo mülakatlarında kayrılarak yansıtılması, devlet reklamcılığının daha az göze çarpan, ama hiçte önemsiz sayılamayacak bir örneğidir.

5. Korporatizm : 20. yüzyılda hükümetin işlevlerinin özel kesimin örgüt ağları tarafından yerine getirilmesi, pazarlık , ihsan yada sözleşme ile yapılması, sıradan bir olay haline geldi.

Batı demokrasilerinin bu beş yönelimi kaygı vericidir. Bunlar gösteriyor ki, normal olarak ne yurttaşlara, ne kitle iletişim araçlarına karşı sorumlu ne de hukuk devletine tabi olan siyasal erk toplamı çoğalmaktadır. Eğer hukuk devleti keyfi devlet erkinin siyasal yaşamdan sistematik olarak ayıklanması ise ve keyfi erk kamunun değerlendirmesi ve eleştirisinden muaf ve çevresine karşı duyarsız ve ondan öğrenmeye yeteneksiz erk olarak tanımlanıyorsa, o zaman denilebilir ki, batı demokrasilerinde hukuksuzluk artmaktadır. Bütün bunlar çarpıcı bir paradoksu yansıtıyor.

Pazar liberallerinin çoğu sansürsüz bir özgür iletişim pazarından söz etmeye bayılıyorlar, ama iş bu yönelimleri eleştirmeye gelince hemen geri kaçıyorlar; yurttaşların hukuk devletini genişletme, siyasal erkin keyfiliğine ve gizliliğine set çekme çabalarına karşı antipati dolu, hatta düşmanca bir tutum takınıyorlar. Onların Pazar özgürlükçülüğü siyasal ve kültürel otoriterliğe duyulan derin bir yeni-muhafazakar bağlılıkla yan yana yaşıyor. Bu deneme şimdiye kadar “deregülasyon”a karşı çıkanların iki zayıf noktasını vurgulamaya çalıştı. Pazar liberallerine karşı ve kamu hizmeti iletişiminden yana ortaya koydukları savın üçüncü bir zayıf yanı, yukarıdakilerle ilgili bir kör noktası var: Kamu hizmeti medyasını toplum önünde haklı gösterme girişimlerinin inandırıcı olmaması. Eğer iletişim medyası bir kamu hizmeti olarak savunulacaksa, oynayacağı rollerin ve yapacağı işin önemi açık ve mantığa uygun bir biçimde anlatılmalıdır. Ne yazık ki, kamu hizmeti medyasına ilişkin çağdaş sav ağır bir meşruiyet sorununa paçayı kaptırmıştır. Kamu hizmeti medyasının hastalığı ötekilerden bile daha geneldir; bu hastalık, eski temsil biçimlerini zayıflatmakta ve parçalamaktadır.

Kamu hizmeti yayımcılığı yalnızca eğlendirme amacından daha yüce amaçlar güder. Bu anlamda, nitelikli yayımcılığın kazandığı pratik başarıları küçümsemek doğru olmaz. Gene de, var olan kamu hizmeti medyasına bir kalite, denge ve evrensel erişim timsali olarak bakmak miyopluk olur. Kamu hizmeti medyasının egemen tanımı, kendi varlığını kalite edebiyatına başvurarak haklı göstermekle de stratejik bir hata yapıyor. Pazarı savunanlarında kalite konusunda ayrı bir görüşü var. Terimin anlamsal bulanıklığından yararlanarak ve onu daha da bulandırarak kamu hizmeti modelini akıl karıştırıcı ve tepeden bakmacı olmakla eleştiriyorlar. Onlara göre, izleyici bağımsız tüketicilerden oluşmuştur ve en pratik kalite ölçüsü onların yaptıkları seçimlerdir.

Peki, yeniden tanımlanmış, genişletilmiş, daha erişilir ve sorumlu bir kamu hizmeti modeli pratikte nasıl bir şey olacak? Kamu hizmeti medyası, başlangıçtaki modelinin geri dönülmez ve derin bir bunalıma girdiğini hiç unutmaksızın “gayrimetalaştırıcı” başarılarını örnek alıp ilerletmeli. Farklı yaşam biçimleri, beğeniler, görüşler arasında uyumlu bir birlik oluşmasına, despotik devletlerin ve Pazar güçlerinin egemenliği altında olmayan tarafından yönetilen yurttaş çoğunluğunun siyasal güç kazanmasına yardımcı olmalıdır. Onların çok katmanlı anayasal devletlerin çerçevesinde yaşamasını sağlamalıdır. Bağımsız kendi kendisini örgütlemiş, devlet kurumlarının dar sınırlarını aşan sivil toplumlarda çalışan ve tüketen, yaşayan ve seven, kavga eden ve uzlaşan yurttaşlarına karşı sorumlu tutulabilen devletlerdir.

İletişim medyası, siyasal yöneticilerin yada iş adamlarının kişisel kazancı yada karına değil, kamu kullanımına yada tüm yurttaşların zevk almasına yaramalıdır. Bunları sağlamada önceliklerden birisi, çağdaş devlet erkinin sansür yöntemlerinin gözler önüne serilmesi ve kaldırılmasıdır. Bir diğeri, hem siyasal erkin sürekli başına ekşiyen hem de çalışan, sevişen, kavga eden ve başkalarını hoş gören yurttaşların başlıca iletişim araçları olarak hizmet veren devlet dışı medyanın gelişmesi. Bu öncelikler uygulamaya konulduğunda kamu hizmeti yayımcılığına ilişkin şimdiki egemen tanım radikal olarak değişecektir; hem de Pazar liberalizminin cazibesine teslim olmadan. Kamu hizmeti iletişiminden söz edildiğinde artık akla, devletçe finanse edilip korunan, ama devlet-dışında kalan ve yurttaşların büyük bir bölümü arasında fikir dolaşımını sağlayan iletişim kurumları gelecektir.

Bu denemede savunulan kamu hizmeti modeli, özgür ve eşit iletişime ilişkin bu temel ilkelerin hakkını yememeye çalışmaktadır. Çünkü bu model, evrensel amaçla çoğulcu amaç arasında ortadan kaldırılması mümkün olmayan, modern bir ikilem bulunduğunun bilincindedir: Evrensel yaklaşımda amaç, tüm yurttaşların fikirlerini topluca açıklamalarını sağlayacak haklara sahip kılınmasıdır; çoğulcu yaklaşımda ise amaç belirli yurttaşların kendi fikirlerini topluca açıklamalarını sağlayacak alanlar açarak gerçek bir çeşitlilik sağlarken, kimi diğer yurttaşların ifade gücünü denetim ve sınırlama altına almaktır. Dahası burada ana çizgileriyle verilen yeni kamu hizmeti modeli toplumsal çeşitlilik olgusuna daha uygundur-bölgeler arası, kır ve kent, genç ile yaşlı, zengin ile yoksul, meslekler, etnik kimlik, dil, cinsiyet ve cinsel tercihten kaynaklanan farklılıkların gittikçe daha belirleyici olduğunu unutmamak gerekir. Demokrasinin bilgili yurttaşlara ihtiyacı var. Onların demokratik araçlar sayesinde aklı başında anlaşmalara varma yeteneği, ancak farklı fikir kaynaklarına eşit ve açık erişim sağlayabilmeleri durumunda filizlenip gelişebilir.

Murtaza (Orhan Kemal)

0 yorum | Devamını Oku...
Kitabın Konusu: Murtaza’nın unvan namus şeref işini hakkıyla yapma uğruna yaşadığı olaylar edindiği düşmanlıklar ve yaptığı mücadele anlatılır.

Kitabın Anafikri : İnsanın sorumlulukları vazifesi hayatındaki her şeyden önce gelmelidir.

Yardımcı Fikirler:

1)İnsan vazifesini hakkıyla yerine getirmelidir.
2)İnsan hayatında sorumluluklarına paradan daha çok önem vermelidir.
3)İnsan vazifesini yaparken akrabalarına yakınlarına torpil geçmemelidir
4)Ebeveynler çocuklarını yetiştirirken iyi yetiştirmelidirler.
5)İnsan hayatında paradan daha önemli şeyler olduğunu unutmamalıdır.
6)Çalışanlar görevlerinde üstlerine karşı saygılı olmalıdır.
7)İnsanları düşünceleri alay konusu yapılmamalıdır.
8)Çocuklar babalarını kandırmamalıdır ve karşı gelmemelidirler.
9)Resmi yerlerde memur gibi üst görevlilere torpil geçilmemelidir.

Kitabın Özeti:

Murtaza Yunanistan’dan mübadeleyle Çukurova’ya gelmiş bir muhacirdir.Kolağası Hasan dayısı gibi asker olup savaşarak şehit olmak en büyük isteğiydi.Mübadele yapıldıktan sonra Çukurova’ya gelen muhacirler topraklarını satıp konaklar evler alacak kadar zengin olmuşlardır.Murtaza ve onun gibi düşünenler ise ezan seslerine kavuştukları için şükretmiş mal mülk istememişlerdir.Murtaza mal mülk istemese de ailesi istemiştir.Erkek kardeşi zengin olmayı başarmıştır.Annesi parasızlıktan ölmüştür.Kız kardeşiyle Murtaza İstanbul’a gelmişlerdir.Murtaza Çukurova’da bir kızı tanımış beğenmiştir.Kızı beğenmesinin ası nedeni kızın babasının da Murtaza gibi düşünüp zengin olma derdine düşmemesidir.Murtaza daha sonra bu kızla evlenmiştir.Kız kardeşi de birisiyle evlenmiştir.Murtaza’nın en büyük hayali dayısı gibi askerlik ile ilgili bir görev alıp savaşlarda şehit olmaktı.Ama istediği olmadı askerlikle ilgili bir meslek bulamadı.O da üniforma giyebilmek için mahalle bekçisi oldu ve işini titizlikle yaptı.Hırsızlara, haksız kazanç sağlayanlara, mahalleyi rahatsız edenlere göz açtırmadı çünkü ona göre her ne meslek olursa olsun önemeliydi ve düzgün yapılmalıydı.Mahalleli bundan rahatsız oldu ve türlü türlü oyunlar yaptıysadalar Murtaza’dan kurtulamadılar.Mahallelinin komiseri de Fen Müdürü olan arkadaşı Kamüran’ın fabrikadaki bozulan disiplinini görünce ona Murtaza’yı tavsiye etti.Böylece Murtaza fabrikaya gece kontrolü oldu.Murtaza hep erkek çocuğunun olmasını istedi, onun dayısına benzemesini ve onun gibi asker olup savaşlarda şehit olmasını istedi.Kız çocuklarından sonra erkek çocuğu oldu adını da Hasan koydu.Hasan istediği gibi dayısına benzemedi.Futbola düşkün oldu babasının istediği gibi askeri okula gitmedi sanat okuluna gitti.Murtaza da umudunu yeni doğan çocuğu Hasan’a sakladı.Murtaza yeni doğan çocuğunun da ismini Hasan koymuştu.Murtaza küçük oğlu Hasan’ın istediği gibi olduğunu sanıyordu.Oysa Hasan babasını kandırıyordu.Babası büyüyünce hangi okula gideceksin diye sorduğunda Kuleli Askeri Lisesi dediğinde Murtaza çok seviniyordu dünyalar onun oluyordu.Aslında Hasan babasını kandırıyor babasından para alabilmek için öyle söylüyordu.Murtaza bunu anlamıyordu.Murtaza çalışmaya başladığı fabrikada işçiler tarafından sevilmedi.Çünkü işçiler işten kaytarıyor işlerini aksatıyorlardı.Murtaza’da onlara engel olduğu için işçiler onu sevmediler onlarda mahalledekiler gibi türlü oyunlara başvurup işten atılması için çalıştılar ama başarılı olamadılar.Çünkü fen müdürü Murtaza’ya güveniyor ona tam yetki veriyordu.Öyle ki hemşerisi Nuh bile buna şaşırıyordu.Bunun nedeni ise fabrikanın bozulan disiplininin Murtaza’nın sayesinde düzelmesiydi.Murtaza’nın küçük oğlu Hasan babasını kandırmakla kalmadı ve bir gün bakkaldan ekmek çaldı.Murtaza bunu duyunca çok üzüldü adeta yıkıldı.Bakkal mahkemede Hasan’ı affedip cezasını iptal ettirecekti ama Murtaza oğlunun bu yaptığını ona hiç yakıştıramadı ve onu affetmedi mahkemede hakime cezasını çekmesi gerektiğini söyleyip salonu terk etti.

ANA DÜĞÜM:Murtaza dayısı gibi savaşarak şehit olabilecek mi?

ARA DÜĞÜMLER:

1)Murtaza askerliğe yakın olarak hangi mesleği bulacak?

2)Mahalleli Murtaza’yı kovabilecek mi?

3)Murtaza’nın erkek çocukları dayısına benzeyecek mi?

4)Murtaza fabrikada tutunabilecek mi?

5)Fen müdürü işçilerin şikayetlerini kabul edecek mi?

6)Murtaza fabrikaya giren hırsızı yakalayabilecek mi?

7)Murtaza’nın kızı Firdevs hastalığından kurtulabilecek mi?

8)Murtaza küçük oğlu Hasan’ın onu kandırdığını anlayacak mı?

9)Murtaza’nın küçük oğlu Hasan ceza alacak mı?

10)Murtaza küçük oğlu Hasan’ı affedecek mi?

FİGÜRLER:

Murtaza:Romanın ana kahramanıdır.Sivri uzun burunlu, kalın kapkara kaşlı, geniş alınlı, yeşil gözlüdür.Sorumluluklarını vazifesini çok iyi bilir,vazifesini her şeyi üstünde tutar cesur bir muhacirdir.

Murtaza’nın Karısı:Mavi gözlü, zayıf, paraya önem veren ünvana şerefe önem vermeyen bir kadındır.

Kamüran:Fabrikanın fen müdürüdür.Laubali her şeyi ciddiye almayan ama gerektiğinde de ciddi ve doğru davranmasını bilen her zaman Murtaza’nın arkasında olan peşin hükümlü olmayan çapkın eğlenceye düşkün akıllı biridir.

Akile Hala:Zeki yardımsever düşünceli hep Murtaza’nın yanında olan onu düşünen biridir.

Kontrol Nuh:Kalın kemikli, geniş yüzlü tilkiyi andıran bir yüzü vardır.Laubali işini ciddiye almayan, yalaka, çıkarlarını düşünen, Murtaza’dan nefret eden Fen müdürünün hemşerisi şımarık biridir.

Azgın Ağa:Kaba bıyığı püskül püskül kaşları bir doksan boyunda iri yarı zamanında savaşlar katılmış mert bir adamdır.

Hasan:Murtaza’nın büyük oğludur.Zayıf uzun boylu annesi gibi mavi gözlü akıllı biridir.Babasını sevmez futbola düşkündür.

Hasan:Murtaza’nın küçük oğludur.Murtaza büyük oğlu dayısına benzemediği için küçük oğlunun da adını Hasan koymuştur.Ama küçük oğlu Hasan da babasını sevmez ve onu kandıran kötü biridir.

ZAMAN:Romanın geçtiği zaman verilmemiştir.Kitapta

Murtaza 1925’lerden sonraki mübadelede Türkiye’ye göç etti.

1946-47’lerde yurdun her yanı demokrasi naralarıyla çalkalandığı…

gibi cümlelerin yanında;yarın,gece yarısı,ikindi saati,bir saat 45 dakika,öğle,akşam üstü gibi kozmik zamanlar da kullanılmıştır.

MEKAN:Çukurova,Yunanistan, İstanbul, kahvehane,fabrika,iplikhane,dokumahane,mahalle,

karakol,lokanta,ev,bakkal dükkanı olayların yaşandığı yerlerdir.

ANLATICI-ANLATIM ŞEKİLLERİ VE ANLATIM TEKNİKLERİ:Olaylar kamera sessizliğinde gözlem yapılarak anlatılmıştır.Yani gözlemci figür bakış açısı kullanılmıştır.Romanda geriye dönüş tekniği de kullanılmıştır.Leitmotif tekniğine yer verilmiştir.Murtaza’nın ‘Yukarda Allah Ankara’da devlet burada da ben’ sözü romanda geçen leitmotif örneğidir

BAKIŞ AÇISI:.

Anlatıcı; beğenen taktir ve tasdik eden, tenkit yönelten ve özeleştiride bulunan bakış açısı sergilemiştir.

DİL:Yazar herkesin konuştuğu ortak dili kullanmıştır ve herkesin anlayabileceği bir dil kullanmıştır.Yabancı terimlere yer vermemiş sade yalın anlaşılır bir dil kullanmıştır.

ÜSLUP:Yazar hem uzun hem kısa cümlelere yer vermiştir.Tasvirlerde bulunurken uzun cümleler kullanmayı tercih etmiştir.Edebi sanatlara, tamlamalara yer vermemiş akıcı olmasına özen göstermiştir.Bazı tekrarlanan tasvir cümleleri romanın akıcılığını bozsada roman bundan olumsuz şekilde etkilenmemiştir.

HÜKÜM VE SONUÇ:Orhan Kemal yazılarında gerçeklilik çizgisinde yalın açık bir anlatım kullanır.Bu romanında bu özelliğini devam ettirmiştir.Değişik olarak o kendine has köy, Anadolu tasvirlerine yer verememiştir.Bunun nedeni olarak romanın İstanbul’da geçmesini gösterebiliriz.Eserde kendi görüşlerini direkt olarak ifade etmemiştir ama kahramanları aracılığıyla zaman zaman düşüncelerini yansıtmıştır.

Orhan Kemal Murtaza romanında dönemin şartlarını açık anlaşılır okuyucuyu sıkmayacak şekilde sade gerçekçi bir dille anlatmıştır.

Mor Salkımlı Ev - Halide Edib Adıvar

0 yorum | Devamını Oku...
Bu eser, Halide Edip Adıvar‘ın çocukluk günlerinden başlayarak 36 yaşına kadarki hayat hikâyesini anlattığı bir anı kitabıdır. Halide Edip, kendi çocukluğunu, yetişme yıllarını, ilk yazılarını, ilk evlilik ve ayrılığını Mor Salkımlı Ev‘de anlatırken bir yandan da Millî Mücadele döneminin ve imparatorluğun son dönemlerinin panoramasını ortaya koymaktadır.

Mor Salkımlı Ev Özeti:

Halide Edip, 1882'de Mehmet Edip Bey’in kızı olarak Beşiktaş’ta Mor Salkımlı Ev’de dünyaya gelmiştir. Aile, çeşitli sebeplerle ara ara bu evden ayrılmakla birlikte her defasında mor salkımlı eve geri döner. Halide’nin annesi Bedri-fem Hanım, o küçük yaşta iken veremden ölmüştür. Halide, onu çok az ve silik hatırlamaktadır.
Halide’nin hayatında, mor salkımlı evde ‘Haminne’ diye hitap ettiği anneannesinin büyük yeri olmuştur. Eyüp Sultanlı Nakiye Hanım {Haminnesi), Mevlevi, aşırı derecede merhametli, cömert, elindeki her şeyi yoksullara dağıtmaya çabalayan bir insandır. Haminne’siyle birlikte Çingene olduğu söylenen sütninesi Hatice ile de çok iyi anlaşmaktadır. Bunların dışında Halide’nin annesinin ilk evliliğinden olan Mahmure ablası onun çocukluk yıllarındaki en büyük arkadaşıdır.
Halide Edip’in zihninde, babası Mehmed Edip Bey’in de büyük bir yeri vardır. Mehmed Edip Bey, işi gereği bazı geceler sarayda kalmaktadır. Halide, annesinin ölümünden sonra çok hassaslaştığı için babasının sarayda kaldığı bir gece evde ‘Babamı isterim!’ diye sinir krizi geçirmiş, ev halkı mecburen küçük kızı saraya babasının yanına götürmüştür.
Bir süre sonra, Mehmed Edip Bey, bir başkasıyla evlenerek Yıldız’da bir ev tutar. Halide yeni üvey annesi ile tanışmak zorunda kalır. Önce üvey annesine ısınsa da eve ve muhite alışamaz. Mor salkımlı evi ve oradaki yakınlarını özler. Babası Mehmed Edip Bey, katı bir İngiliz terbiye usulü benimsemiştir. Halide, buna dayanamaz. Kış günlerinde, kollarını, bacaklarını açıkta bırakan lacivert ve kısa elbiseleri, yazın beyaz kıyafetleri giymekten hiç hoşlanmaz. O, sokaktaki küçük kızlar gibi renkli elbiseler giymek ister. Beslenmesi de katı İngiliz terbiye metoduna göre düzenlendiğinden şekerleme yemesine izin verilmez. Halide, bugünlerde kendini çok yalnız hisseder.
Küçük Halide, Kiria Eleni adlı bir Rum kadının işlettiği bir çocuk yuvasına verilir. Halide, buradaki tek Türk çocuğudur. Halide, Kiria Eleni’yi çok sever ve buraca bir sıcaklık hisseder. Fakat babasının evinde çektiği sıkıntı ve yalnızlık onun hastalanmasına neden olur ve babası mecburen onu mor salkımlı eve gönderir.
Mor salkımlı evde, kalabalık bir aile içinde Halide, içe kapanık bir çocuk olur. Saraylı Hanım teyzesi ona Afrika Seyahatnamesi adlı bir kitap verir. Halide, okuma zevkine ilk olarak bu kitapta ulaşır. Daha beş yaşında olmasına rağmen babası, ondaki okuma arzusunu görerek özel hoca tutar.
Halide’nin bu günlerde arka arkaya iki kız kardeşi dünyaya gelir: Nilüfer ve Nigâr. Bir süre sonra Halide’nin dayısı ve büyük babası mor salkımlı evde vefat edince aile Üsküdar’daki ibrahim Efendi Konağı’na taşınır. Halide bu evde piyano dersleri de almaya başlar. Fakat müzikte çok başarılı değildir. Ancak müziği derinden sevmektedir. Konağa gelen ve Halide’yi etkileyen kişilerden biri de Ahmet Ağa’dır. Üç yıl boyunca onlarla kalan Ahmet Ağa, Halide’ye okuması için Battal Gazi, Ebu Müslim gibi eserler verir. Halide’nin hayal gücüne büyük tesiri olur bu eserlerin. Ahmet Ağa, onu Karagöz’le de tanıştırır.
Halide’nin hayatında bir değişiklik meydana gelir. Saraylı Hanım teyzesi ile babası evlenir. Eski üvey annesi bu durumdan çok rahatsız olur. Bu karmaşayı ve hüznü yakından gören Halide ömrü boyunca çok evlilikten nefret eder. Babası huzursuzluğa son vermek için iki eşini ayrı yerlere yerleştirir ve Halide tekrar mor salkımlı evde yaşamaya başlar.
Halide yaşı büyütülerek Üsküdar Amerikan Kız Kolej’ine gönderilir. Bu okulda çok şey öğrenen Halide evinde Rıza Tevfik’ten de ders almaktadır. Rıza Tevfik, ona mistisizmi ve folkloru tanıtmıştır. 1899'da tekrar Amerikan Kız Kolej’ine devam eder. Burada din üzerine düşünmeye başlar ve kolejin kütüphanesinde Hristiyanlığı araştırır. Sonuçta Hristiyan-lığın çok tahrip olduğu kanısına varır.
1900'de matematik dersinde yetersiz olduğunu fark e-den Halide, babasından özel hoca tutmasını ister. Dönemin ünlü matemetikçi ve pozitivisti Salih Zeki Aktay hocası olur. Salih Zeki, Halide’nin fikir dünyasına çok tesir eder. 1901'de ilk Türk kızı olarak koleji bitiren Halide kendisinden yaşça büyük Salih Zeki ile evlenir. Mutlu bir evlilikleri olur. Birlikte çalışmalar yapmaktadırlar. 1903'de ilk oğlu, on altı ay sonra da ikinci oğlu dünyaya gelir. Halide Edip, çocukları ile ilgilenirken çalışmalarına devam etmektedir.
1908'de Meşrutiyetin ilanı onu derinden etkiler. İstanbul’a iner ve Tevfik Fikret’in başyazarlığını yaptığı Tanin gazetesinde yazmaya başlar. Meşrutiyet’in rahat dönemi bitmeye başlayınca Halide Edip, serbest kadın fikirleri yüzünden tehdit edilir. Ama o, farklı dergilerde kadın haklan ile ilgili fikirlerini yazmaya devam eder. Bu arada ingiliz gazeteci İsa-bel Fry ile tanışır.
1909'un 31 Mart’ında siyasi karışıklık son haddine varır. Tanin matbaası basılarak tahrip edilmiştir. Halide Edip de kara listededir. Bu yüzden bir süre Amerikan Kız Kolejî’nde saklanmak zorunda kalır. Tehlike artınca iki oğlu ile birlikte zorlu bir vapur yolculuğu ile Mısır’a gider. Isabel Fry’in daveti üzerine İngiltere’ye gider. Orada entelektüel bir çevre tarafından takip edildiğini ve tanındığını görünce çok sevinir.
1909'da İstanbul’a döndükten sonra roman çalışmalarına devam eder ve Heyula, Raik’in Annesi’ni, yayınlar. Pedagojik mevzularla ilgilenmektedir. Darülmuallimat’da ve İda-di’de beş yıl öğretmenlik yapar.
1910'da onu üzen bir olay olur. Kocası Salih Zeki bir kadınla daha evlenmek istemektedir. Halide buna müsaade etmez. Dokuz senelik evlilikleri bu yüzden sona erer. Babasının Fazlıpaşa Yokuşu’nda tuttuğu eve gider. Orada uzun bir hastalık geçirir. Bu hastalık süresince manevi hisleri artar.
1910-1912 yılları arasında Türk Ocağı’na girer. Milliyetçilik fikirlerinden etkilenir. Bazı farklılıklar dolayısıyla bir süre sonra Ziya Gökalp ile yollan ayrılır. 1912'de Balkan Muharebesi patlak verince Halide, Teali-i Nisvan Cemiyeti’nin faaliyetlerine katılır. Bir hastanede gönüllü olarak çalışır. Memleketi yakından tanıma fırsatı bulur. 1913'de Balkan Savaşı son bulur.
Halide Edip, öğretmenlikten istifa eder. Kız Mektepleri U-mumi Müfettişliğine getirilir. Bu görevi dolayısıyla İstanbul’un arka mahallerindeki fakir insanların hayatını yakından görme fırsatı elde eder. 1914'de I. Dünya Savaşı çıktığında aynı görevi sürdürmektedir. 1916'da Cemal Paşa’nın daveti üzerine maarifçi olarak Lübnan’a gider. Buralarda mektep açma faaliyetlerini üstlenmesi için görevlendirilmiştir. Günde 16 saat çalışmaktadır.
1917'de Adnan Adıvar’la evlenir. Tatil için Türkiye’ye gelirler. Lübnan’a tekrar döndüklerinde orada Kenan Çobanları’nı yayınlar. Bu eser bestelenerek opera şeklinde defalarca temsil edilir. Mart ayında okullar kapanınca Halide Edip tekrar İstanbul’a döner.

Memleketimden İnsan Manzaraları - Nazım Hikmet

0 yorum | Devamını Oku...
Özet:1902-1963 yılları arasında yaşamıştır.Bahriye Mektebi’nden deniz subayı olarak mezun olmuştur.Hastalanınca eskerlikten uzaklaşmıştır.Moskova’da bir üniversitede ekonomi üzerine eğitim görmüştür.İstanbul’da birsüre dergi ve stüdyolarda çalıştıktan sonra 1938’de tutuklanmıştır.1950 yılına kadar hapis yattıktan sonra Moskava’ya gitmiştir.Moskova’da ölmüştür.Başlıca eserleri;835 SATIR,VARAN 3,SESİNİ KAYBEDEN ŞEHİR,KAFATASI,SEVDALI BULUT,RUBAİLER,SİMAVNA KADISI OĞLU ŞEYH BEDRETTİN DESTANI,İNEK,KEMAL TAHİR’E MAHPUSHANEDEN MEKTUPLAR’dır.
Nazım Hikmet,ilk şiirini 1918’de yayınlamıştırRusya’da öğrenim gördüğü yıllarda şair,Mayakovski’nin sanat görüşünü benimsemiştir.Toplumcu şiirler yazmıştır.Eserlerinin pek çoğu içerdiği ideolojik propaganda nedeniyle yasaklanmıştır.
Memleketimden İnsan Manzaraları,bir destan veya uzunca bir şiirdir.1939’da yayınlanmaya başlamıştır.Çok uzun ve değişik zamanlarda parça parça yazılmış olan bu eser,bütün olarak yayınlanmamıştır.Memet Rauf be eser için ‘’NE ŞİİR,NE ROMAN,NE TARİH OLAN ÖTE YANDAN HEM ŞİİR,HEM ROMAN,HEM TARİH NİTELİKLİ…’’değerlendirmesini yapmaktadır….

MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI’NDAN SEÇMELER

1
Toprak göz alabildiğine
Dümdüz
Çırılçıplak
Ve kırmızı biber gibi acı.
Batıda bir tek,uzun
Kavak ağacı.
Bozkırda hala dolaşıyorsa da
Kokusu sararmış kekiklerin
Gökçiçekler çoktan kurumuştu
Ve gelen otları safi dikendiler.
Başköy’le Bakirli’nin arası
Sekiz saat çeker.

2
Hamdi
Çerkeş’in Kabak Köyü’nde
336’da dünyaya geldi.
Tuzladılar.
Yumuşaktı.
Sevindiler oğlan olduğuna.
Kırkı çıkmadan
Buğdayın dibinden güneşe baktı.
Öğrendi toprakta yatmasını.ev karanlık
Toprak güzeldi.
Çiçek çıkardı 337’de,
Ellerini bağladılar.338’de yürüdü.

Ve 1339’a kadar
Dolaştı dünyadaki 36 haneyi
4 sokağı.
Hayvanları ve yağmuru sevdi.
Helva yalnız bayramları pişiyordu.
Ağlamadı artık Hamdi
Dayak babasının anası.

4

Karısı Ayşe’ye mektup yazıyordu Halil,
Hapishanede,üst katta,
Pencereden geceye bakarak;
Sevgilim,
B u ne re…..k,
Derya ufuklarından kopup
Gelirken üstüme köpürerek ,
Baş ve yürek,
Bir ulu rüzgar içinde iken,
Oturup tahta iskemleye yan gelerek,
İstirahatta beden…
Bu bahsi bırak…
Sevgilim,
Saçlarının içinde elim,
Şarkısı avucumda.
Sen altı yüz kilometre benden uzak ve baş ucumda…
Buda ayrı bir bahis.
Biz bu 41 senesinde
İkimiz konuşacak değiliz,
Henüz o kadar cesur değilim…
Sevgilim,
Maskelenmiş masmavi yanıyor bak
Elektirik lambası
Beyaz evin önünde
Yolun kenarında.
Ay ışığında yol aydınlık.
Şubenin bahçesinde cephanelik,
Ve ağaçlar;
Dut,akasya,erik.
Birde kameriye olacak,
Göremiyorum.
Ağustosun biri,
Geceler kısalmadı daha,
Jandarma düdükleri,
Yol tehü tenha.
Gökyüzünün yarısında bulutlar dolaşıyor.
Böyle hışımla gelen,
Zonguldak trenidir.
Mehtaba rağmen,
Gökyüzünün öteki yarısında,
Dağlara yakkın,yıldızlar görüyorum.
Demir köprüden geçti tren,kavakların arkasından.
Şehir iki bölüm;eskisi kalenin dibinde,zifiri karanlık.

Memleket Hikayeleri- Refik Halit Karay

0 yorum | Devamını Oku...
Memleket Hikayeleri Hakkında Bilgi

İlk defa 1919 yılında yayınlanan eserde, Refik Halit Karay, konularını I. Dünya Savaşı yıllarında yakından gördüğü Anadolu halk ve hayatından alan hikayelere yer vermiştir. Anadolu’da yaşayan yerli tipleri o zamana kadar görülmemiş bir canlılıkla anlatmıştır. Anadolu, bu eserle ilk defa bütün gerçek varlığı ve iç dünyasıyla okuyucunun karşısına çıkar. Memleket Hikayeleri‘nin çoğu, dünya dillerine çevrilmiş, tamamı Fransızcada yayınlanmıştır.

Memleket Hikayeleri Özetleri:

ŞEFTALİ BAHÇELERİ:

Bir yaz günü, Akdeniz kıyılarındaki bir kasabanın tabiatı tasvir edilir. Bu küçük Anadolu kasabasında, iklim çok yumuşak geçmekte, yaz günlerinde ise her yeri şeftali kokuları sarmaktadır. Akşamüzerileri, çoğu kasabaya yerleşmiş memurlar deniz kıyısına eğlenmeye giderler. İçkiler, türlü eğlenceler, yiyecekler, çalgılar bu akşamların vazgeçilmez alışkanlıkları olmuştur. Burası Anadolu’nun Sadabad’ıdır. Sazlar çalınır, gazeller okunur, her türlü keyif düşkünlüğü kol gezer. Bu kasabaya tayini çıkan memurlar buranın zevk ve sefasına alışmakta, buraya yerleşerek havuzlu, kameriyeli evler yaptırmaktadırlar. Devrin İstanbul’da hoş görmediği eğlenceler, burada, rahatlıkla yapılmaktadır. Memurlar, resmi işleri tamamiyle boşlamıştır.
Bu kasabaya yeni bir yazı işleri müdürü tayin edilir. Adı Agâh olan yeni yazı işleri müdürü, kasabaya geldiği ilk gün dairede ikindi vakti kimsenin olmamasına çok şaşırır. Öğle vakti, dairedeki herkes şakalar yaparak şen şakrak sahile inmektedir. Agâh Bey bütün bunlara çok şaşırır. Kendisi idealist bir kişidir. Mülkiyeden çıktıktan sonra Avrupa’ya kaçmış, İstanbul’a gelince 4 ay boyunca nezarete alınmış, daha sonra da Anadolu’ya bu işe atanmıştır. Bu memuriyetle kendini göstermeye, bu köyü düzeltmeye karar vermiştir. Sürekli çalışacaktır. Fakat kasabadaki herkes aksine tembel, miskin ve eğlence düşkünüdür. Mutasarrıf ona ilk gün, rahatına bakmasını söylemiştir. Evkaf Memuru daha da ileri giderek, eğlenmesi için tüm imkânları önüne sürebileceğini ima etmiştir. Önceleri bütün bu tekliflere direnmiş, köyde tek başına kalmasına rağmen eğlencelere katılmamıştır. Sıkıntıdan boğulmakta, dairede kimse olmadığı için çalışamamaktadır. Hiçbir idealini gerçekleştiremeyeceğini anlamaya başlar.

Bir gün, muhasebeci dayatır, illaki şeftali bahçelerine gelmesini ister. İkindiüzeri, bir merkebe binerler; İğde, böğürtlen, şeftali ağaçları ile süslü, su sesleri içindeki bahçelere giderler. Sürekli yiyip içerler. Çok eğlenirler. Ertesi günü çok yorgun olduğu için Agâh Bey işe girmez. Fakat daha sonraki saatlerde yine şeftali bahçelerine gider, eğlenir, havuzda yüzer. Agâh Bey, artık tüm eğlencelere katılmaktadır. Diğer memurlar gibi o da bir merkep almıştır, sahile daha kolay inmek için. Agâh Bey artık hiç çalışmak istememekte, eğlencelerden daireye gidecek vakit bulamaktadır. Kasabaya geldiği ilk günkü yalnızlığını, çalışma aşkını düşündükçe kendine gülmekte ve ‘Toyluk işte.’ demektedir.

BOZ EŞEK:

Irmaktan su taşıyan çocuklar, dağ yolunda yere yatmış bir ihtiyar ve yanında dolaşan boz bir eşek görürler. Çocuklar köye giderek Hüsmen Hoca’ya durumu haber verirler. Akşam olmaktadır. Hüsmen Hoca ile birkaç köylü ihtiyarı aramaya giderler. Yaşlı adam, sık sık solumakta, göğsünü göstermektedir. Ancak hırıltıyla konuşabilen ihtiyarın ölmek üzere olduğunu düşünürler. Fakat yaşlı adam gittikçe canlanır. Çocuk bakışlarıyla bakan yaşlı adamı ve eşeğini köye götürürler. Köyde, Hüsmen, herkese misafirlerinin olduğunu duyurur. Hava iyice kararmıştır. Köy, en yakın kasabaya iki gün u-zaklıkta olduğu için köye yabancı biri çok nadir gelmektedir. Ancak bir vilayetten diğerine geçen arabasız yolcular bazen bu köye uğramaktadır. Bu gelenler de bu fakir köyde el üstünde tutulmaktadır.
Yaşlı adam biraz rahatlar. Göğsünün böyle arada bir, olmadık yerde tuttuğunu anlatır. İhtiyara süt getirirler. İhtiyar içerken öksürerek konuşabilmektedir. Hasta, yaşlı adam bir ara çevresindekileri yanına çağırır ve onlara bir şeyler söyledikten sonra ruhunu teslim eder. Yaşlı yolcunun son isteği, eşeği ve kemerinde dizili sekiz altının Mekke’ye vakfedilmesidir.

Köylüler, cenazeyi defnettikten sonra kara kara düşünmeye başlarlar. Vasiyeti yerine getirmeleri gerekmektedir. Kadıya danışmaya karar verilir. Hafta içinde Hüsmen, eşeği yanına alıp kasabaya gidecektir. Bu arada, eşeği bir emanet o-larak gören köylüler ona bir sürü yem verirler, hiçbir iş yüklemezler. Yüksüz bir şekilde boz eşek ile Hüsmen Hoca kasabaya gitmek üzere yola çıkar. Çok zor bir yolculuktan sonra kasabaya varan Hüsmen Hoca, önce jandarma çavuşuna gider, durumu anlatır. Jandarma çavuşu onu dinlemez bile, nargilesini höpürdetmekte, keyif yapmaktadır. Kadı zaten kasabada yoktur. Kaymakama giden Hüsmen, aynı muameleyle karşılaşır, iş, kadıya iki hafta sonraya ertelenir. Hüsmen, eli boş bir şekilde, durumunu bile anlatamadan çok zor şartlarda köyüne geri döner. Köylü, bu süre zarfında eşeğe misafir gibi bakar, kutsallık atfeder ona. Bu arada, eşek iyice beslenmektedir.
İkinci kez kasabaya gittiğinde kadının gelmediğini öğrenen Hüsmen Hoca acele ettiği için bir de azar işitir. Üçüncü seferde de şahit götürmediği için geri döner. Bu arada Hüsmen Hoca, bu geliş gidişlerle çok yıpranır, parası azalır. Böyle bir buçuk ay geçer.
Bir kasabadan dönüş esnasında Hüsmen’in yanında boz eşek yoktur. Kadı, Mekke’ye ulaştırılacağını söyleyerek alıkoymuştur. Bütün köylüler çok rahatlar, vasiyeti yerine getirmekten mutludurlar.
Olayın yılında, kasabaya pirinç satmaya giden Hüsmen Hoca, Pazar yerinin ortasında kadıyı (Lakabı Kabak Kadıdır.) boz eşeğin üzerinde görünce hayret ve ıstırap içinde kalakalır.

GARİP BİR HEDİYE:

Feridun iki saattir çarşıdaki kuyumcu dükkânları önünde dolaşmakta, hiçbirine girmeye cesaret edememektedir. Uzun zamandır her şeyini satmış, satabileceği yalnızca bir tıraş fırçası kalmıştır. İşlemeli, fildişi saplı fırçanın değeri olup olmadığını bilmemektedir. Ona bu fırçayı hediye eden Yahudi çok değerli olduğunu, bir gün işine yarayacağını söylemiştir. Feridun bu sözlere pek itibar etmemekte, Yahudinin onunla alay ettiğini düşünmektedir.
Feridun, bu çaresizlik içinde ağlayarak evine gitmek ister. Aylardan beri çektiği sıkıntılar, dertler içinde ölümü bir kurtuluş gibi görmektedir. Fakat yine de şansını denemeye karar verir ve bir kuyumcu dükkânına girer. Ürkekçe fırçanın değerli olup olmadığını sorar. Kuyumcu, ‘Beş para etmez!’ diye geri verir. Oysa, Feridun bu fırçayı hediye eden Yahudi için canını tehlikeye atmıştır. On yıl önce, güvertede bir Yahudi eşyalarını istif etmektedir. Tam o sırada demir kancadan kurtulan iri bir denk tam başına inecekken Feridun, hemen fırlayarak Yahudiyi ölümden kurtarmıştır. Yahudi kendine geldikten sonra ona elindeki tıraş fırçalarından birini vererek çok değerli olduğunu söylemiştir. Feridun, bu sözlere hiç kıymet vermemiş, fırçayı kullanmıştır. Fakat zamanla savaştan sonra yarı sakat, işsiz, beş parasız kalınca İstanbul’a dönmüş, her şeyini satmak zorunda kalmış, bir gün Yahudi’nin bu sözünü hatırlayarak ümitlenmiştir. Fakat ümitleri boşa çıkmıştır. ^
Ahırkapı feneri arkalarına düşen yoksul mahalledeki karanlık ve bakımsız evlerine doğru annesinin yanına gider. Annesine durumu anlatır. Camdan İstanbul’daki zengin semtlere bakarken sinirlenen Feridun elindeki tıraş fırçasını sokağa fırlatır. İçinden Yahudi’ye kızmaktadır. Fakat, garip bir şey olur. Sokakta parçalanan fırça parlamaya başlar. Koşarak dışarı çıkan Feridun gözlerine inanamaz; çünkü fırçanın içinden iki elmas parçası çıkmıştır.
Sabah olunca tekrar kuyumcuya gider, elmasları gösterir. Kuyumcu, taşların çok değerli olduğunu söyler. Meğer, Yahudi gümrükten mal kaçırmak için adi bir fırçanın içine çok değerli iki pırlanta koymuştur.

Mai ve Siyah- Halit Ziya UŞAKLIGİL

0 yorum | Devamını Oku...
1-) Kitabın Konusu:
Roman türünün edebiyatımızdaki en güzel örneklerinden olan Mai ve Siyah’ta yazar yaşanılan bir dönemin sosyo kültürel durumunu gözler önüne sermiştir. Yazar romanda okuyucuya dönemin yaşantısını A.Cemil’in bakış açısından vermeye çalışmıştır. Bu bakış açısında kendi içinde bir objektiflik ve realistlik göze çarpar. Mai ve Siyah dönemin bütün toplumsal sorunlarını gündeme getiren bir roman olmuştur. Yazar dönemindeki bir takım sorunları kahramanları vasıtasıyla okuyuculara açıklamıştır.
Yazar bu romanda neslinin şair idealini ele alır, o zamanki sanat ve basın dünyasını yer yer çok gerçekçi çizgilerle tasvir eder. Bu tasvirlerde insanların duyguları çok güzel işlenmiştir. Eser aşırı duygusal ve romantik bir romandır.
2-) Eserin Ana Fikri:
Eserin tema için karamsarlık, ayrılık, aşk, pişmanlık diye tek bir şey söylemek mümkün değildir. Bunun içindir ki bunların hepsini içine alan kader belki de bu eserin teması olabilir.
Mai ve Siyah bize İstanbul’daki sanat ve edebiyat çevrelerini yansıtan başarılı romanlardan biridir. Romanın kahramanları olan A. Cemil’in basın ve yayın hayatının merkezi olan çevrelerle ilişkisi bize dönemindeki edebiyat ve kültür hareketlerini yansıtmıştır.Mai ve Siyah bu bakımdan Servet-i Funun edebiyat akımının romanı sayılır.
3-) Kitaptaki Olayların ve Şhısların Değerlendirilmesi:
Ahmet Cemil: Romanın baş kahramanıdır.Olaylar onun etrafında oluşur.Genç,yakışıklı,zeki,tuttuğunu koparan, aklına koyduğunu yapan,yeni edebiyat anlayışını temsil eden bir kişiliktir. Raci:Ahmet Cemil’in karşısında olan yani eski edebiyat anlayışını temsil eden,onunla zıt fikirlere sahip,onu çekemeyen ve onun yolunu kesmeye çalışan birisidir.
İkbal: Ahmet Cemil’in hayatını adadığı sevgili kızkardeşi, iyi kalpli, masum, güzel hayattan çok acı çekmiş, bahtı kara birisidir.
Vehbi Bey: İkbal’in kocasıdır. Kaba, bencil, boyuna içen, küstah, karısına kötü davranan, onun ölümüne sebep olan alçak bir heriftir.
Lamia: Ahmet Cemil’in çocukluktan kalma en büyük aşkıdır. Ahmet Cemil’in evlenmek istediği, sevdiği, hayatındaki ideal kadın.
Hüseyin Nazmi: Lamia’nın abisi ve Ahmet Cemil’in yakın arkadaşı. Ahmet Cemil ile edebiyat tartışmalarına giren, onu kabullenen ve destekleyen birisidir.

4-)Yazarın Hayatı:
Halit Ziya UŞAKLIGİL: Türk yazarı. İstanbul’da doğdu. Mercan Mahalle Mektebi’nden sonra Fatih Askeri rüştüyesine devam etti. Ailece İzmir’e taşındıklarında öğrenimine İzmir rüştiyesine devam etti. Mekhitarist okulunda Fransızca eğitimi aldı.İki arkadaşı ile 1884’te Nevruz dergisi, iki yıl sonra Hikmet gazetesini çıkardı. 1893’te İstanbul’a gelerek Reji idaresinde başkatiplik görevine başladı. 1896’da Edebiyatı Cedide topluluğuna katıldı.Meşrutiyetten sonra Darülfünunda Batı Edebiyatı dersleri okuttu.Sonra, Darülfünunda müderris oldu.Hükümet tarafından 1913’te Fransa’ya , 1915’te Almanya’ya gönderildi. Cumhuriyetten sonra Yeşilköy’deki köşküne çekilerek gazetelerde yazmaya devam etti. Halit Ziya yazı hayatına, her konuda yazı ve tercümelerle girdi. Yazdığı şiirler Muallim Naci tarafından ağır bir dille yerilince mensur şiire yöneldi.1885’ten sonra yazmaya başladığı ilk romanları, Tanzimat romanının devamıdır. Bunlarda basit şemalarda duygusal aşk hikayeleri anlatılır. 1896’da Servet-i Fünun topluluğuna katıldıktan sonra Fransız romanlarını, özellikle teknik yapılarını ve anlatım ilkelerini incelemeye başladı. O yıllarda sürekli okuduğu yazarlar Balzac ve Paul Bourget’tir. Halit Ziya romanlarında, yaşadığı dönemin toplumsal şartları ve yetiştiği çevrenin özelliklerini dolayısıyla, genellikle varlıklı kişilerin hayatını ve meselelerini konu edindi. Kendi hayatına benzeyen hayatları tasvir etti; romanlarındaki kişiler, olayların oluşumu, Halit Ziya’nın iyi bildiği çevrelerden seçilmiştir. Roman kişileri tenkitçi bir tavırla ortaya koyan Halit Ziya, hikaye kişilerine daha çok şefkatle, acıyarak bakar; bunlar iyi yürekli, fedakar ve namuslu kişilerdir.Bu hikayelerde yazar, romanlarında olduğu gibi, küçük gözlemlerini değerlendirir.
Halit Ziya, ilk romanlarından beri aradığı anlatıma, Edebiyatı Cedide döneminde ulaştı.
Eserleri :

Roman :
Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekası, Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar.
Uzun Hikayeler :
Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Bir İzdivacın Tarihi Muaşakası.
Oyun:
Kabus(1918, Ankara Devlet Tiyatrosunda oynandı.)
Hatıraları:
Kırk Yıl, Saray ve Ötesi,Bir Acı Hikaye...
Servet-i Fünun devrinde, Tanzimat ile başlayan yeni nesir gelişerek olgunlaşmış ve bu devirde bugün klasik olarak değerlendirebileceğimiz güzel örnekler meydana getirilmiştir. Servet-i Fünun romancıları, Namık Kemal’in açtığı “sanatkarane roman” tarzını geliştirerek modern Batı seviyesine yükseltir. Servet-i Fünuncular yazdıkları hikaye ve romanlarda tasvir ve tahlil için önemli bir yer ayırmışlardır. Ayrıca bu hikaye ve romanlarda ilk defa kadın erkekle bir seviyede görülmüştür. Mai ve Siyah’ta belirtilen özellikler ustaca kullanılmıştır.
Roman ve hikaye tekniğindeki aksaklıklar bu dönemde ortadan kalkmış, yazarlar anlattıkları olayda aradan çekilmişlerdir.
Servet-i Fünun edebiyatının roman ve hikayede en güçlü ismi Halit Ziya’dır. Türk nesrinin gelişmesinde önemli etkide bulunmuştur. Halit Ziya’ya göre güçlü bir Türk nesir üslubunun oluşması için eski nesir yanlışlıklarından uzaklaşılarak, Fransız nesir üslubunun teknik özellikleri benimsenmelidir. Bu yüzden romanlarında sıfat tamlamaları ve benzetmelerde süslü cümleler yer alır.
Halit Ziya’nın romanlarındaki türler genelde yerleşmiş ve çevresinden sağlanmıştır. Sağlam bir tekniğe sahiptir. Bu romanlarında göze çarpmaktadır. Romanlarında yaşadığı dönemin etkisi görülür. Özellikle Fransız realist ve naturalistlerin tesirinde kalmıştır. Bunda aldığı eğitimin payı büyüktür. Batılaşma üzerinde durur. Genellikle realist ve psikolojik eserler vermiştir. Roman konuları genellikle aydın çevreler, hikaye konularını ise halk tabakasından seçmiştir. Kahramanlarını yaşadığı çevreden seçmiştir. Yazar genellikle belli bir kesimi ele alır ve o cemiyetin hastalıklı tiplerini işler. Bunlar “ev içi” romanlarıdır.

5-) Kitabın Özeti:
A.Cemil, çok doğru, iyi kalpli bir avukatın oğludur. Annesi ise erdemli bir kadındır. Öğrenimine resmi okullarda başlar. Öğrenimi sırasında babası vefat eder. Okulu bitirir bitirmez kız kardeşine ve annesine bakmak zorunda kalır. Fakat elinden fazla bir iş gelmemektedir. Yabancı dil bildiği için sadece evlerde ders vermektedir. Bir de şiir yazmaktan başka bir becerisi yoktur. Ders verdiği öğrencilerin yaptığı şımarıklıklar onu bezdirmiş ve bu işi bırakmasına sebep olmuştur. Daha sonra gecesini gündüzüne katarak Fransızca kitap tercümesi yapmış fakat emeğinin karşılığını alamamıştır. Gittikçe umutsuzluğa kapılmıştır. Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lamia’yla evlenecek midir? Edebiyatımıza yeni bir yön verebilecek midir? En sonunda Mirat-i Suun adlı gazetede iş bulur ve gazetede tercümeler yapmaya başlar. Hayatı az çok düzene girmeye başlar.
Hatta gazete sahibinin oğlu Vehbi Efendi, A.Cemil’in kız kardeşi İkbal ile evlenir. O zaman Süleymaniye’de eski bir evde oturan A.Cemil kız kardeşini bahtiyar görmek hevesiyle, güzel bir düğün yapar. Ama bu evlilik, o zamanın evlenme şartları yüzünden başarılı olmaz. Evlenenler daha önceden birbirlerini tanımadıkları için, bağdaşamazlar. Vehbi Efendi gayet kaba, boyuna içen, küstah bir kimsedir. Bir gece Vehbi Efendi hamile olan İkbal’i öyle hırpalar, öyle bir tekme atar ki, zavallı kadın çocuğunu düşürür. A.Cemil çıldırmış gibidir, onu Ali Şekip zor zaptetmektedir. Kız kardeşini ölümden kurtarması lazımdır. Aldığı bütün tedbirlere karşı İkbal’ı ölümün pençesinden kurtaramaz.
Hüseyin Nazmi uzakça bir vazifeyle dışişlerine tayin edilmiştir.A.Cemil bir gün onu ziyarete gider.Bir aya kadar memleketten ayrılacak olan Hüseyin Nazmi ,sevineceğini zannederek A.Cemil’e başka bir haber daha verir,Lamia’yı evlendiriyorlardır.Zihninde kızı ailesinin ısrarıyla evlenmeyi kabul etmiştir diye tasarlar.Bir an sevgisini itiraf etmeyi düşünür fakat bir yuva kuramayacağını anlayınca vazgeçer.
Bütün umutları,gelecekle ilgili planları bir bir sönmüştür.Geriye ne kalmıştır.Bütün ömrünü koyduğu şiirleri mi?Bir an bile durmadan onları da ocağa atıp yakar.Yanışını gözlerinde yaşlarla izler.O eserin zaten bir anlamı kalmamıştır.
Madem ki Hüseyin Nazmi gidiyor,o da gidecektir.Anadolu da bir vazife alıp gidecektir . Kararını yerine getirir.Dertli anasını alarak bir vapura biner . Gece karanlığında, son defa İstanbul’u seyreder.Vaktiyle bütün ışıklar ona elmas gibi görünüyordu fakat şimdi her yer simsiyahtır.

6-)Kitap Hakkında Şahsi Görüşler :
Kitabın edebi türü Türk nesir üslubunun gelişmesine yardımcı olmuştur.Tanzimatla başlayan edebiyat akımına bir renk katmıştır. İçerik bakımından konu ince ayrıntılarla işlenmiştir. Akıcı şiirsel bir dille yazıldığı için okuyucuyu sıkmayıp konuya daha çabuk adapte olmasını sağlamaktadır.

Madam Bovary - Gustav Flaubert

0 yorum | Devamını Oku...
KİTAP ÖZETİ:

Charles Bovary, orta halli bir ailenin oğludur. Annesi oğluna ne kadar düşkünse babası da o kadar ilgisizdir. Annesinin kendisine düşkünlüğü nedeniyle arkadaşlık ilişkilerinde zorluk çeker ve annesi onu sürekli yönlendirmektedir. Charles annesini baskısıyla tıp okur ve dul bir kadınla evlenir. Kısa bir süre sonra Charles’ın hasta karısı ölür. Bu arada Charles bir çiftlikte Rouault Baba’ya bakmaktadır. Bu çiftlikte tanıştığı Roualut Baba’nın kızı Emma ve Charles arasında bir yakınlaşma başlar ve evlenirler. Emma Bovary, zengin olma hayalleriyle yıllar geçtikçe

bunalıma girer. Charles karısı için çok üzülmektedir ve hava değişikliğinin iyi geleceğini düşünerekten Yonville’e taşınmaya karar verirler. Başta çok mutlu olan evlilikleri Emma Bovary’nin avunmaması nedeniyle gittikçe kötüleşir. Zengin olma hayalleri onu mutsuzluğa itmektedir.

Güzelliğinin yanında iyi bir eğitim alması ve terbiyesi ile çevresindekileri etkilemeye başlar. Genç ve yakışıklı Leon da bunların arasındadır,ama Madam Bovary’den beklediği karşılığı bulamaz ve böylece Yonville’i terk eder. Kısa bir süre sonra Emma, Rodolphe adlı bir adama aşık olur ve onunla ilişkiye girer. Rodolphe için her tür fedakarlığı göze alır ve o kadar çok para harcar ki, son olarak elinde sadece imzaladığı senetler kalmıştır. Bu ilişki Emma’ya zarar vermeye başlamıştır. Rodolphe Emma’yı terk eder ve Emma Bovary ciddi bir bunalıma girer. Charles karısını iyileştirmek için her türlü çareye başvurmuştur; fakat sonuç alamamıştır. Ödenmeyen senetler sonucunda evlerine haciz konur. Bu acılara dayanamayan Emma Bovary ilaç içerek intihar eder. Charles Bovary de karısının acısına dayanamaz ve kısa bir süre sonra o da ölür.

KARAKTERLER:

Emma Bovary : Romanın baş kahramanıdır. Romantik istekleri mantığının önüne geçmiş, güzel bir kadındır. Daima gözü yükseklerdedir. Elindeki ile yetinmeyi bilmeyen, doymayan bir kişiliğe sahiptir o nedenle hayatta hiçbir zaman mutlu olamamıştır.

Charles : Tembel bir kocadır. Hayatı boyunca hep annesinin istediklerini yapmaya mecbur kalmıştır. Çocukluk yıllarından kalma bu eziklik onu zayıf karakterli biri yapmıştır.

Homais : Meraklı ve misafirperver bir eczacıdır.

Rodolphe: Zengin ve çapkın bir erkektir.

Lheureux : Çıkarcı bir insandır. İnsanların hayatına karışan bir satıcıdır. Aynı zamanda çok paragözdür.

Rollet Ana : Dürüst bir hizmetkardır. İşini sevmemesine rağmen güvenilir bir sütannedir.

Leon : Yakışıklı ve saf bir duygusaldır. Emma Bovary’e aşıktır.

Madame Bovary, Gustave Flaubert tarafından 19. yüzyılda yazılmış bir romandır.

Bir çok otorite tarafından ilk modern realist roman sayılan Madame Bovary ilk kez 1857 yılında basılmıştır. Yapıt döneminde büyük yankılar uyandırmış, kitabın tamamının basılması için Flaubert’in mahkemeye gitmesi gerekmiştir. Romantizmin idealist yaklaşımına bir tepki olarak ortaya çıkan roman, realizm akımının ilk ve en önemli örneklerindendir.

2007 yılı çağdaş yazarlar oylaması,(basılı bulunan en üst on sıralamaya hak kazanmış kitaplar içinde) Madame Bovary’yi şimdiye kadar yazılmış en büyük roman birincisi olarak ve ikinci ise sadece Leo Tolstoy’un Anna Karenina. eserini seçmiştir.

Konusu:
Kitap, iyi kalpli olmasına rağmen basit ve sıradan bir doktor olan Charles Bovary’nin, yüksek idealleri ve aşırı bir lüks tutkusu olan romantik karısı Emma Bovary’nin hayatının tekdüzeliğinden sıyrılmak için girdiği durumları ve yaşadığı çeşitli gayri meşru aşk ilişkilerini konu alır. Baş karakter Emma Bovary’nin sergilediği davranışlar ve zinaları, o dönemde şokla karşılanmış ve bu yüzden yazar Flaubert uzun yıllar boyu çeşitli negatif yorumlara ve suçlamalara maruz kaldı.

Kitap Hakkında:

Gustave Flaubert gerçekçilik akımının öncüsüdür.
Madam Bovary romanı ise, edebiyatta çağ başlatan bir başyapıttır.
Madam Bovary bir dramdır; kentsoylu yaşamın batağında, romantik düşlerin peşinde koşan bir kadının dramı.
Doyumsuz tutkuların ağında mutluluk hayalleri kuran Emma Bovary, gördüğü bayağılık ve ihanetle yıkılır.
Asla yaşayamayacağı bir aşk için, şöhretini ve gururunu ayaklar altına alır, hayatını feda eder.
Var olduğunu sandığı büyük insani duygular ve değerler, küçük çıkarlar ve para karşısında tuz-buz olur.
Sonunda aşk acılarıyla kıvranarak romantik düşlerini yitirir, her şeyden duyduğu korku ve pişmanlık içinde hayatına son verir. Evet, Madam Bovary kadın ruhunun (aşk) acılarını eşsiz bir güçle anlatan muazzam bir romandır.
Hala ruhunu yitirmeyen kadınlara ve erkeklere ithaf olunur.

Hakkımızda

Bu Sayfa Üzerinde Aklınıza gelecebilecek tüm sorulara cevap arayacağız, sormak istediginiz birşey varsa iletişim kısmından yazabilirsiniz.

Takip Listemizden

İstatistikler


Sitemizde 33 kategoride toplam yazı bulunmaktadır!

Görüntülenme

back to top